Yetmişli yıllarda ilkokula gidiyordum; Yakup Kalfa İlkokulu, burası eski bir kiliseydi, okulun önü de boydan boya nar ve fıstık ağaçlarıydı. Evimiz buradaydı. Urfa müzesinin olduğu yer dahil her taraf fıstık ağaçlarıydı. O zamanlar kartpostal biriktirirdim; benim belki yüz tane Yılmaz Güney kartpostalım vardı. Bu kartpostallar PTT önünde satılırdı.
Ayrıca Kapaklı Pasaj içinde bir kitapçı vardı; bu kitapçıda da Yılmaz Güney’in film senaryolarının kitap hali ve yine kartpostallar vardı. O zamanlar bu kitapevinde Barzani takvimi satılıyordu; adı Meşa Barzani idi. Abimin arkadaşları vardı, çoğu belediyede çalışırdı, çalışmayanlar da dar bir koridordan girilen kültür derneğine giderlerdi. Çoğu Kawa’cıydı. Yakışıklı adamlardı; bir yanda ağa, bir yanda kabadayıydılar, yiğit adamlardı.
İşte bu kültür derneğinde bu takvim asılıydı. Baba Barzani, dedeme benzerdi, atlıydı, alını paktı; arkasından gidilecek, sevilecek bir adamdı. Köyümüzden kalkmışta, Kürt meselesine sarılmış gibi bir hali vardı. Bu adamı hiçbir şey düşünmeden, çocuk dünyamda sevmiştim… Dedeme mi benziyordu, yoksa dedem mi ona benziyordu; güzel bir duyguydu. Güven veriyordu. Seksen darbesiyle babam, banyo kazanında kartpostallarımı ve Almanya’ya giden Mehmet abimin kitaplarını yaktı; onlardan iki tanesini sakladım… Ortaokul sönük geçti; çocuklarından haber alamayan aileler, avukat yerine falcılara gidiyordu, hocalara gidiyordu… Anlıyordum adalet diye bir yok, kalmamıştır.
Halepçe katliamı olduğu zaman dünyamız yıkıldı. Birkaç arkadaşla okulu bıraktık. Barzani yoktu ama bir oğlu vardı: Mesut, babasına benziyordu. Sakalları uzamıştı. Korkunç bir acı vardı yüzünde, ona bakan büyük bir tragedyanın şiirini yazabilirdi. Bir gülse dünya gülecekti. Dehşetin ağrıları, bir buz kütlesine vurulmuş çekiz gibi yüzünde dalga dalgaydı. Türk TV’leri helikopterle ekmeklerin atıldığını öğrendiğinde kuşkusuz bu adam yumruğunu yiyordu; bu adamın bakışı benim kuşağa güç verdi; Saddam Hüseyin’den nefret ettim.
Nefretin ne olduğunu bilmeyen nefretten söz edemez. Saddam’ın gazetelerde çıkan tek bir karesinden bile nefret ettim. Hatta resmini gazeteden kesip haber okuduğum oldu. O genç dünyada, çizgi filmlerden roller çaldım; gizlice Saddam’ın kalelerini kuşattım, silah çektim, adam öldürdüm, iç dünyamda kaç kişiyi öldürdüğümü hiç bilmiyorum. Hatta, o yaz köye gittim, büyük bir kayaya Saddam dedim ve saatlerce, deli gibi taşladım… Bu nefret yüzünden okul okumayı bıraktım. Annemi babamı, her şeyi sorguladım. Adım bile bana acı verdi; adım sanki bana basılmış damgaydı; babam her gece, 657’ye bağlı olduğunu söylüyordu, küçük bir memurdu babam, askerde Türkçe ve okuma yazmayı öğrenmişti, öyle bir imzası vardı ki, hala aklımdadır, yalnızca adı belliydi. Anlıyordum, memurlar, devlete bağlılığı imzayla teyit ederdi. Annem de ona anne diyerek, vurulmuş Kürtlük damgasını çıkartmak isterdi sanki. Oku, kendini kurtar diyenler vardı; kurtulmayacaktım, çok inceliyordum, çok ince ve kırgın bir şeye dönüyordum… Diyarbakır cezaevinden yazılan kitaplar ve gelen mektuplarla nefret sanki süt gibi geliyordu bana…
Seksenli yılların sonlarında dergiler çıkarttım. Yazdığım her şiirde, yazı da Halepçe vardı ve şiirlerimi İstanbul’daki dergilere yolladığım zaman, okuyanlar şunu görürdü: Nefret.
Sonra bizim olan gazeteler çıkarttık. Bunlar İstanbul’da yayımlanıyordu. İlki Toplumsal Diriliş idi. İki sayı çıktı, bu iki sayıda, Halepçe vardı. Çıkarttığımız gazetelerde Halepçe’nin olması bize bir bütün olduğumuzu söylüyordu. Halk Gerçeği ve Yeni Ülke gibi gazeteleriyle de bütünlüğümüz bir anlam kazandı. 90’lı yıllardı.
Sonra birden bir fotoğraf dikkatimi çekti: Barzani, Eşref Bitlis’le yan yanaydı. O zamanlar Barzaniler, Diyarbakır’ı geçmiyordu; Hayri Kozakçıoğlu, Ünal Erkan gibi süper valiler vardı ve onlar, Barzani’yi karşılamıyordu, sanki sorguluyordu. Artık Barzani acı veriyordu ama bu acı ilk gördüğüm yüzün acısı değildi. Siyahi romanlarda ve filmlerde vardır: Efendi kölesini kabul eder ve köle birden kendini bir şey sanırdı, hatta çocukluk arkadaşını kırbaçlar, hatta karısına çocuğuna sırtını döner, hatta! Bu takvimde gördüğüm adamın çocuğu olmazdı, bu Halepçe’de gördüğüm adam olamazdı, bu ailemden biri değildi. Bu bana nefret aşılayıp bize Dokan gölünün güzelliğini söyleyen adam değildi, bilgisini Zagros’tan alan adam ölmüştü sanki.
Yıllar terbiye eder, büyüdükçe olgunlaşır insan… Bütün bunlara siyaset dedim. Olabilir, hatta, o yapıyorsa doğrudur dediğim zamanlar oldu. Baba Barzani’de herkesle düşman olun ama Türk devletiyle düşman olmayın demişti. Hem Türkler, bin yıllardır beraber olduğumuz kimselerdi… Dedim ve her dediğim, beni yavanlaştırmaktan ileri gitmedi. Çünkü bu siyaset değildi, bu kömürleşmiş öznenin prototipiydi, hayatı, tarihi küle dönmüş bir enkazdı, ne özü kalmıştı ne de biçimi ve en kötüsü, cevherine de artık uzaktı; feyzini Dicle ve Fırat’tan alan biri değildi. Acıydı, sadece acıydı…
Sonra Barzani bütün her şeye rağmen bize bir mutluluk getirdi. Güney Kürdistan demeye başladık. İlk yenildiğim yere gittim, Halepçe’den toprak getirdim, dedim, ölürsem mezarıma bu toprağı atın, toprak hala duruyor. Sonra referandum yapıldı. Barzani bir yıldız gibi ışıdı. Konuşmalarının tümünü dinledim. Şiire vurgularıyla mutlu oldum. Toprak sevgisiyle mutlu oldum. Uzun sürmedi bu da…
Doksanlı yıllardan beri bir gel git vardı. Artık Barzani fotoğrafı gördüğü zaman sevinen biri değildim. Barzani artık bana korku veriyordu. Mesut’tan sonrakilerden de çok korkuyordum. Barzani, Diyarbakır’ı geçemeyen Barzani değildi, Ankara’ya geliyordu, İstanbul’a geliyordu. Onları yüksek rütbeli kimseler karşılıyordu. Ama her gelişlerinden sonra bir sınır-ötesi vardı ve bu ölümdü. Ben ölürken, üstelik o yaşamıyordu; acı olan buydu, ben ölürken, onun hayatı, hikayesi, kendisi yavanlaşıyordu. Masada yeri kadar konuşuyordu. Bana değer vermiyordu; kim benden nefret ederse, ona gülücükler dağıtıyordu; bildiğim Arapça duaları bile sırf onun hatırına unuttuğum adam, çalı çırpı üstünde çay pişiren, dağın ve yıldızların ilmiyle konuşan adam, beni üç kuruşa satıyordu. Böyle bir serveti vardı, beni ne yapacaktı ki!
Tarih indirimli satışındayız şimdi; çocuk gözlerim, hala o takvimi arıyor ama biliyorum petrol savaşlarının, fotoğraf çeken ve takvimi bildiren cep telefonlarının yanında bu takvimin de bir değeri yok, benim bu takvim üzerinden bir tarih yazmam da anlamsızdır; toprağın, ruhun kişileştiği bir yerde elbette adaletin de bir karşılığı olmayacaktır. Bir umudum yok; umut hayal kırıklığıdır zaten.