Mahsa Emini’nin katledilmesinden sonra eylemler büyüdü ve şimdi İran, başı kesilmiş bir horoz gibi bir o yana bir bu yana dönüp duruyor; Güney Kürdistan’a saldırıyor, Bağdat’a bir şeyler yapıyor, kendine dost arıyor; burada durmak gerekiyor, İran komşularıyla zaten dost, olmazsa, bu kadar zalimliği yapabilir mi hiç! İki nedenden yapamaz; ilki korkar, ikincisi utanır. Ayrıca komşuları da ona dur demiyor, bir yaptırım uygulamıyorlar. İran bundan güç alıyor, resmi gazetelerinde, televizyonlarında sokağa çıkan kimselere terörist diyebiliyorlar.
İran, Rusya ve Çin’le sıkı fıkı; Rusya’yla otomotiv sektörüne giriyor, Çin’le ortak tatbikat yapıyor. İran iç işleri bakanı, İtfaiyeciler Günü münasebetiyle bir açıklama yapıyor, bölücü terör örgütlerine müsamaha göstermeyeceğini söylüyor. Özetle zulmü meşru göstermek için elinden geleni yapıyor. Konuşmaları, demeçleri iğrençtir, ağızlarındaki her sözcük çekirge kavkıdır sanki; her harfleri ölümü çağrıştırıyor, her harfte, tehdit var; her harf ağızlarında bir tabutun çivilerini çakıyor. Ölüm onlar için ekmek kapısına dönmüş; öldürmek, gözaltında barbar işkenceler yapmak rütbelerine rütbe katıyor.
Kürtler işin içine girince acı biraz daha ağır bir hal alıyor. İran- Irak Savaşı sırasında İran’a esir olan Kürtler vardı, senelerce hapiste kaldılar, sonra bırakılıp Kürdistan’a döndüklerinde ne evleri kalmıştı, ne çocukları; jenosid hepsini darmadağın etmişti. Dahası da vardı, kimi tutsağın yakın akrabaları, arkadaşları da asılmıştı. Ölmekte asılmakta ağır gelmiyordu, kimi arkadaşlarının kanı alınıyordu, kan her zaman gerekli bir şeydi; tutsakların, asılmadan önce devrimcilerin ve Kürtlerin kanlarının son damlasına kadar alıyorlardı. Dünyada böyle bir savaş suçu yoktur… Bütün bunları Allah adına yapıyordu. Tıp ahlakı da bu arada ayaklar altına alınıyordu.
Bunları biliyorduk. Daha çok şey biliyorduk. Sessizliğin sözlüğü içinde, bunları bilenlerle sessizce konuşuyorduk. Kimileri bunları yaz diyordu, kimileri şairsin bundan iyi şiir çıkar diyordu; şiir liriktir, epiğe döndüğü zaman, vasatlaşır. Kendimi katmadan nasıl yazabilirdim ki? Hatta bunları bilirken, kendimi en çok Dybbuk’la açıklardım; Yahudilerin meşhur bir figürüdür bu; Dybbuk, bedenin içine çöker, acı verir, beden de acıyı alır, çeker, zamanla sözü de biter, ağzı var dili yok denen cinsten birine döner insan, sözden sonra sesini de kaybeder…
Ama artık boynum eğik değil, kadınların ayağa kalkmasıyla gurur duyuyorum. Kadınların adları, yakınları, İran rejiminin ölüler listesinde olsa da denize ve ağaçlara her baktığımda onların ayak seslerini duyuyorum; onlar “gecenin denizleridir” diyorum… Dut ağacının ince kabuğundan sonra ipeksi bir zar vardır ve bu zarın üstünde de ince bir tabaka… İşte eskiler, bu ince tabakayı, Ermeni ustaların elinden çıkmış bir bıçakla alır, merhem yaparlardı…
Bundandır biraz da olsa sesimin çıkması…
Türkiye’de pek çok saç kesme eylemi oldu. Bu eylemlerden iki tanesi de bana ayrı bir güç verdi. İlki Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı’nın, ikincisi, Nalan Barbarosoğlu’nun bir çırpıda saçlarını sıfıra vurmasıydı.
Hisleri, fikirleri para gibi elden ele, kişiden kişiye bir çırpıda değişen, ellerini önde bağlamış, böylece bütün gövdesini de mühürlemiş bir iktidar ve iktidarın torpido gözleri ve gözdeleri karşısında bu eylemler, saygınlığın ötesindedir…
Demirtaş ve Mızraklı’nın saçlarını kesmesi, başka bir saç tarihi de veriyor bize. Eskiden okullarda üç numara tıraş esastı. Tek tip elbiseli ilkokul günlerinde, çocuklar saçlarını üçe vurmak zorundaydı. Yoksa öğretmen ya da müdür, eline bir makas alır, tam ortadan saçı başı dağıtır, tren yolu yapardı. Parası olmayan, böyle birkaç gün okula gelirdi. O zamanlar berber pahalı bir şeydi, yalnızca onlarda zaza marka makineler vardı; birden üçe kadar numaralıydı. Sonra bir anda Almancılar, bu makinelerden getirmeye başladı, kısa sürede her şehirde olan pasajlarda bunlar satıldı. Artık her evde bu iş yapılıyordu. Bu makinelerin tek makamı vardı: Sıfır. Arablus!
Böyle olunca okulda, saçlarını makasla kısa kestirenler kendilerine bir eğlence bulurlardı. Kimi zaman el tükürüklenir, başa vurulurdu. Gurbete çıkanların da, çıraklık yapanların da en büyük keyfi, bu eziyetten kurtulmak, keyfince berbere gitmekti…
Elbette, saç kesmenin işkence olduğunun bir yeri daha var: Hapishane. 12 Eylül’de tek tip elbise, tek tip saç… İlk hapse girdiğimde, iki gardiyan saç kısmına götürdü beni; orda adli bir mahkûmun saçları kesiliyordu, dağ gibi adam, mum gibi erimişti; elleri, bacaklarının arasında kalmıştı, omuzları düşmüştü. Sıra bana gelince, büyük bir laf etmiştim, şimdi asla edemem, demiştim, boynumu kesebilirsin ama saçımı asla…
Bir de Öcalan’ın saçlarının kesildiği bir zaman vardı. Büyük eylem oldu. Dünyanın pek çok yerinde erkekler saçlarını kestiler…
Başka başka şeyler de geliyor aklıma. Bitlenme vardı sonra. Kadınlardan biri diğerinin başını dizine koyar, saçlar arasında bit öldürürdü. Tek kurtuluş jiletle saçı almaktı…
Demirtaş’ın saçlarını sıfıra vurması Tezer Özlü’nün bir yerde söylediği şeydi: Bağıra bağıra susmayı öğrenmek… Buydu! Dışarıda olmak isteğinin bu kadar içtenlikle dile getirilmesinin başka bir açıklaması yoktur. Biri senin saçını keserse, baskıdır, zulümdür; sen berbere gidip saçını kesersen, bu bir ihtiyaçtır, lükstür ama bir gece, hücre arkadaşınla bir anda karar verip sabahleyin kalkıp saçını sıfıra vurursan, bu bir eylem değildir sadece, erdemdir: Katledilmiş genç bir kızın kalbinin yanına kalbini koyma ve saçlarını kesen kadınlarla aynı ruh halini bir anda kuşanmak bir dağ tapınağına gitmek gibi bir şeydir; burada, ikisinin kaldığı hücrede tek bir şey yapılıyor; ses sağılıyor, ses duman gibi yükseliyor. Dışarıda olsalar, Mahsa Emini’nin yanında olacaklar, sokağa çıkacaklar, kanları ay gibi dolanacak, kadınların yanında yerlerini alacaklar… Ne söylüyor ki kesilmiş saçları: Uykudan öte, dinginlik veriyorlar, bağlandıkları kayalardan, yontu gibi bize, değişmeyen bir direnç ve gülümseme bırakıyorlar. Üstelik her adım atışımızda, ayaklarımızın altından sessizlik düşerken…
Demirtaş ve Mızraklı’yı siyasetten tanıyorum. Nalân Barbarosoğlu ise canımdan, kanımdan tanıyorum; ailemden biridir, dostumdur, kardeşimdir. Ona gelen bana gelsin dediğim biridir. Türkiye’nin en iyi hikâyecisidir. Büyük yazardır. Şimdi kitapları büyük yayınevlerinden çıkan onlarca kişinin, hocasıdır. Fanzinden bir dergi çıkartır. Nalân, bir zamanların Yapı Kredi yayınlarında editörlük yaptı; Can yayınlarında çalıştı. Başkasının yazdığı hikâye ve romanlara emek verdiği kadar kendi yazdıklarına emek verseydi, şimdi dünyanın pek çok diline çevrilirdi. Benim için çevrilmiyorsa, bu çevirmenlerin ayıbıdır. Yazdığı, yazacağı her hikâyeyi bilirim; hep konuşuruz; birbirimizden pek bir şey saklamayız. Ben ona kahve, soda ısmarlarım, o da her görüşmemizde bana bir şey getirir; kalem, silgi, defter.
Ayrıca ne yazsam ona yollarım. Yazdıklarımı şöyle bir konuşacağımız sıra önünü keserim, “sen zaten okumuyorsun” diye konuyu dağıtırım. En son Mahsa Emini’yle ilgili yazdıklarımı gönderdim. Birkaç gün sonra görüştük; bana bir kazak örmüştü, onu getirdi. Olup bitenlerden konuştuk. Aklımda bir şiir vardı, doğrusu bu aralar hep bu şiir var, ezberlemekten korktuğum bir şiirdir bu, pek sevmediğim bir şiir ama sığındığım bir şiirdir: “Bize derlerdi, yeneceksiniz boyun eğdiğiniz zaman/ Boyun eğdik ve külü bulduk/ Bize derlerdi, yeneceksiniz sevdiğiniz zaman/ Sevdik ve külü bulduk” (Yorgo Seferis). Sonra kalktık, sonra Nalân, bana bir fotoğraf gönderdi: Saçlarını sıfıra vurmuş…
Ben böyle bir hikaye beklemiyordum.