Son zamanlarda, Kürtler dışında herkesin sorduğu ve yine herkesin yanıtladığı bir sorudur bu: Kürtler ne istiyor? Kantarın topuzu “Kürtler” ve “sorun” adı altında dile getiriliyor. Kürt sorunu vardır ya da yoktur gibi tartışmalarda iktidar ve muhalefet arasında yapılıyor. Sondan başlamak gerekiyor belki, sorundan…
Sorun, sorudan geliyor ve n harfiyle aşılması gereken engel olarak tanımlanıyor. Örneğin şunu sorabiliriz? Kürtler, bugüne kadar ekonomik, siyasal, kültürel olarak, komşu akrabaları olan Türk, Fars ve Araplara karşı ne gibi bir engel çıkartmışlardır; Kürtlerin çoğunluk olduğu yerlerde Arap dili, Fars dili, Türk dili hiç yasaklandı mı? Türklere, Fars ve Araplara ait, yer adları Kürtçe olarak değiştirildi mi? Arap, Fars ve Türklere ait yer altı ve yer üstü kaynakları hiç onlara danışılmadan sömürüldü mü? Kürtler, Türklerin, Arapların, Farsların gelişimine ne zaman, hangi tarihte engel oldu? Bu ve benzer sorular sorulabilir, çoğaltılabilir.
Sosyal bilimlerde sorun, hoş olmayan ve iyi karşılanmayan aşılması gereken bir durumdur. Öyle ağır bir oryantalizm söz konusudur ki, Kürtler, onların çözmesi gereken bir problem olarak tarih sahnesine çıkartılmış ve adeta, öcü olmuşlardır; dahası, onlar, iyidir, rahattır, tek bir sorunları vardır bu zavallıcıkların, bu da Kürtlerdir ve onlar, bu sorunu hal ederlerse, rahat edeceklerdir.
“Kürtlerin hukuku” diye bir şey yoktur! Kürtlerden istenen, onlar ne deniliyorsa onu yapmalarıdır. Kürtlerin diline, tarihlerine, siyasal ve ekonomik olarak varlıklarına karşı girişilen fiillerde bir suçluluk duyma yoktur. Herkes, bir suçlu aradığı zaman, ilk akla gelen de Kürtlerdir ve Kürtler, yalnızca onlara açık olan TV’lerde, gazetelerde, öfkeyle ve büyük bir küçümsemeyle tartışılırlar. Kim kimi hangi hakla vuruyor? İyi Kürt, onların yanında olan Kürt’tür. Dar zamanda da kapısı çalınan Kürtlerdir. Kürtler, bu anlamda, onların iç mekanına dönmüştür ve onlar, bu iç mekan karşısında, Kürtleri biriktiren bir kolleksiyonerlerdir; bizi/ beni, işleri yaradığım ölçüde yüceltirler, ün ve ödüllere boğarlar… Sonra, yine kendileri için benden/bizden bir kitle yaratırlar, bu kitle, bir peçeye döner, bir fantazya! Serseri ihtiyacını bile benden karşılarlar. Bende çok iyi bilirim: Facilis descentus Avreni (Cehenneme giden yol kolmaydır, Vergilus, Aenas)
Kürtlere yaklaşım kendini beğenmişliğin tavan yaptığı bir yerdedir. Bunun nedeni Kürtlerin temsil edilmemelidir ve birlikte yaşadığımız halklar da bu hakkın kavgasını vermiyorlardır; hatta öyle bir ileri gidiyorlardır ki- buna bileşenlerimiz dâhildir- kendilerini yekpare bir özne konumuna getiriyorlar ve Kürtleri de, kendilerine- kendileri için- nesneleştiriyorlar. Öyle bir nesneleştirmedir ki bu, dilsiz, kendi emirlerinde ve niyetlerinde, sonra da yarattıkları siyasal hayat için rivayete indirgenen bir Kürt/ partisi istiyorlar: Mağarada, onların vereceği ekmeğe ve suya muhtaç Kürt! Bir film çekilse, bir buzdolabı yere düşeceğine, ağzı burnu kırılan bir Kürt. Bir de suçludur hep; Poe’nun kahramanları gibidirler, yalnızca tepkilerle dile getirilen kimseler! Kalabalık, yani kolayca elde edilen kimseler…
Hukuk desen, Kürtler için özel bir hukukun olduğu açıktır, hatta öyle bir yere gelmiştir ki, tıpkı Thomas Hobbes’un tasavvurundaki gibi kendilerini, Kürtler söz konusu olunca “fani tanrı” ilan ediyorlar; Kürtler, bir şey isteyemez, onlar verirlerse verirler… Egemenler ama egemenlik alanları da bir paradoks içeriyor; evrensel olanda, bir halk yönetiliyorsa ve yasa çıkartıyorsa, bu yasaların yazıcısı onlar olmalıdır. Kürtler bu haktan yoksundurlar.
Kürtler, yasal anlamda bir tecrit altındadır. Dilleri, kültürleri yok hükmündedir ve dil bahsi açılınca, sanki dağıtılan bir sadaka vardır, bahşediliyordur. Kürtlerin dili, tarihi ve arkeolojisi yasal anlamda güvenceye hiçbir zaman alınmamıştır. Siyaset sahnesinde de bu üstünkörülük vardır; kendi partileri nerdeyse sivil din durumundadır. Sanki bu ülke kendilerinden ibarettir; oysa Türkiye’de yetmiş altı kök insan vardır. Bütün bu insanlar Türkiye adı altında bir araya gelmiştir belki ama Türklük ve Türk o kadar çok yüceltilmiş ve hatta, bir parti adı altında bu vurgu o kadar namlı bir şekilde yapılmıştır ki, bizim ekmeğimizi paylaştığımız Türk ortadan kalkmıştır.
Türkiye’deki siyasi partiler sivil dindirler ve Kürtler söz konusu olunca, seçmen ve iktidar ortağı değildir, kendilerine mürit ararlar; parti binaları camidir zaten, onları vaaz eden Kürde yer açabilirler: AKP ve CHP’de ve hatta HDP’de bile bunlardan bolca vardır.
Kürt partileri öcüdürler; Kürtlerin yoğun olduğu partilerde iktidarın ve muhalefetin birbirine rest çektiği araziye dönüştürülmüştür. CHP, AKP’yi eleştirirken “çözüm süreci” üzerinden; AKP, CHP’yi eleştirirken HDP üzerinden yerden yere vurur. Yayın organları da bu davulun tokmağına dönerler. İkisinin ana fikri HDP’nin asla iktidar olmayacağı yönündedir. Ama ikisi de biliyor ki HDP olmadan, biri iktidar olmayacaktır. Bu yüzden son bir aydır daha ne zaman olacağı belli olmayan seçimler üzerinden bir pazarlıktır almış başını gidiyor. Sanki Kürtlerin tek derdi, Türkiye’nin hangi siyasi partiler tarafından yönetileceğidir.
Geçtiğimiz günlerde halk parti başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bir belgesel üzerinden “Kürt sorununu” HDP ile çözeceğini söyledi. Hangi sorun çözülecektir? Kürt sorunu! Egemen Türk aklındaki Kürt, yani sinemadan, edebiyata, iş dünyasından, magazin dünyasına kadar hep “bana ve ben” diyen, başkasını hiçe sayan anlayış değişmedikçe, kim, neyi çözüyor?
Kişiye hak olan bir şeyin verilmesine “sorun” denilerek çözülebilir mi? Yoksa “kral öldü, yaşasın yeni kral” demek için mi Kürtler, yine bir dolgu malzemesi haline mi geliyor? Her iktidar, iktidara gelmeden önce Kürtleri sever ve seçimden, bir hafta sonra, Kürtleri terörist ilan eder… Bu bildiğimiz, en iyi politik Türk filmidir.
Elbette CHP’nin HDP’yle çözüm üretmesi önemdir. Siyasetten önemlidir ama felsefi olarak sorunlu bir haldir. Şiirsel de değildir, imgesi yoktur; sabit bir imgeyle, yeni bir şey üretilmez çünkü: CHP, kendi tarihselliğinden bir kopuş vaaz etmiyor. Kürtlerin en büyük acıları, 1924- 1938 yıllarıdır ama CHP, bununla bir yüzleşme çabasına girmiyor.
Tarihsellikten kopmamak, kesin/ buyruk demektir; buyruklarım sürecektir, demektir: Siyaset felsefesi, uğraklarının muhasebesini ve mahkemesini yapmak durumundadır. Burada Hegel’in bir sözünü anmam gerekiyor: “ Dünyanın tarihi, dünyanın mahkemesidir.” Türkiye’nin tarihi de, Türkiye’nin mahkemesidir; sanık ya da tanık aramıyoruz, içten/ derin bir yüzleşme. Bu olmayınca, eşitlik olmuyor. Burada eşit şartlar yoktur, güncel durum da hiç de iç açıcı değildir; biri diğerine bir şey sunmuyor, veriyordur; lütuf, hiçbir zaman hak değildir, hiçbir zaman ahlaki değildir.
Partiler elbette oturup konuşur, bizi yönetirler. Kürtler ne istiyor sorusuna partiler ve parti kurumları karar veremezler. Partilerin programları, yetkili mercileri vardır. Halkın geniş bir sinesi vardır. Bende kendi adıma, bu sinede yer alan biri olarak şunları isterim, benim, şimdi, şu an varlığım, tek kişiye tekabül ediyor ama isteklerimin arkasında kimlerin olduğunu kimse bilmiyor; büyük çoğunluk, partisiz kitle, büyük evsizler, sigortasızlar, kiralarını vermeseler, kapı önüne konulacaklar, bir evi, bir kapısı olmayanlar, kefareti ödeyenler, doğrularına tek kanıt kendileri olanlar, ne istiyoruz? HDP’ye oy vererek de sorunlarımız çözülmüyor; çünkü güç, iktidarla birleştiği zaman “biz” olmaktan çıkıyor. Ne istiyoruz?
Bir: Kürtçeyle ilgili yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Kürtçe önündeki engeller kaldırılmalı ve Kürt olmayanların Kürtçe öğrenmesi teşvik edilmelidir. Bu bir dil, bu bir politik malzeme değildir. Kardeşlik birbirinin dilini bilmektir. Bir dil diğerini besler; edebiyatta, ekonomide, siyasette önünü açar. Üstelik Kürtçe salt edebiyat dili değildir. Kürtçe fen bilimleri alanında gelişmelidir. Devlette bu konuda seferber olmalıdır. Biz Kürtler Türkçeyi nasıl ana dilimiz gibi sevip saydıysak, devlette, bu dil, “dilimiz” demelidir; bizim ortak kültürümüz, tarihimiz. Üniversitede tezler Kürtçe yazılmalıdır, hiçbir kibre kapılmadan eğitim dili olarak Kürtçe yaygınlaştırılmalıdır. Hastanelerde Kürtçe bilen doktorlar, hemşireler ne kadar güzeldir? Bu Kürtlerin yaygın olduğu bölgelerde değil, diğer bölgelerde de olmalıdır. Bir dil, diğer bir dile hiçbir zaman zarar vermez.
Türkiye’de yaşayan diller, Türkiye’nin gücünün belgesidir. Aynı hassaslık yalnız Kürtlere değil, Türkiye’deki diğer halkların dillerine de gösterilmelidir. Bu diller, Allah’ın bize verdiği dillerdir. İbranice, Ermenice, Arapça, Lazca geliştirilmelidir ve bu konuda, küçük dernek yapılarının dışına çıkılmalıdır, üniversiteler konuya el atmalıdır. Bir dilin yokluğunun vebali büyüktür. Bu konuda HDP bileşenlerine büyük rol düşüyor; bir defa Kürtçe bilmeden, öğrenmeden, kardeşinin sesini duymadan, hayatına anlam vermemelidir. Bu gün, en çok duyduğumuz şey çürümedir; çürümenin nedeni evrensel olandan gerçeğin gizlenmesidir, çürümeyi meydana getiren, insan değildir; çürümeyi mümkün kılan alanın böyle tertiplenmesidir. Bu tertip, bölücüdür, yıkıcıdır (Çürüme için geniş bir okuma için bkz, Jean Fronçois Lytard, Marksizm için bir anıt denemesi).
İki: Cezaevlerinde siyasi tutuklular için genel af çıkartılmalıdır, hasta tutukluların tedavisi sağlanmalıdır. Buna bir kompleks değil, bir insan hakkı gözüyle bakılmalıdır. Uzun yıllardır hapiste kalanlara, çıktıkları zaman psikolojik destek verilmelidir; iş bulunmalı, yaşadığı uzun hapislik hayatının travmalarından kurtulması için yardım fonları oluşturulmalıdır. Af bu güne kadar, başbakanların eşleriyle anıldı: Rahşan affı gibi. Burada vicdan, kişide can buluyor ama gerçek af, hukuksuzluğun telafisi niteliğinde olmalıdır: “Sonsuz sayıda zorbamızın/ Gölgenin dibinde birinin kıpırdadığını anladıkları gün” (Viktor Hugo). İşte, o gün bugün olmalıdır. Hak aradığı için, kimse suçlu olmamalıdır. Hakkını aradığı için bir araya gelen ve hatta örgütlenen kimseler suçlu değildir. Bilinmelidir, bu toprağın insanları Yedi Askı şairlerinden en çok Antere’i severler, nedeni şu iki mısradır: “Açıktan belime yapışsa karnım/ El açmam aç yatar aç kalkarım.”
Üç: Seçimle iş başına gelenler, seçimle gitmelidir. İktidar, yerel yönetimlere kayyum atama hakkını kendinde bulmamalıdır. Halkın seçtiklerini, halk götürebilir; halka bu güç verilmeli, halka güvenmelidir; halk, iktidarla zayıflatılmamalıdır. İktidar bir yükseklik değildir, iktidar yukarıdan bakma yeri değildir, burası, bir tehdit vermemelidir, yükseldikçe, Allah’a yakınlaş diyen sese kulak vermelidir.
Dört: Güçlü ve kabul edilir bir müzakere dönemi başlamalıdır: Af dile, boyun eğ ya da yasal olarak insan gururunu inciten itirafçılık gibi şeylerin yerini, güçlü fikirlerin ifadesi almalıdır. Onurdan, adaletten, özgürlükten, temiz ruhtan yüce bir değer yoktur; gerçek kadar acımasız, adalet kadar ödünsüz olmak gereklidir. Devlet aklı, anneleri bir araya getirmektir. Bir ülkenin yasa koyucuları kadınlarıdır; kadınlar, bir ülkenin farklı yerlerinde bir araya gelip ağlıyorlarsa, burada akıl yoktur, sadece devlet vardır ve bu devlet, erildir; sadece hükmeder. Rahim enerjisinin başladığı bir zamandayızdır; sadece üremek de değildir bu, bizi bir araya getiren, saran, büyük bir enerjidir…
Dünyanın bütün sularının birleştiği bir okyanustur insan, imkansız değildir hiçbir şey, ortak ufuk diye bir şey vardır, korkarak, bir birine boyun eğerek, sular bile bir birine karışmaz… Su gibi açık yürekli olmalıdır müzakereciler. Kant’ın, “Ebedi Barış”ın bir yerinde söylediği gibi, kararlı bir barışın şartı, “içinde gizlenmiş yeni bir savaş vesilesi bulunan hiçbir anlaşma geçerli” olmamalıdır.
Beş: Türkiye’nin Bulgaristan ve Yunanistan sınırları dışında kalan bölgelerin ağırlıktaki halkı Kürtlerdir. Türkiye, bu komşu ve akrabalarıyla ilişkilerini geliştirmeli, buradaki savaş durumunun bitmesi için barış gücü olmalıdır. CHP, bugün AKP eleştirisi üzerinden ilerliyor ama AKP’nin dış politikasıyla farklılık göstermiyor. Örneğin CHP, tezkerelerle ilgili şu ana kadar açık bir yürekle bir özeleştiri vermemiştir.
Sonuç, bir partinin gitmesi bir partinin gelmesi değildir. Bu beş maddeyi kabul eden her parti benim partimdir. Bu yazı yazılırken eski arkadaşım Ahmet Güneştekin’in sergisi için Diyarbakır’a gittim. Çok iyi bir sergiydi. Her yapıta aklın sonsuzluğunun bir sembolü olarak baktım; her yapıt, Maurice Blanchot’un deyimiyle ne bitmiş, ne bitmemişti, her yapıt, vardı; çünkü hiçbir yapıt, gerçek olarak ortaya çıkmazdı, üstelik burada gördüğüm her bir yapıt da evrensel bir doğruya işaret ediyordu: Her yapıt yalnızdı; yapıtların, sahibi ordaydı ve bizde ne kadar gülsek ne kadar eğlensek, ne kadar yıllar sonra Diyarbakır’a gitmenin sevincini dile getirsek de, asıl konuşan, dinleyen/ dinleten yapıtlardı.
Kafka’ya bir kez daha haklıydı. Kafka hiçbir zaman “ben” demiyordu, sürekli “O” diyordu; o büyük ve soylu olan O, yapıtın içinde konuşan O ve ben de şunu görüyordum; eser sahibi, şair, yazar, ressam, dünyaya gelmemiştir, dünyaya sığınmıştır. O yapıtlara sığınmak güzeldi, ilkti.
Sergide birçok insan vardı. Sergi, yankı yaptı. Sevindim, binlerce kişi çift sıra halinde akın edercesine sergiye geldi. Başka şehirlerden, başka ülkelerden gelenler vardı. Serginin final gecesinde “Kardeş Türküler” pek çok dilden şarkılar söyledi. Vedat, hiçbir şarkıyı söylemedi, söylediği her şarkıyı yaşadı, yaşattı. Ertuğrul Özkök de vardı. Basın açıklamasında söz aldı, konuştu. Özkök, Reşat Nuri’nin Yeşil Gecesi’nin adamlarından Şahin Efendi’ye benziyordu. Şahin Efendi, yıllar sonra, (sanki) “İtikadını kaybettiği zaman içinde açılan boşluğu nihayet doldurmaya muvaffak olmuştu. Vaktiyle yeşil bayrağa ne kadar taassup ve inhisar ile gönül bağladıysa şimdi de muallimliği öyle seviyordu.” İki gün sonra halaya kalkması da bundan olsa gerekti.
Zor günlerden geçtik ve bizi, daha zor günlerin beklediğinden eminim ama şu var: Büyük bir dalgalanma içindeyiz. Dalgalanıyoruz. Dünyanın bir tonu var, anlamın bir tınısı. Dünya her kesin ve herkesimindir; dünya, asla ele geçirilemez. Dünya terk yeridir. İnsan terk eder. İnsan terk etmelidir. Çoğu da azı da, her şey, gitmek üzerinedir. İnsan ölür ve gider. Hiçbir varış bize vaat edilmemiştir, her şey, yola çıkışla ilgilidir. Haiddeger, Aristo için şunu diyordu: Doğdu, çalıştı, gitti. Dalgalanıyoruz: Gerisi, sonrası, öncesi! Büyük gösteri. Sahi, bu geri, bu sonrası, bu öncesinde giden, kimdir? Biz kimiz! Yanıt şu mu acaba? Hepimiz gidenlerin parçasıyız. Kızıltepeli her bir arkadaşım, Türkçe konuşsam, sanki anında bunu Kürtçeye çeviren Ferhat Kurtay’dı. Bizi gidenin bir parçası saymayan o kahreden kibir, gülmenin içindeki acıyı görmeyen o gözün bir sevdiği de yoktur…
Farklı kesimlerle Diyarbakır’da yukarıda ki beş maddeyi konuştum, tartıştım. Yüz yüze olmak iyi bir şeydir. Göz göze olmak iyi bir şeydir. Göz kulağa döndüğü an kaybederiz. Yalan ve bir o kadar da yavan, kendini var etmeye meyilli o ince bakışların söyledikleri, yavan sözlerin ışığı: Yaşamak için, her kes kalbini ortaya koymalı. Dünya bir cehennem değildir. Cehennem, Dante’nin ifadesiyle, “kibir için” ceza çekilen bir yerdir.
Onurlu bir çözüm, onurlu bir barış kibri erdem saymamalıdır. Sanırım, oy vereceğimiz partiler dışında herkes hazırdır. Her şeyin onların iki dudağının arasında olması acıdır. Ama onlara bir şans verebiliriz. Kimiz ki biz! Biz gidenleriz.