Müslüm Yücel: Değerli ağabey…

Yazarlar

Uzun zamandır size yazmak istiyordum ama bir türlü yazamadım. Bunun pek çok nedeni var. İzin verirseniz, birkaç tanesini yazabilirim: İlki, mektubu size nasıl ulaşabilirim duygusuydu; iki yıl önce size kitap yollamak istemiş ama posta idaresi mektubumu kabul etmemişti. İkincisi, size karşı mahcuptum,  çözüm süreci bitmemişti ve siz bir görüşmecinizle haber yollamıştınız. Demiştiniz, çözüm sürecini yazsın. Bağışlayın, istediğim belgelere ulaşamadım, çok geçmeden o güzelim süreç de sona erdi. Üçüncüsü yayımlayamadığım foto-biyografinizdi; bu kitap için fotoğraflarınızı derlemiş, fotoğraflarla ilgili hikâyeler anlatmıştım. Anlatıcının hükmünün ve karşılığının aranmadığı bir yerde ev taşımaları, hayatın ağırlığı, gelişen süreçler zinciriyle birleşince çalışmam kayboldu. Bütün bunlar mazeret değil. Ama bütün bunlar yapılmayacak gibi de değil. Zamanı var her şeyin… Bunları yapmaya zamanımız var. Yalnızca şimdi, denizin dibinde bir kıskaç gibi seğirme halindeyim… Kahve kaşığı ile ölçüp biçilen ömür karşısında hayatımız acı ile dolu. Her şey için umut gerekli, biraz dolu beklenti. Size çok fazla ihtiyacım var ağabey. Kendimden şüphe ederim, sizden şüphe etmem ama garip bir yalnızlık, bir kimsesizlik duygusu kaplamış içimi. Dostluğunuza ve ağabeyliğinize ihtiyacım var. Size ve sevginize ihtiyacım var. 

Kravatların, basit bir iğne ile görüldüğü yerde, biliyorum söylediklerimin bir anlamı belki olmayacak ama yine de, bir yeniden deme isteğini ancak siz dile getirebilirsiniz. Sizin hoş görünüşünüze sığınıyorum ve bu hoş görünüzün biçimlendiği o büyük suskunluğunuza… 

Değerli ağabey, yaşlı dünyamız, söyledikleri dinlenmediği zaman kendini suskunluğa bırakan şairler, filozoflar görmüştür; onlar, kayıp ve kopuk diyalogların boşluğunu susarak çileye dönüştürmüşlerdir. Sağırların kulaklarıyla ağırlarlar sesleri, körlerin gözleriyle bakarlar renklere. Yalnızlık, insanın bir taşla konuşması değildir, yalnızlık bir taşın senle konuşmasıdır. Şimdi cezaevlerinde ölen herkes beni korkunç bir yalnızlığa itiyor, taşlar bile konuşmuyor benimle sevgili ağabeyim. Konuş benimle!

Susmanızı kırmaya ihtiyacım var. Çileniz çilem, acınız acımdır. Tırnağınız taşa değeceğine benim ellerim kesilsin. Varlık, hakikatin üstünde durmadıkça, beden bir gerekçedir. Kendimle savaşımı çoktan bitirdim. Elli yaşındayım ve ölümün eşiğinde büyüyen zaferler istemiyorum; çocukluk, gençlik arkadaşlarım öldüler, telden kamyonla kuş taşıyan çocukluğumu Fırat’ın kıyılarına bıraktım… Uyuyamıyorum sevgili ağabeyim, uyuyamıyorum ölüler benle konuşuyor ve o zaman anlıyorum, kimsem yok… Can verişime tanık olan lambalar da yok, çok eskilerden hatırladığım annemin sürme çanağı gibi beynim boşalmış, hıçkıran düşünceleri de giyinemiyor beynim. Her gün sis içinden bir kılıç geçiyor içimden, güne nasıl başladığımı bilmiyorum. 

Beni ancak siz anlayabilirsiniz. Ölen her insanda kardeşini, çocuğunu görmenin bilinci nedir en iyi siz bilirsiniz. Çocuk sahibi kimseler ya korur ya yüceltirler çocuklarını ve sonra feda ve eda arasında toy bir vatan edebiyatı yaparlar ama sizin gibi her doğan çocukla doğan, büyüyen ve ölenler, hayatın sahici değerini bilirler. 

Değerli ağabey, sizi çok merak ediyorum, 

En çok merak ettiğim sağlığınızdır; sonra, açıkça, belki kimi şakirtleriniz kızabilir ama ne okuyup, neler yazdığınızdır… Bilirsiniz, yazdıklarınızı hep okudum. Hatta sizin yazdıklarınızla büyüdüm. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’ye gelen ve sizi merak eden Mandela’nın avukatı Essa Moosa ile sohbet etmiştim. Bana “Öcalan’ın en çok neyini merak ediyorsun” diye sorduğunda bir tek şey söylemiştim, demiştim, neler okuduğunu merak ediyorum, neler yazdığını… Niye okumak ve yazmak diye sorduğunda, benim de yanıtım kısa olmuştu, demiştim, o ne okur ve ne yazarsa, hep kardeşliğin, barışın altını çizer… 

Size yazarken, bunlar aklıma geldi ve hemen kâğıdı, kalemi bir yana bırakıp annemi aradım. Hava iyi dedi annem, şimdi her taraf yemyeşil…  

Değerli ağabey, siz benden daha iyi bilirsiniz, Fırat bu ay boyunca uykusundan uyanmış bebek gibidir, nereden bakarsanız bakın, gülümser… Suyun dibi bembeyazdır, kitap düşse okunur cinsten.  

Biz bu nehrin çocuklarıyız ve bu nehir yüzyıllardır adalet ve bereket dağıtır. Çünkü insanlık tarihinin hiç bir döneminde yoksullukla barışık değildir. Eskilerin anlatımıyla Fırat boylarında yetişen buğday ve arpa yapraklarının genişliği dört parmaktır; darı ve susam bile ağaç gibi boy verir. Fırat,  büyük, derin ve hızlıdır.  Kimbilir siz kaç kere bu nehrin büyüklüğü karşısında hayrete düştünüz, derinliği karşısında kimbilir kaç kez bilincinizi sınadınız ve düşünceniz, kimbilir kaç kez bu nehrin hızıyla aşık atmak istedi. 

Fırat adaletiyle vardır.  Adalet dağıtır. Eğer bir adam, bir adam hakkında büyü yaptığını iddia eder ve bunu ispat edemezse, üzerine büyücülük iftirası atılan adam, nehre gider ve eğer nehir onu çekerse iftira eden onun evini alır; eğer o adamı nehir temiz çıkartırsa (ve selamete çıkarsa) ona iftira eden adam öldürülür ve nehrin selamete çıkardığı iftiracının mal ve mülküne sahip olurdu. 

Sizin de çoğu zaman işaret ettiğiniz gibi Fırat binlerce geleneğe yataklık eder. Fırat kimi inançlara göre gökten akar, yeri misk’in nun gözüdür ve bu yüzden kimi zaman insanlar sabah erken kalkıp ona dualar eder ve dertlerini beyaz kağıtlara yazıp yaratana iletirler. 

Ben şimdi ağabey diye seslendiğim sizi nehir belledim. Bir nehir gibi gözleriniz gözlerimin önünden akıp gidiyor.  Size dertlerimi yazıyorum, size acılarımı yazıyorum ve bunları ancak sizin çözebileceğinizi hissediyorum. 

Ağabey, 

Benim yaşımdaki insanlar, ara kuşaktırlar. Biz 12 Eylül’de, bir günde büyüdük. Sonra cezaevleri girdi hayatımıza, ölümler, işkenceler…  Kendini yakarak, açlık grevlerine girerek biten gencecik hayatlar gördük. Bu hayatlardan elbette ki büyük dersler kaldı ama bu gün, o gün değil diye düşünüyorum, o gün bugün değil. Haddimi aşıyorsam bağışlayın… Açlık grevi zor bir eylemdir.  Çok değil ama, ben de birkaç kez açlık grevine girdim. Bir keresinde otuz sekiz gün kaldım, bir keresinde on beş gün… Bu grev boyunca, ilk günler zordur, sonra beden açlığa alışır, direnme gücü ve inançla da bu alışma ruhu sarar. Ölümün meydan okuduğu kimse, birden öleme meydan okuyan bir kimseye döner. Ama insan hayatı boyunca, buradan aldığı darbenin izini taşır. Kemik eti, et kemiği usulca yer. Gandi’nin bir fotoğrafı geldi şimdi gözlerimin önüne…Birileri üstlerine silahla yürüyorlardı ve ne Gandi’nin ne de taraftarlarının elinde bir sopa bile yoktu. Yürürken onlara birileri kurşun sıkıyordu. Gandi, o büyük sessizlik birden, “yürüyün, hepimizi öldüremezler” diyordu. Gandhi, ölüm orucunun ilk temsilcisiydi.  Gandhi, Hindu-Müslüman birliğinin sağlanması için girdiği ve 121 gün süren bu açlık grevini bir bardak portakal suyu içerek bırakmıştı. Sağlanan “Toplumsal Birlik” anlaşmasından sonra bütün dünyanın dikkatlerini üzerine toplayan 78 yaşındaki delikanlı, Şubat 1948’de silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiriyordu. Gandhi’nin ölümünden sonra Başbakan Jawaharlal Nehru, “hayatımızdan ışık kayboldu. Artık her taraf zifiri karanlık” diyordu. Bütün gazeteler Gandhi’nin ölümüne yer ayırmıştı ve bir gazete boş çıkmıştı. Sadece birkaç kelime kocaman puntolarla yazılmıştı: “Baba, Bizi Affet.” 

Değerli ağabey, 

Demin söyledim12 Eylül’de, bir gecede büyüdük. Bir yanda Diyarbakır’dan, Metris’ten Mamak’tan ölüm haberleri geliyordu, diğer yandan açlık grevlerinde hayatını kaybeden gencecik insanlar ve bunlara eklenen Halepçe katliamı… İstesek, bunları duymazdık, okula gider, dersimize çalışır, avukat, doktor, mühendis, öğretmen olabilirdik ve sıfır riskle Kürt meselesini dile getirip hatırı sayılır yerlere de gelirdik… “Aslan güzlü, koç nefeslim, balık etlim, gel; ok kirpiklim, yay bakışlım, sümbül saçlım gel” diye şiirler ya da olay, bizim oralarda geçiyor türünden romanlar yazabilir, doğu güzellemeleri ile ünlü de olabilirdik. Ama Mazlum Doğan’la büyüdük biz, M. Hayri Durmuş’la, Kemal Pir’le, Akif Yılmaz’la, Ali Çiçek’le… Hatırlıyorum, bir yerde bir kez demiştiniz, “Hayriler açlık gerevindeyken ben de açlık grevine girdim …” Ama bunun yerine dışarıda kavgayı büyüttünüz, “sırtımda milyonlar var” dediniz, bıraktınız grevi…. 

Bugün de bir açlık grevleri var ve bu açlık grevi gittikçe de büyüyor. Dahası açlık grevlerine cezaevlerinde ve dışarıda intiharlarda eklendi, hergün bir ölüm haberi geliyor.  Her ölüm haberi içimizi yakıyor.  Ama ölümler arttıkça, evet, acı büyüyor ve giderek, ölen kimselerin adları yerini sayılara bırakıyor… Üç kişi, beş kişi, yedi kişi… Taraftar kimi gazeteler bu ölüm üzerinden manşetler atıyor: Newroz ateşini bu sene Zülküf’ün ailesi yaktı… Ben kendi adıma böyle bayram haberleri istemiyorum. Kalben birlik olmuş ve inanmış bir kişinin, bir milyon kişiyi titretebileceğine inanıyorum. 

Değerli ağabey, 

Sizin engin kalbinize sığınıyorum, dünyada sizin kadar barış- ve çözüm üreten başka bir lider olmadı. Bu açlık grevlerini ve intiharları ancak siz durdurabilirsiniz ve siz ancak ve ancak anlayabilirsiniz açlık grevindeki bir militanı, ipi boğazına geçiren inanmış bir kimseyi. Sizin dışınızda bu eylemlerle ilgili kim ne diyorsa, kendi adına ve ünvanına bir çentik atıyordur. 

Bugün Kürtler, Meclis’te az ya da çok beli oranda bir sandalye sahibiler… Hatta kimi kentlerimizin siyaseti ve ekonomisi belediyeler zamanında ailelere göre bölünmüş durumdaydı; birkaç gün seçim olacak ve yine kazanılan yerlerde bu aileler iş başına gelecekler. Artık, kentte yaşayan ve tek derdi nema olan bir Kürt burjuvamız da var ve onların yarattığı bir sefalet de var. Güler yüz ve kimi zaman zorla akıttıkları gözyaşıyla bizi yeniden yarattıklarını bile söyleyebilirler. Öyle bir hale gelmişiz ki doğrularımız bile onların yanlışlarını beslemekten ileri gitmiyor bazen. Güçlüler. İhaleler, çekler, senetler ve sembolik olarak park ve bahçelere verilen sevgili ölülerimizin isimleriyle ruhumuzun hesabımızı kapatıyorlar. Tanıyoruz onları. Zaten onlar da bir başka türlü iktidardırlar. Hatta, biraz daha ileri gitmeme izin verin… Sizin geçmişte sıkça andığınız bir Yılmaz Güney var… İktidarlar Yılmaz Güney’e karşı bir dizi Güney yaratmada gecikmediler… Aynısı ve benzeri sizin için de geçerli oldu hep… İktidarlar sizin yerinize her zaman sahte Öcalanlar arar ve onlar da zaten hazırdırlar! Meydanlardan sizin adınızı silmeye çalışırlar, adlarını reklam yıldızları gibi panolara yazdırırlar  ve size kalben bağlı olan Kürt halkını, adınızı anarak yanlarına almaya çalışırlar… Sizde yurtsever halkımız vardı, onlarda “yurttaşlarım” var. Onlar, sürekli bir borç (din: deyn) duygusu yaratırlar. Bizim onlara verdiklerimizin hesabını bir çırpıda silebilirler. Bunu ustaca; hatta, iliklerimize işleyerek yaparlar. Akıl vermeyi ve eleştiriyi öyle bir alımlı yaparlar ki bizimle attıkları en küçük adımı mihnet, söyledikleri her sözü ayet sayarlar. Bazen bir şey söylemezler, hissettirirler; iyilik mi yapıyorlar yoksa bizi eziyorlar mı, anlamayız; anlaşılmaz haller içinde bırakırlar bizi ve onlara ayak uydurmadığımız an suçlarlar. İşleri yanlışlarımızı kollamak ve sonra da “ben demedim mi” diye hesap sormaktır. Bunun için el, kol hareketleri, jest ve mimikleri de en büyük yardımcılarıdır. Delip geçen bakışlara sahiptirler. Bazen donuktur bu bakışları, elini uzatırken temkinlidirler; sürekli bir süzme hali içindedirler. Bir de bakarsınız, yılan gibi içinize girmişler, kan gibi damarlarınızda dolaşıyorlar, nefes alıp vermenizi bile kendilerine bağlamışlar. En büyük özellikleri nefreti gizlemektir. Sizi nasıl kullandıklarını asla kimseye söylemezler, siz onun makinesinin bir çarkı olmaya başladığınız an, inceden alay etmelerle sizi küçük düşürür, yok ederler: Bazen överek yok ederler, bazen yererek… Sakindirler, merhametli insan rolünü çok iyi oynarlar.

Onlar için kendilerinden başkasının doğru düşünme yetisi bile yoktur; başkası yoktur, herkese üstten bakarlar. Bazen zannedersiniz ki acılarınızı sanki onlar çekiyor… Çevrelerini kendileri ya da kendilerine bağladıkları kimselerle kurarlar ve insan, artık onlar için bir yemdir; bazen bize de bu yemin nimetlerini sunarlar ve biz de öyle bir kaptırırız, öyle bir sanırız ki sanki birilerini yemeden yaşama şansımız olmayacaktır; bu, güçsüzlük olsa bile gücümüzü buradan almaya başlarız ve bu güç, özünde büyük bir güçsüzlük olsa da yuttuğumuz her lokma/yem bir rahip/ imam gibi yüreğimizin dip köşesinde oturur, çiğnedikçe yeni bir imanın oluştuğunu, komşularımızın arttığını düşünürüz; mahalle ve kentler, devletler bile hayal ederiz; bilmeyiz, ihtiyaçlarımızla bizi yönetiyorlar ve biz, ihtiyaçlarımızı topraktan giderme yoluna gitmektense, plastiğe dönmüş maddelerden temin etmeye başlamışızdır ve giderek onların elinde plastiğe dönen bir hayatımız vardır artık. 

Montesquieu aklı burada devrededir. Montesquieu’nun bir yanında krala karşı bir yılışıklığı, diğer yanda yoksul kesime karşı bir kindarlığı vardır. Kürt burjuvazisi de bazen sizi yüceltir, yılışır, alttan alta da kin besler. Montesquieu basit bir akıldı, basit tanımlar yapar; ona göre İspanyollar, dürüst, mert, sır saklayan kimselerdi; Çinliler ise “hilekâr ve hırslıydılar.” 

Değerli ağabey, sizin çalışıp didindiğiniz bir Kürt Kalbi vardı ve ne dar bir bölgecilik, ne de bir eş, dost, akraba kollama yatardı bu kalpte…

Değerli ağabey, 

Açlık grevleri büyüyor, intihar eylemleri yayılıyor ve tek çözüm noktası sizsiniz. Şimdi açlık grevinin en derin halkası Leyla Güven’dir… Leyla yalnızca bir Leyla değildir. Altı yüz yıllık divan edebiyatının bitiremediği bir Leyla’dır o… O ateş ise, halkımız pamuktur. Halkın kalbi Leyla’ya dayanamaz ağabeyim… Benim ailemde annem dahil kaç Leyla vardır. Sizin ailenizde kaç Leyla vardır. Kürt Leyla’dır… Hangimiz sevdiğimiz kadına Leyla demedik. Bir fotoğrafına baksam yüzünün bir yanında altın, bir yanında gümüş vardır, gözleri sanki ateştir, baktığı an kıyamet olur, cennet görülür, yürüse çimenler, kendini buğday sanır, sallanır, sanki Musul gülüdür, Dicle’yi görünce yüzü güneş yanığıdır… Sanırsın Hemrin Dağı’dır, darda kalanın imdadına burada kuşlar gelir, gök yarılır ve yağmur bile, ben niçin toprak değilim diye bulutlara yakınır… 

Değerli ağabeyim, bir kanat vuruşu istiyorum sizden… Biliyorum elleriniz kollarınız bir şahin gibi bağlıdır… Biliyorum senelerden beri siz adım attıkça birileri çelme takmıştır. 

Turgut Özal’dan bir işaret aldınız, yerinizde durmadınız. Çırpınıp durdunuz. Olmadı. Özal öldü ve dediniz muhatabım öldü… Arayışlarınız sürdü. Kuyulara taş attınız. Sonra Yusuf gibi kuyuya düştünüz. Bir demenizle Demokratik Çözüm Sürecini başlattınız. Barış Gurupları geldi. 2000’lerde yine fırsat buldukça çağrılar yaptınız. Yaz boyunca çatışmalar olmadı, olan küçük çaplı çatışmalar da bütüne yayılmadı. Kısmen, köye dönüşler başladı, evler onarıldı, ahırlar yapıldı.  Diyarbakır’da kültürel hareketlilikler başladı. Fuarlar düzenlendi, kültür sanat konulu paneller yapıldı. Harap olan Girigos Kilisesi’nin içinde yığınla ot bitmişti ve herkes bir an önce bu otların yonulmasını istiyordu, yonuldu. Kavimler Kapısı yeniden açıldı. Kürtçe yayınlara serbestlik geldi, Kürtçe eğitimin önü açıldı.  Dile kolay, dile vurulan kelepçe kırılıyordu.   

Silahlar susmuştu. Kürt ve Türklerin en büyük şehri İstanbul’da hissedildi. Açık Hava Tiyatrosu’nda bir konserler verildi; Ermeniler, Museviler, Rumlar, Kürtler burada, açık havada şarkılarını söylediler. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Çocuk Korusu gecenin yıldızı oldu, ayakta alkışlandı. Siz alkışlandınız aslında ağabeyim, siz… 

Kürtlerin yüzü gülüyordu. Amerika ve İngiltere’nin desteği ile Güney Kürdistan halkının yüz seneyi aşan kavgası bir sonuca bağlandı. Kürtler federatif bir yapıya ulaştılar; Celal Talabani Irak Hükümet Konseyi Başkanı oldu. Güney, Kürtler için bir çekim merkezi oldu. Siyaset ve ekonomi yeniden canlandı. Pijama lastiğinden, domates bibere; petrolden giyime kadar Güney Kürdistan Türkiye’den giyindi… Sınır kapısı, korku değil, bereket, bolluk ve halkların kardeşlik simgesi oldu…  

Gözlerinizi gördüm değerli ağabey, gözleriniz gözlerimde, yaş attı;1999’da başlattığınız barış girişimleri bazen çelmelense de umut oldu…  

Elbetteki bunları yaparken yalnız değildiniz değerli ağabeyim.  Bunların bir başka mimarı da vardı. Şair Müştak babanın işaret ettiği kimselerdiniz. 

Elbette ki bunları yaparken Kürtlerden en fazla oyu alan ve cesareti ile dünya liderleri arasında haklı bir yere sahip olan sayın Tayip Erdoğan’ın da payı büyüktü. Erdoğan’ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında tanıdık.  Seçilmesinde en büyük katkı Kürtlerindi. Kürt mahalleleri CHP yerine, Tayip Bey’i desteklediler.  Tayip Bey’de seçildikten sonra Kürt meselesine ilgi gösterdi. Tayip Bey bir kilişeyi kırdı. “Kürt sorunu, benim sorunumdur” dedi. Bu güne kadar reailite, sorun ya da ekonomik kalkınma gibi adlarla anılan Kürt meselesi için ilk kez biri elini kalbine attı, cebini düşünmedi, bu benim sorunumdur dedi, meseleyi kişisel bir dert haline getirdi. 

Tabii sağlam, Kürt meselesinde tıpkı sizin gibi toprağı mülkiyeti haline getirmeyen, insanları mutluluk içinde görmekten başka derdi olmayan biri daha vardı: Mam Celal. Bir ara sessizlik, tıpkı şimdiki gibi bir ceviz gibi kapladı herkesi ve her yeri. Celal Talabani devreye girdi. Kimi görüşmeler sonucu yeni bir ateşkes gündeme geldi ama uzun sürmedi. Yine bir adım atılmış ve bu adıma bir çelme takılmıştı yine.  

Tayip Bey’in eli, dışarıdan bakıldığı zaman güçlü değildi. Nihayet 22 Temmuz 2007’de büyük başarı kazandı ve Kürtlerden hatırı sayılır bir oy aldı. Çok geçmeden Habur Süreci başladı. Bu, sizin, Emre Taner’le yaptığınız görüşmeler sonucunda ortaya çıkan bir süreç oldu.  Buna açılım dediniz. Yeni bir sürecin ayak sesleriydi.  Süreç, açılım diye başladı, Kürt Açılımı olarak devam eti, Demokratik açılım olarak telaffuz edildi. Bu açılımın ilk adımı olarak TRT bünyesinde TRT 6 ismiyle bir TV kanalı açıldı.  Güzel günlerdi. İnişli, çıkışlı bir süreç gelişti. En kötüsü de  Silvan’da çıkan bir çatışmada 13 askerin yaşamını yitirmesiydi. Süreç, beklenti vs her şey tuz buz oldu. Aslında 13 asker sizin şahsınızda öldürüldü. Size kurşun sıkıldı. Her şey üstünüze yıkıldı. Sert bir açıklama yaptınız: “Gereği neyse yapmak istiyorum. Bunun için çok açık Sayın Başbakan’a buradan sesleniyorum, bana rolümü oynamam için gerekli pratik araçların sunulması gerekir. Daha önce Parlamento’nun bu konuda karar alması gerektiğini belirtmiştim. Ben Meclis’in tatile girmemesini bunun için istemiştim. Gerekirse Meclis acil toplanıp bu konuda görüşüp çağrı yapabilir. Veya Başbakan bir çağrı yapabilir. ‘Biz bu işin silahlarla çözülmeyeceğine inanıyoruz. Bu meseleyi demokratik anayasal yöntemlerle çözeceğiz’ derse, bir haftada hallederiz.” 

Silvan’dan sonra Roboski Katliamı ile barış umudunu yok edildi. Ki zaten ne zaman barış deseniz, o zaman karanlık bir el devreye girdi. 

Sonra yine bugün ki gibi açlık grevleri başladı. Kardeşiniz ziyarete geldi. Dediniz o zaman 

“Açlık grevleri çok anlamlıdır.Bu eylem yerini bulmuş ve amacına ulaşmıştır. Hiçbir teredütte kalmadan, bir an önce açlık grevine son versinler.”  

Açlık grevi bitti ama sizinle görüşmeler silahlı çatışmalar nedeniyle askıya alındı. Böylesi bir zaman diliminde Tayip Bey, yine bir ışık yaktı, 27 Aralık 2012’de çıktığı bir televizyonda “Işık olduğu sürece devam ederiz” dedi. Işıltılı sözlerdir bunlar. 

İki kişi bu sorunu çözebilirdi; evet, Öcalan ve Erdoğan. Bu bir ışıktı. Ama bütün ışıklar gibi bunu boğmak isteyenlerde olacaktı. Biri “Hükümet mecbur kaldı, Masaya geldi” dedi. Başka biri Öcalan sıkıştı dedi… Görüşmler yapılırken, karanlık el uzandı yine… Bu sırada sizin en yakın arkadaşlarınızdan Sakine Cansız ve iki arkadaşı Paris’te öldürüldü. Ha size kurşun sıkıldı, ha Sakine’ye… Sizi ve Tayip Bey’i güçsüz düşürmek isteyenlerden başka kimseler değildi bunlar… 

Zor bir süreçti ve bu zor süreci- krizi yönetecek kadrolarda yoktu. İpler gerildi.  O zamanın siyasi partisi BDP cephesinde ise İmralı’ya gidecek ikinci bir gurupta kimin olacağı tartışıldı. 

BDP’nin eşbaşkanlarından Selahattin Demirtaş Strasbourg’dan tartışmalara katıldı; hükümetle görüşürüz dedi ama İmralı’ya kimin gideceğine biz karar veririz. 

Çocuk oyununa dönüşen ve siyasal erdemleri dıştalayan sen ben kavgası sonucu nihayet bir heyet oluştu ve değerli ağabey, 21 Mart 2013’te sizin mesajınız okundu, Memleketime bahar gelmişti. 

Sonra işte sonra yine çelmeler takıldı. Ceylanpınar’da iki polis öldürüldü. Barışı istemeyenler öldürdü. 

Ve değerli ağabey, sizin Sümer Rahip Devleti’nden itibaren yazdığınız, İmralı Savunmaları dahil her fırsatta dile getirdiğiniz Demokratik Cumhuriyet ve bunun ana damarı olan Başkanlık sistemi dinamitlendi. Belki dünyanın en kısa basın açıklamasıydı bu ama bizim ansiklopedilere girmek gibi bir derdimiz yok. Kürt meselemiz var ve vatan dediğimiz şeyde, bu gün kendini cezaevinde asan kimselerin tırnağı bile değildir. 

Ve Kürt meselesin en ciddi adımları atan Tayip Bey de, burada sırf laf olsun torba dolsun hesabı altı doldurulmayan bir sloganla yekten karşıya alındı… Sokakta, çocuklar bile dalga geçer gibi “seni başkan yaptırmayacağız” demeye başladılar…

Değerli ağabey bütün bunları açlığının kaçıncı gününde olduğunu unuttuğum Leyla Güven ve hergün bir ölüm haberi aldığım cezaevinde hayatını son verenler için yazdım. Bu mektubu yazdığım kağıt yakılmış ormanlarımızın küllerindendir; kalemim, İsa’nın çarmıhından çekilen çivilerdir ve mürekkebim annemin sütüdür… Belki bu mektuptan dolayı hakimi kalmamış bir adliye salonunda biri kulağımdan tutup beni içeri atabilir; sahnede sıkça görmeye başladığımız ve her andığımızda içimizi yakan ve Tayip Bey’in de bir zamanlar çok sahiplendiği Cumartesi Annelerini dağıtan genç polislerden biri sokak ortasında kimlik yoklaması yapma bahanesi ile bana tokat atabilir. Bunlar olabilir. Bir diğer mesele giderek artan ve kullanılan hard dille kulakları tırmalayan milliyetçi söylemdir. Devlet Bahçeli’nin en önemli özelliği sokaktan MHP’yi almasıydı. Ondaki milliyetçilik Abdullah Ziya Kozanoğlu ve Nihal Atsız’ın kimi roman kahramanları gibi kulağa ve kalbe de hoş geliyordu. Ama bu dil milliyetçiliğin halk sevgisinden giderek uzaklaştı. Milliyetçilik, sokağa bilinçsizce aktığı zaman kof bir kalabalık, şuursuzca akan bir gürültü cenderesidir. AKP, Tayip Bey’in AKP’si iken, bütün eğilimleri, dini farklılıkları ve dilleri bir arada tutabilen bir çimento iken, bu seçim sürecinde dile gelen milliyetçili söylemler benim gibi partisi, kalbi; görüşü, vicdanı olan kimseleri yaraladı. Bu dilin sahipleri daha ileri de gidebilir. AKP ve Tayip Bey, benim gibi bir çok insan için Kürt meselesini çözebilecek tek kişidir hala ama tek derdim açlık grevleridir şimdi, kendini yakan ve asan kimselerdir… Hiç kimseyi dışta tutmayan, düşünce suçu diye bir suçun olmadığı bir ülke hayal ediyorum ve düşünce suçundan dolayı hapis yatan akademisyeninden siyasetçisine kadar çile çeken herkesin beratını, mektubu bitirdiğim bu kandil günü size yalvararak dile getiriyorum Tayip Bey…  

Değerli ağabey, Kürt meselesini, açlık grevini yazarken şunu fark ettim. Bu mektup sadece size değildir, Tayip Bey’edir de… 

Sizden ricam, kırın suskunluğunuzu, sizin yakın arkadaşınız, dostunuz Haydi Durmuş açlık grevindeyken demiştiniz, “milyonların yükü vardı sırtımda.”  Şimdi posta yollarım kapalı ve bu yüzden ulaşır mı ulaşmaz mı diye bilmediğim bir yolla size mektup yolluyorum…  Umarım, size gelen gazetelerden birinde bu mektup yayımlanır ve siz gerekeni yaparsınız; bu telgraf olur, mektup olur, bu bir yakın akrabalarınızdan biri üzerinden mi olur, bilmiyorum.

Size sonsuz güveniyorum… Yüreğin kanadığı yerde kanın rengi sorulmaz…

Duygularımı ne kadar ifade ettim bilmiyorum, sevgiler, saygılar, my.  

İstanbul, 30 Mart- 3 Nisan 2019

*

/ İlk olarak 2019 yılında yayınladığımız Yücel’in bu yazısını bazı okurlarımızın isteği üzerine yeniden yayınlıyoruz…/

 

İlginizi Çekebilir

Fırat Aydınkaya: Kürtler Açısından Kürt Sorunu Biterken!
Fırat Aydınkaya: Yoğun Bakım Ünitesinden Çıkmak Mümkün Mü?

Öne Çıkanlar