Herkesin hayatında küçük, büyük fark etmez bir koleksiyonculuğu olmuştur; toplama, bir şeyleri arama, onun peşine düşme, bulma, satın alma, sergileme ve onlara gözü gibi bakma! Büyük bir şeydir, güzeldir.
Kendi hayatımda kimi koleksiyonlarım oldu ama hiçbirinde başarılı olamadım. Hiç birini koruma adına bir şey yapamadım. İlk koleksiyonum kartpostallardı. İlkokulda Yılmaz Güney kartpostalları biriktirmeye başlamıştım. Sonra sakız içinde çıkan artist kartları vardı, onları da topladım. Bunların numaraları vardı. Kim büyük numaraya basarsa o kazanırdı. Kadir Ekinci adında bir arkadaşım vardı, ilkokulda, o da kart topluyordu, Cüneyt Arkın!
Kart merakım gazetelerde artistlerin fotoğraflarını kesme, bunları samanlı sarı bir deftere yapıştırmayla devam etti. Yeni yıl yaklaşınca kart yollama bir işti. Herkes bir yakına kart atardı. Urfa Postanesi’nin önü o zaman bir sıra kartçıydı. Askerlere gül, asker, şehir ve kadın artistlerinin kartları atılırdı. Öğrencilere temalı kartlar: Kadın artistler bunun için bulunmazdı.
Sonra darbe oldu, ağabeyimin kimi kitapları, benim kartlarım, o zamanlar moda olan banyo kazanında yandı. O zaman asker, her evden bir silah istiyordu, silah ihbarı olanlar ve silahı olmayanlar her yerde ucuza silah arıyordu; kartlar ve kitaplar, silahtan çok tehlikeliydi! Yandı gitti kartlarım. Yetmişli yılları böyle bağladık.
Pul işine girmişliğim de oldu. Bir sürü pulum oldu. “Evde pul koleksiyonum” var sözünden dolayı bıraktım. En son, pul avcılığım bir Jean Austen’di. Sevdiğim bir yazarın puluna sahip olmak güzel bir duyguydu.
Seksenli yılların ortalarına doğru şairlerin kara yüzlü, birkaç mısralı kartları başladı. Çakma çizimler epey tutmuştu. Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Özdemir Asaf, Ahmet Arif’in yüzleri, bir iki mısrayla hoş bir taraf duygusu veriyordu. Kartpostallardan ucuzlardı. Bunları biriktirmedim ama bunları birine yollamak, şiir duygusu vermek bir zaman duygusuydu. Elbette bana gelenler duruyor, benim gönderdiklerim duruyor mu?
Kaset ve kitap almak da elbette bir koleksiyonculuktu. Sevdiğim yazarların, şairlerin bütün kitaplarını alıyordum. Bir arkadaşım var: Bülent Duygun. Onun evinde Murathan Mungan’da olmayan Murathan Mungan kitapları bile vardır. Sonra Cenk Koyuncu vardı, bir ara birlikte Sonkişot’u çıkarttık. O da Enis Batur koleksiyoncusuydu.
Koleksiyonla ilgili hiç kitap ya da sıkı bir yazı okumamıştım. Yıllar sonra John Fowles’in Korkunç Koleksiyoncu (1975) romanını aldım. Romanın konusu genç bir adamın, genç bir kızı kaçırmasıydı; kız, sanat tarihi gibi bir okulda öğrenciydi. Romanın kahramanı Cleg, bu kaçırma işini, “kızın iyiliği için” yaptığını söylüyordu. Cleg, bir kelebek koleksiyoncusuydu aynı zamanda! Tıpkı, koleksiyonundaki kelebekler gibi, kaçırdıktan sonra kızı da hep merak ediyor, iki de bir bodruma inip bakıyor, onu rahat ettirmek de istiyor, yastığını, yorganını düşünüyor; o rahat ederse, kendisi de rahat edecektir, duygusu taşıyor. Kızın yanında onun istemediği hiç bir şey yoktu. Kızın çantasındaki tırnak makası ve törpü dışında bir şey yoktur, onları da istemez.
Koleksiyoncu, sadece ilginçtir, bir ucu Sartre dayanan sert bir gerçekçilik üzerinden kişiler kurgulanmıştır; kitabın dışı, sahte bir biyografidir ve burada, yalnızlık, bir şey bulma, bir ada hikayesiyle alttan alta akar; Daniel Defeo’dur bu, ıssız adada, gördüğü her şeyi biriktiren ve biri karşısına çıkınca, ona, efendiliğini sunan… Defeo! Romanın kadını Miranda, bir yerde azınlıklardan konuşur; azınlık, entelektüel değildir, çok kültürlü gibi görülür ama çok kültürlü de değildir, başka kültürleri taklit eder; içki içmesi, sigara içmesi, yemek yemesi çalıntıdır, taklit eder ama onu büyük ve üstün yapan, tek bir şey vardır ki bu, azınlık olmasıdır ve o da bunun farkında değildir. Romanın bildirisi romancıların, şairler kadar başarılı olamadığı ve her zaman altında kaldığı; Fowles’in de yakınmasına rağmen, altında kaldığı noosferdir; bu, kalabalıktan korkmadır.
Koleksiyoncu kalabalıktan korkar. Bu yüzden kendine bir evren yaratır. Bu konuda Orhan Pamuk’u da elbette anmam gerek, John Fowles’in Korkunç Koleksiyoncu’sundan çok daha başarılı Masumiyet Müzesi’nde (2008) bu korku, mizah ve sevgi üzerinden anlatılır. Kemal, kalabalıktan korkar, yalnızca bir yere sırnaşır ve sırnaştıkça, kendini ifade biçimi olarak hep biriktirir, biriktirdiği sevdikleri değil, sevdiğinin sevdikleridir. Televizyonun üstünde duran ve uyuyan köpek biblosu bile güzeldir. Bu evin bütün eşyaları güzeldir, hepsi, eni sonu Füsun denilen harika şeyin oluşmasına katkı sunmaktadır. Fowles’te olmayan budur; bu, nesnenin insan ruhundaki karşılığını bulma, arama isteğidir.
Doksanlı yıllarda kimi yazarların gönüllü arşivcisi oldum. İsmail Beşikçi’nin kitaplarının ilk baskılarını topladım. Beşikçi’nin yazılarını dosyalardım, onun hakkında yazılanları; leh, aleyh ayrımına girmeden toplardım. Gazete yazıları, fotoğrafları, özellikle karikatürleri çok ilgimi çekerdi; bu karikatürleri keser, bir kartona yapıştırırdım. Sanırım bunlardan bir kaçı hala bende duruyor. Kaya Müştakhan, “bunları muhafaza edemezsin” dedi. Ona verdim. Kaya abi düzenliydi, bu konuda iyi bilgilere sahipti. Uzun yıllar kütüphane memurluğu yapmıştı. İyi bir Muğla yıllığı vardı. Arşivini tuttuğum diğer bir kişi Kemal Tahir’di. Bu adamı merak edilecek biriydi. Dergiler, yazılar, kitaplar. Sonra Oğuz Atay! Tutunamayanlar’ın ilk baskısı duruyor bende, hiç açıp bakmadım; İletişimin yeni basımında ise çizmediğim yer yok gibi… Sanırım, onun günlüğünden etkilenerek günlük de yazmışım; ilk günlüklerimi 1986 tutmaya başladım; iyi bir müşteri bulursam satacağım. Oğuz Atay’dan öğrendiğim şuydu: Biz niçin onlar gibi olamıyoruz.
Hem Atay hem Tahir beni etkilediler. İkisi bir süre iyi dostlardır. Sonra Oğuz Atay, Kemal Tahir’in hep tarih konuştuğundan yakınır. Yolunu ayırır. Tahir’de tarih, Atay’da mizah beni çeker hala: Tarih mizahtır, çünkü konuştuğumuzda gerçekliği yoktur, bu Atay’dır; Tahir ise, konuştuğu şeylere bir gerçeklik arar, tarihtir bu. Dürbün kullanan ilk Osmanlı elbette gerçek değildir; Qehpe de elbette, o zamanın değil, bu zamanın bilgisidir.
Kitap biriktirme, bunları koleksiyon ruhuyla tutmak güzeldi. Komünist Manifesto’nun hangi dilden olursa olsun baskılarını toplamada ayrı bir uğraşım oldu. Bu yüzden midir bilemem, bir yazarın ya bende bütün kitapları vardır ya da hiçbir kitabı yoktur. Bir kitabını bulamadım diye yarıda bıraktığım onlarca yazar vardır. Bu bir okuma mı yoksa hastalık mı? Bu bir şeydir ama bunun ne olduğunu bilmiyorum.
Ancak hiçbir merakım bana huzur vermedi. Zaten fark ettiğim bir şey var, koleksiyoncusu olduğum kişilerde huzursuz kimselerdi. İsmail Beşikçi, Kemal Tahir, Oğuz Atay bunlar ne insanda huzur bırakır ne de kendileri huzurlu kimselerdir…
Evimden çalınan kitabı sahaftan almışlığım da oldu. Üstelik evime gelen birinin yapması ağırıma gitti. Evimden çalınması ayrı bir acıydı. Bu yüzden kimseye ödünç kitap vermeyi sevmem. Kendi kitabımı çok pahalıya satın almışlığım da oldu. Bazen bende olan bir kitaba aşık düzeyinde bağlananlar oldu. Verdim, iyi diye sevindim ama, sonra kitabımın orta yerde savrulmasına içim ezildi…
Başka koleksiyonlarım oldu. Yüzün üstünde cep mendilim var. Allahın günü gömleğime ütü vurmuşluğum yok ama mendillerimi ütülerim, öyle kullanırım. Bunlarda babam yaşar; bunları bana hediye edenler yaşar. Selpak ve diğer kağıt mendillere alışanlar için biliyorum, bu komik bir şeydir ama tutku işte! Ne yaparsın?
Koleksiyonlarım para eder mi? Örneğin kalem koleksiyonum, el yapımı bıçaklar, sonra sarı defterler…
Son iki yıldır, kibrit çöpü biriktiriyorum. Bu kibritlerin özelliği, barutuyla birbirine bağlı çöpler olmasıdır. Elbette bir hikayesi vardır ama burası yeri değildir. Bunlarda öyle bir ruh bulurum ki anlatamam. Her gece bakarım onlara. Zaten çakmak hiç sevmeyen ben, sırf bunun için kibrit alırım ve bir pakette, bir çift çıktı mı, sevinirim; çünkü dünyanın bir yerinde, bir arada olan kimseler vardır. İki insanın bir arada olması mucizedir zaten. Ama bu duyguyu bana verir çöpler ve bende kalabalığımda onlarla yolculuğa çıkarım, hepsi bu.