Mıgırdiç Margosyan’ı kaybettik. Tümden bir değeri kaybetmenin acısı vardır ve bu acı büyüktür; yeri doldurulamaz, içimizde, bir uğultu, bir boşluk olarak kalacak, yaşayacaktır…
Otuz beş yıldan fazla bir zamandır, Mıgırdiç’i tanırım, sayısını bilemeyeceğim kadar çok, bir araya gelmişliğimiz oldu. Sanırım en son, Bilgi Üniversitesi’nin bir çalışmasında bir araya gelmiştik; konu kirvelikti: Kürtlerde, Ermenilerde kirveliği konuşmuştuk. İhtimal, çalışmanın yazılı ve sözlü dokümanları olacaktır. Bundan altı ay kadar önce de, kitap almak için Aras yayınlarına gitmiştim, sormuştum, orada çalışan arkadaşlar, artık gelemediğini söylemişlerdi, hastaydı…
Mıgırdiç’in bütün kitaplarını okudum; buna Evrensel’e yazdığı yazılarda dahildir. Edebiyat olarak, aynı yerde değildik belki ama yazdıklarını bin yıl yaşasam, bin yıl okuyabilirim; bu kanaatte oldum hep. Mıgırdiç’in yazdıklarının en önemli özelliği, bana kalırsa, okuduktan sonra anlatılabilir hikâyeler olmasıydı. Bir taşı, bir ağacı, bir su kıyısının onda kesinlikle bir hikâyesi vardı. Hikayeleri ister Bin Bir Gece Masalları’ndaki gibi çerçeve tekniğiyle yazılmış olsun, isterse düğüm, serim ve çözüm üzerine kurulsun, sonuç değişmezdi. Bütün hikayeleri gerçektir ve gerçek bize hüzün verir; bunun kaynağı da şudur; söz konusu ettiği kimseler artık aramızda değillerdir, öyle bir yokturlar ki, biz ölürsek, mezar yerleri olan belleğimiz bile bir boşluğa dönecektir… Mestan’ı kim unutabilir ki?
Mıgırdiç’in ölüm haberini, bugün, yeni aldım; aklımda, bölük pörçük anlattıkları var. Bu anlattıkları kulaklarımdadır. Bu yazı bitince, tekrar yazdıklarına ve yazıyı sevdiği kadar güzel anlatımıyla çektiği- çekilen videolara bakacağım. Anlatmayı seven bir adam, yaşadıklarını seven bir adam: dahası, yaşadıklarıyla çok barışık bir adam… İstanbul’da yaşayan ama kalbi Diyarbakır’da atan bir adam ve birden kum gibi elekten geçirilen halkına tanık bir adam…
Babası tehcirden zor kurtuluyor; Siverek’te bir süre kalıyor, sonra Diyarbakır’a geliyor. Evlerinde Ermenice, büyüklerin konuştuğu bir dile dönüyor; hatta büyükleri birbirleriyle kavga ederken bu dili kullanıyorlar. Herkes Türkçe konuşuyor, kimse anlamasın dedikleri kimi meseleleri Zazaki ya da Kürtçe konuşuyorlar. Dışarıda, devletin dili Türkçe egemendir. Diyarbakır’daki çocukluk sefalet doludur. Mıgırdiç bir süre bakırcı, demirci çırağı olur, sonra 15 yaşında, babası onu İstanbul’a gönderir: Bu çocuktan sanatkar çıkmayacaktır!
İstanbul, Diyarbakır’a göre rahattır; Mıgırdiç, ana dilini öğrenecektir. Ana dilini öğrenmek, babasının da acısıdır; insanın ana dilinin, komşularınca yasak edilmesi acıdır… İstanbul ona iki şey verir; anadilini öğrenir, bu iyi bir şeydir ama ikincisi acıdır, burada bir sürgündür; evet dilini konuşuyordur, evet, diliyle hikayeler yazıyordur ama, toprağının kokusu bambaşkadır. İnsan, doğduğu yerin her şeyini unutur ama öyle bir toprak kokusu vardır ki, dünyanın en güzel ülkesini gitsen de, en güzel yiyeceklerini yesen de aradığın, tattığın o güzelim toprak kokusunu geçmez; hatta, her güzel şeyde onu arar insan. Bu yüzden Mıgırdiç, İstanbul’da yaşar ama duygusunu, ruhunu Diyarbakır’dan alır…
İstanbul günleri zordur, burada bir yetimhanede kalır. Bu yetimhanede onun gibi pek çok genç, çocuk vardır; Türkçe konuşan, Kürtçe konuşan ama Ermeniceyi bilmeyen kimselerdir bunlar; 50’li yıllardır, İnönü diktası gitmiştir, yerine azınlıkları tanıyacağını vaat eden ve her bir azınlık guruptan bir vekili meclise sokan Demokrat Parti dönemidir. Göreceli bir özgürlük ortamı vardır. Ancak bu göreceli ortam 6/7 Eylül olaylarında yeniden eski, bildik ayarlarına döner; sokaklar boşalır; hınç, tek erdem olur yine, tek egemen. Bu tarihlerde Diyarbakır’da da menekşe kokuları gider. Okuyanlar bilir; Yaşar Kemal’in bir romanında Gazele diye bir kız vardır; kız, hakimi tehdit eder, sevdiği bırakılmazsa, “saçlarını kesecektir.” Öyledir. Bu tarihlerde Diyarbakır menekşe kokar, gül kokar ve bu kız da, üç kuruşa beş kuruşa menekşe satar, gül satar. İşte, 50’li yıllarda Mıgırdiç, bu kokunun da gittiğini söyler. Kimse menekşe satmıyordur, koku gitmiştir. Evler, sokaklara bölünmüştür, sokaklar ölümlere, bir ağıttır ki, yaksan, yakılsa bir dünya ağlayacaktır…
50’lı yıllarda Mıgırdiç, öğretmenliğe başlar. Üsküdar- Selamsız’da bir ev kiralar, buradaki Ermeni Lisesi’nde Ermeni dili ve edebiyatı dersi verir. Bir yandan da Ermenice hikayeler yazar. Yazdıkça, sanki anne ve babasıyla, nenesiyle ve çok sevdiği amcalarından biriyle konuşuyor gibidir. Türkiye’de o zaman Ermeniceye kıymet veren hiçbir Türkçe edebiyat dergisi yoktur: Varlık desen, mezada çıkarılmış ruhların kendilerini sergiledikleri bir yerdir; yazar, biriktir, elbet bir gün, bunları yayımlama imkanı bulacaktır. Umut eder. Sonra birden hem öğretmenliğini yaptığı hem de bir süre müdür olduğu okuldan ayrılır…
Bundan sonra ticaret yapacaktır, kendi deyimiyle para kazanacak, iyi kitaplar okuyacak, iyi bir daktiloyla, iyi kağıtlara, iyi hikayeler yazacaktır. Okul daktilosunun şeridini düşünmekten, yazdığını unutmaktan da böylece kurtulacaktır. Bu arada bir dostu Rober Haddeciyan, yazdıklarını, 1940’tan beri yayımlanan (Suriye Pasajı içinde) Marmara Gazetesi’nde yayımlanmasını önerir. Mıgırdiç, “tamam” der, başlar yazmaya, yayımlamaya. Bu gazetenin tirajı azdır ama yayımlanması iyidir. Çünkü elde kaldıkça, bir hikaye diğerine izin vermemektedir; iyi kötü demez, yayımlar. Böylece birikir ve o zaman Heybeliada’da oturan, çıkan bütün gazeteleri takip eden Kirkor, şunu söyler, “valla bravo, dikiş tutturacaksın ama bir şey lazım?” Ne? Hikayede fazlalıkları atacaksın? Bu nasıl olacak? Mıgırdiç, bu sefer fazlalıklarla uğraşır.
Tam, kıvamına gelirken, darbe olur; 12 Eylül! Mıgırdiç, hikaye yazmayı bırakmaz; darbeden, dört yıl sonra Türkiye’de, Kenan Evren’in deyimiyle artık tehlike arz edecek kadar Ermeni kalmayınca, “güm” diye Migirdiç’in hikayeleri “Bizim Oralar” (1984) adıyla yayımlanır. Pek ilgi görmez ama dört yıl sonra (1988) bu hikayeler, Paris’te Eliz Kavukçuyan Vakfı Edebiyat Ödülü’nü alınca, gözler Mıgırdiç’e çevrilir… 90’lı yıllarda, Mığırdiç, artık sevilen, hikayeleri okunan bir yazar olmuştur. Dönem değişmiştir; doksanlı yıllarda Agos da yayına başlar, Aras yayınevi de…
Diyarbakır’a sıkça gider. Belediye burada onu ağırlamaktan gurur duyar. Kitapları imza eder. Doğduğu evi ziyaret eder. Komşularını görür. Artık yazıyor, yazdıklarıyla geniş bir okur kitlesi de vardır, bir tek eksiktir, çocukluğundaki menekşe kokusu, o gitmiştir, yoktur ve her yerde onu arar… Şimdi o koku, bedeni gitmiş, ruhunu engin kokusuyla sarmıştır, yolu açık olsun, bize güzel şeyler bıraktı…