Müslüm Yücel: Fethedilmeyenler; Öcalan ve Mandela

Yazarlar

Mandela, mevcut durum ve politikayla ilgileniyor; Öcalan, mevcut durumları tahlil ediyor, ilk zamanlarda tarihle ilgileniyor, Marksizm üzerinden teori üretiyor, bazen söyledikleri not ediliyor, bazen bunlar kasetlere kaydediliyor. İlk çalışmaları ‘tarihte zor’ ve ‘sömürgecilik’ üzerinedir. Bu anlar belki bir gün şakirtleri tarafından film ya da belgesel yapılır, çok detay vardır…

*

Beyaz adamın ürettiği ansiklopedilerden biri olan Encyclopedia Britannica (1789) için zenciler çirkindi, kötüydü, düşmandı; zenci kadınlarının da belleri düşük, kalçaları genişti, kalçaları eyere benzerdi; zenciler tembeldi, ihanet içinde yaşardı, küstah, hırsız ve merhamet nedir bilmezlerdi. Toni Morrison’un Ötekilerin Kökeni’nde (2019) söylediği gibi bu “öteki inşa ederek kendi doğrularını dayatmaya” çalışmaktı. Bu yüzden beyazlar, siyahilerin bir güç sahibi olmalarını istemezlerdi, çünkü o zaman güçlerini kaybederlerdi. Beyazlar aç gözlüydü ve her bir şeyi kendileri için isterlerdi.

İnşa sürecinde, simgesel olarak düşman iki şeyle ifade ediliyor, kokuyla, renkle: Düşman, pis kokuyor! Fransızlar için Alman kötü kokar. Edgar Berillon (1859-1948) bir makalesinde (Alman Irkının Aşırı Dışkılama İhtiyacı) Almanların kötü koktuğunu söylüyordu. Almanlar için de, Avusturyalılar kötü kokardı. Kötü koku yayan, her zaman karşıt taraftı, düşmandı. Cezare Lombroso’nun “Suçlu” (1876) romanında “Çingeneler” leşle beslenir, kötü kokardı.

Dinler dinleri sevmez. Bu sevgisizliği koku üzerinden dile getirirler. Hıristiyanlar için Yahudiler kötü kokar. Tanrı Yollarını Tanı adlı (12. yüzyıl) broşürde Deccal, Yahudilerin arasından çıkar ve ana rahmine düştüğü an, şeytan da onu beslerdi. Yahudinin tipi ilginçtir: “Gözleri ateşten, kulakları bir eşeğinki, ağzı ve burnu bir aslanınki gibiydi.”

  1. yüzyılda, kutsal metinlerin burjuva antisemitçikleri için yorumu, doğrudan Yahudi dinini kabul etmiş kimseler olacaktır. Henri Bapatiste (1750- 1831) “Yahudilerin Fiziksel, Ahlaki ve Siyasi Açıdan Yeniden Doğuşu Üzerine Deneme” adlı eserinde şunu söylüyordu: “Genelde yüzleri mosmor, burunları kanca gibi, gözleri çökük, çeneleri çıkık ve ağızlarının büzücü kasları çok belirgindir. Yahudilerin her zaman kötü koktuğu da söylenir. Yahudiler ayrıca kanlarının bozuk olduğunu gösteren hastalıklara eğilimlidirler.”

Yahudi, Hıristiyan dünyasını inşa eden en önemli faktördür; Geofery Chaucer’in (14. yüzyıl) dünya ölçeğinde nam salmış eseri Cantebury Hikayeleri’nde (1994) bir ilahi vardır: Ey Kurtarıcının Şefkatli Annesi. Burada, Yahudi Mahallesi anlatılır. Bu mahallede bir kuyu vardır ve bu kuyuya, zavallı Hıristiyan çocukları ya atılmış ya da boğazları kesilip kanları akıtılmıştır! Bunu okuyan bir kişi ne yapar, ne düşünür, bilmiyorum.

Renk fetişizmi ise siyah/ beyaz üzerinden görülür; beyazın korktuğu şey “kan sızıntısıdır.” William Faulkner, Ses ve Öfke (1965) ve Abşalom Abşalom’da (2000) bir damla siyah kanın yarattığı dehşete (ensest, melez) sayfalar harcar. Bazen dehşet inceltilir, Ernest Hemingway Ya Hep Ya Hiç (1972) Cennet Bahçesi (1965) gibi eserlerinden bundan pişkince istifade eder; mahzun ve sempatik kişiler yaratır ama siyahi bu sefer de erotik bir bildiriye döner. Rengin yıkıcı bir güç olduğunu yaşamından, tarihinden beslenerek anlatan Toni Morrisson, En Mavi Göz (2014), Yuva (2021) ve Tanrı Çocuğu Korusun (2016) ve diğer romanlarında rengin “bela ve lütuf” yanına değinir ve her satırda bize şunu fısıldar: “Gerçek olgunluğa erişmenin tek yolu kendini düşünmeden başkasını sevebilmektir.”

Morrison renk üzerinden geniş bir alana yayılır; Süleyman’ın Şarkısı’nda (2019) gitar, tatlıdan nefret eder, şeker/ şekerleme de ona ölümü ve beyazları çağrıştırır. Bu durumdan kurtulmak isteyenler vardır; En Mavi Göz’ün kahramanı Pauline sinemaya gider, film izler, kendine, başka bir hayat arar. Yine aynı romanda Pecola, porselenler, işlemeli beyaz tahtalar, cilalanmış dolaplar, parlak bakır eşyadan yansıyan ışıklar altında bir ipek kumaş gibi parladığını düşünür; bu kıza yaşıtları “kara böcek” diyerek alay etmişlerdir! Pecola, eğer gözleri mavi olsa bu halden kurtulacağını düşünür. Sula’da Nel, burnunun güzelleşmesi için annesinin mandal takmasına kızar ama yine de dener…

Birimiz az, birimiz çok değiliz; birimiz çok diye aydınlık, birimiz az diye karanlık diye bir şey de yoktur. Çoğunluk diyor Kant, bir yetidir, otonomi ve bağımsızlık yetisidir. Ama bir de şu vardır, sen çoksan, sana çokluğu ben veriyorum, benim sayemde çoksun, kendini, kendin gibileri ancak benim üzerimden bir araya getirebiliyorsun, ben aradan çekilince kararıyorsun, bilmeye, beni bilmeye cesaret edemiyorsun; okullar açıyorsun ama düşünmeden itaat etmemi istiyorsun. Bu, ideolojik bir sorundan ziyade, bir varoluş sorunudur, bir yüze bakma, kendini bu yüzde görme eğilimi yoktur; varlığımız anlamsızlaşıyordur ve anlamsızlaştığının farkında bile değildir. Oysa sonsuzluk ve aşkınlık anlamını ötekiyle eşitlikte bulur; bu özgürlüğe tek referanstır: Mandela ve Öcalan, ötekiyle eşitlik üzerinden dikkat çekiyorlar; Mandela, renk ve tarihinden; Öcalan, dil ve tarihinden dolayı öteki hanesinde yer alıyor. İkisi de büyük örgütler kuruyor, ikisi de zamanla silahsız bir felsefeyi benimsiyorlar. Morrison, Mandela için şunu söylüyor: “Benim için Mandela dünyadaki tek devlet adamıdır, sorunlarını silahla çözmeyen biri. Bu gerçekten inanılmazdır.” İkisi de bir milletin/ insanlığın varoluş kavgasını veriyorlar; ikisi için de bu varoluş kavgası, adeta bir halk oylamasıdır.

Mandela ve Öcalan   

Mandela, Robben Adası’nda ve Pallsmoor Hapishanesi’nde toplam 27 yıl kaldı, buralardan Cumhurbaşkanı olarak çıktı; Nobel Barış Ödülü dâhil, 250 ödül aldı. Bir aşiret çocuğu olarak doğdu. Lise hayatı tıpkı Öcalan’ınki gibi sessizdi; üniversite hayatı da Öcalan’a benzerdi, bir sürü siyasi olaya karıştı. Öcalan, ilk hapse Şafak Bildirisi’ni dağıttığı için girdi; Mandela, boykotu örgütlediği için okuldan uzaklaştırıldı. Mandela hukuk okudu, siyahilerin avukatı oldu. Öcalan, kadastro, siyasal ve hukuk okudu. Mandela, halkı silahlı direnişe davet etti, 1962’de sosyalist ülkelerden silah ve para yardımı almak için bir dizi seyahat yaptı. Öcalan’ın 70’li yıllarda başka ülkelerden yardım alacak imkânı yoktu, kadastroculuktan kazandığıyla örgüt kurdu. Mandela, bulduğu silah ve parayı sabotaj ve suikastlar için kullandı, gerekçesi şuydu: “Hiç kimse, yalnızca beyazların temsil edildiği parlamentodan çıkan kanunlara uymak zorunda değildir.”

Mandela hem sosyalist hem milliyetçi olduğunu sıkça söyledi. Siyaset bilimiyle ilgilenmedi, anıları, hatıraları, geldiği tarih, buradan edindiği meselleri anlatmaktan büyük bir zevk aldı; bir teorisyen değildi, böyle bir iddiası olmadı, kendini halkın sorunlarına yanıt arayan pratik bir politikacı olarak tanımladı; dışarıdayken hikâye anlatmayı, içerideyken şiir okumayı hep sevdi. Hayatını kuşatan tek şey belki de çocukluktan itibaren aşılanan Ubuntu felsefesiydi; bu ahlak ve insan sevgisiydi: “Ben, biz olduğumuz zaman benim.” Ubuntu, biri aşağılandığında ben de aşağılanırım demekti. Öcalan’ın da ilk Ankara gözlemleri böyledir, biri yükseliyor, birileri aşağı çekiliyor ve bu birinin doyması için, en az yüz kişi aç bırakılıyor.

Öcalan, milliyetçi değildir, sosyalizmi benimsedi. Ama Öcalan da hikâye anlatmayı sevdi; klasik destanlara ayrı bir önem verdi; Siyabend û Xecê ve Dewrêşê Evdî’ye, özellikle de bu iki destandaki kadın figürüne (Xecê, Edul) büyük kıymet verdi. Dewrêşê Evdî’yi söyleyen Baqi Xıdo’yla dost oldu, şairlerden Osman Sabri’yle; ayrıca Aram ve Şıvan Perwer’e önem verdi, sohbet etti, dinledi. Baqi Xıdo Urfa’ya gidip gelirdi, tülbent ve çay satardı; düğün ve davetlere çağrılırdı: Xeta Mılan’da/ Milli Hattı’nda (Siverek, Viranşehir, Ceylanpınar) pek bilinmezdi ama Baziki ve Beraziler (Hilvan, Bozova, Halfeti, Suruç, Birecik, Nizip) arasında efsaneydi; o söylerken kadınlar tülbentlerini ağızlarına dolar, sessizce ağlardı. “Üç devletin sürgünü” diye anlattığı Avni Gökoğlu hala belleklerdedir. Öcalan, Türkiye’ye getirildikten sonra bir ağıt yaktı; bu ağıtta, İmralı’da çok şey yetişiyordu ve her yetişen şeyin bir kokusu vardı ve Öcalan bu kokuların hiç birini duyamıyordu; Öcalan’ın kavun, karpuz ve bir de şamamok sevdiğini biliyordu. Mustafa Aksakal anlattı, Öcalan ve Mustafa, Hilvan’a gelirler, yazdır; geceleyin kilam söyleyen birini çağırırlar, kilamların birinde Şeyh Said’in asılması anlatılıyor, o sırada Öcalan ağlıyor: Şeyh Said asılırken, ayak başparmakları titriyor. Dengbêj diyor ki, şeyhim asılırken ayak parmaklarını bir araya getirmek istiyor, demesinler ki şeyhim korkuyor.

Mandela, mevcut durum ve politikayla ilgileniyor; Öcalan, mevcut durumları tahlil ediyor, ilk zamanlarda tarihle ilgileniyor, Marksizm üzerinden teori üretiyor, bazen söyledikleri not ediliyor, bazen bunlar kasetlere kaydediliyor. İlk çalışmaları “tarihte zor” ve “sömürgecilik” üzerinedir. Bu anlar belki bir gün şakirtleri tarafından film ya da belgesel yapılır, çok detay vardır. Ayrıca Fırat ve Dicle, büyük bir ilham kaynağı olarak Öcalan’ın hayat hikâyesinde rol alıyorlar: “Feyzimiz Nil gibidir, ama biz Dicle ve Fırat’ız” diyen Melayê Cizîrî; “Nehirler durgun denizlerin şirazesidir” diyen Ehmedê Xanî’yi de elbette eklemem gerekiyor. Bu iki mısra 70’lerde sıkça dile getiriliyor. Öcalan, köylerinin yanından Fırat geçerken, iki ağacına su vermek için dağa çıkıyor.

Mandela, kendi başına tez üretmedi, bir teorisyen değildi. Fikirlerinin bir kısmını Gandi ve Nehru’dan aldı, en çok Kwame Nkrumah’tan etkilendi; Nkrumah, sömürgecilik karşıtı, Pan-Afrikacı görüşlerini benimsedi. Öcalan, Marksizm’den etkilendi. Mandela, ilk başlarda silahlı eylemlerden yanaydı ama sonraları silahlı eylemlere karşı çıktı, değişim ona göre artık silahla değil, hukukla olabilirdi; müzakere ve uzlaşmayı ilke edindi. Öcalan, 1993’ten itibaren silahlı mücadelenin yerini başka araçlara bırakması gerektiğini söyledi ve bu konuda ilk adımı attı, ateşkes ilan etti: PKK’nin içindeki bir yapı ve Özal’ın ölümüyle süreç sona erdi. Öcalan, Özal ölünce şunu söyledi: Muhatabım öldü. Ekledi: Bir muhatap arıyorum. O günden beri de bir muhatap arıyor.

Mandela, sosyalizm, milliyetçilik arasında gidip geldi. Ancak demokrasinin güzelliğinin de farkındaydı; ifade özgürlüğü, kapsayıcılık, her kim olursa olsun hesap verebilirlik Mandela’yı cezp ediyordu. Marksizm’den de etkileniyordu. Özel mülkiyete karşı çıkıyordu. Doğu Blok’u yıkılınca sosyalizm ısrarını bıraktı. Öcalan, sosyalizm ve demokrasiyle ilgili fikirlerinden vazgeçmedi; bu fikirlerini Orda Doğu üzerinden yeniden yorumladı, demokratik uygarlık ve demokratik toplum teorisini geliştirdi; komünalizm, feminizm, konfedaralizm ve ekoloji gibi pek çok alan, bu teori üzerinden geliştirildi. Özellikle kadın konusunda, bugüne kadar akla gelmeyen çalışmalar yaptı: Jin, Jiyan, Azadî, bugün Afganistan dâhil, bütün Orta Doğu’nun dilindedir. Mahsa Emînî’nin katledilmesinden sonra Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu slogan Batılı kadınlar tarafından da atıldı. Suriye’deki süreç, kadın devrimi olarak şimdiden hatırı sayılır bir literatüre ulaştı.

Robben Adası ve İmralı 

Öcalan ve Mandela’nın hikâyelerinin kesiştiği diğer bir yer, ada hapishaneleridir; Robben Adası kireç taşıyla ünlüydü, sonra burası hapishaneye dönüştürüldü. Mandela ve arkadaşları bu taş ocaklarında çalıştılar, adanın kireçli olmayan kısmında tarım yaptılar; en çok salkım domates yetiştirdiler. Mandela burada sekiz arkadaşıyla kaldı, gündelik bir hayatları vardı; tarım yaptılar, taş kırdılar, iş bitiminde duş aldılar, yemek yiyip sohbet ettiler. Haber aldılar, haber verdiler; mektupları sansürlendi ama sevdiklerinin ellerinden çıkmış beyaz kâğıtlara, elleri değdi diye sevinirler; kötü haberleri özenle seçti yöneticiler, aylar sonra verdiler. Aile ziyaretleri de yaptılar ama ailelerle politik sohbet yapmak yasaktı; çocukları, eğer 16 yaşını doldurmuşsa, gelebilirlerdi; hatta bir keresinde Mandela’nın 16 yaşını doldurmuş kızı geldi; Mandela kızının yüzüne özlemle baktı, gülümsedi, bir ara kızı politika konuştu ama gardiyan uyardı; kızı, “Ben politika konuşmuyorum, hayatımı konuşuyorum” dedi, gardiyan sustu.

Mandela, burada en fazla arkadaşlarıyla konuştu; arkadaşlarından ikisi Mandela’dan sonra başkan oldu; Mandela, bu arkadaşlarına şiir okudu. Bu şiirlerden biri, belki de en önemlisi William Ernest Henley’in (1849- 1903) Invictus (Yenilmez, ya da Fethedilmeyen) şiiriydi.

Henley’in kemik tüberkülozundan dolayı bir bacağı işlevsiz kalmıştır. Hatta denir, apseler boşaltılırken herkes ağlarken, o ağlayanlara moral olsun diye gülerdi. Hayatının büyük bir kısmı hastanede geçti, bu yüzden bir sürü hastane şiiri yazdı, İntihar adlı şiirinde, yoksulluk ve hastalıktan dolayı intiharın sınırına gelen insanları anlattı: “İşsizlik ve yiyecek yokluğu ve birilerinin safahatı için dünya karanlık bir bilmeceye döndü (…) Ve bıçak keskin olmasa da, birine doğru hızla ilerliyordu.”

Mandela, Henley’in Fethedilmeyen şiirini öyle bir içten okuyor ki, yanındaki arkadaşlar da bu şiiri ezberliyorlar, şiir şöyledir: “Beni saran gecenin karanlığında/ Uçsuz bucaksız bir çukur gibi siyah/ Dinleyen varsa teşekkür ettim tanrılara/ Fethedilmeyen bu ruhum için/ Olayların pençesinde ümitsiz/ Kaçmadım, bağırmadım/Kader döverken ruhumu/ Başım kanlar içinde, ama eğilmedim/ Bu öfke ve gözyaşları içerisindeki zaman/ Ancak gerçeklerin korkusunun gölgesinde/ Yılların getirecekleri yine de/ Korkusuz ve korkmamış bulacaklar beni/ Fark etmez kapının ne kadar dar olduğu/ Nasıl cezalarla dolu olduğu kitabın/ Kaderimin efendisi benim: Ruhumun dümeni benim ellerimdedir.”

Mandela’nın kaldığı Robben Adası şimdi bir müzedir; UNESCO’nun koruması altındadır. İmralı adası ise bir Rum köyüydü, soğan, zeytin ve küçükbaş hayvancılık yapılırdı, Rumlar (1924) gidince ada, 1935’te yarı açık cezaevi oldu, mahkûmlar ziraatla uğraştı; Menderes’ler burada asıldı, naaşları 29 sene burada tutuldu, 1990’da Menderes’ler için anıt mezar yapıldı; Öcalan, 1999’da buraya getirildi; daha önce burada mahkûmlar, fabrikadaki gibi çalışıyordu; sabun ve zeytinyağı üretiyorlardı. Öcalan, burada tek kişilik koğuşta kalıyor. Bir ara yanına sekiz kişi gitti ama onların da bir kısmı başka cezaevlerine verildiler ve bu cezaevlerinde tek kişilik koğuşlarda tutuluyorlar. İmralı’yla ilgili, Mehmet Sait Yıldırım’ın yazdığı İmralı’da Dokuz Gün adlı kitabı dışında bir bilgimiz yoktur. Yıldırım, cezaevinden ayrılırken Öcalan ona, Amara’dan İmralı’ya adlı kitabımı imzalayıp hediye ediyor. Bu, bana müthiş bir gurur vermiştir. Şimdi bu kitap nerde, merak edip dururum.

Mandela, Nobel Barış Ödülü’nü aldı ama bu ödül bir tek kişiye verilmiyor; en az Mandela kadar barış için uğraşan birinin olması gerekiyor: Frederik Willem de Klerk, azın çok’u yönetmesine Mandela kadar karşı çıkıyor, Klerk, çok uluslu bir demokrasiye inanıyor, Güney Afrika’da aparthaydn sorununu kökten çözüyor; 93’te, Mandela’yla Nobel alıyor, aynı yıl, yüzyılın kişilerinden biri oluyor. Öcalan, bu ödülü alacak tek kişidir ama bir muhatap bulunamıyor; kayıp, aranıyor.

/Kaynak: Yeniyasamgazetesi/

İlginizi Çekebilir

Ali Engin Yurtsever: Gündem Bizi Sürüklerken 
Filistin: Kassam Tugayları’nın komutanı Bıleydi öldürüldü

Öne Çıkanlar