Müslüm Yücel: Türkiye’nin güzellik yarışmalarından biri

Yazarlar

Türkiye’de, Cumhuriyetin ilanından sonra yenilikler arandı. Bunlardan biri herkesin yaptığı gibi önce kendi güzelini, devletin güzelini seçmek ve daha sonra da Dünya Güzellik Yarışması’na katılmaktı. İlk yarışma, 1926’da, ikincisi 1929’da yapıldı. İkisi de olaylı geçti. İlki, devletten gizli yapıldığı için hasıraltı edildi. İkincisi fevkaladeydi. Deli bir hakem heyeti vardı? Kimler yoktu ki?

1929 senesi, havalar soğuk. Ekonomik buhran almış başını gitmiş. Meteliğe kurşun sıkılıyor. Bir yanda Tatavla’da bir yangın oldu, Ermeni ve Rumların evleri yandı. Bu da yetmezmiş gibi Mart’ın 3’ünden itibaren kara bir kış başladı. Evler dondu. Haliç dondu. Tuna’dan gelen buz, boğaza dayandı. Boğaz dondu. Ahırlarda atlar, kümeslerde hayvanlar dondu. Hırsızlar para ve altın çalmıyordu; kapı, pencere çalıyordu. O zaman, Emin Buhari Mahallesi, 5 numaralı evde oturuyordum, geceleyin kapım çalınacak diye de uyumuyordum.  

İşte o günlerde, Cumhuriyet Gazetesi imdadımıza yetişti, büyük ihtimal sırf ısınalım diye bir kampanya başlattı. Buna Yahudi icadı diyenler oldu. Davut’ta donmuş, etrafına güzel kızlar toplanınca birden ısınmıştı. 

Genç ve güzel kızlar fotoğraflarını gönderecek, bu fotoğraflar gazetede yayımlanacak ve ahali fotoğrafa bakacak, rey verecekti. Paraya kıydım, vurdum cibreye, dedim, itirazım var. 

O günden başlayarak her gün iki gazete aldım. Sonra yaşlıca komşumuz, “benim gözüm daha iyi seçer” dedi. Ben de “tamam” dedim, ona da aldım, maksat güzeli seçmekse, geriye kalan her şey teferruattır. Tek okuduğum kitap vardı, o da Hitler’in Davam’ı idi. Bu kitap soğuk gecelerimin kandiliydi. Rasathanemdi. Her satırın altını çiziyordum, kelimelerle, tıpkı onun gibi keşfedilmemiş köprüler kuruyordum, önemli olan doğruluk değil, zaferdi, bu yaşlı kadını mı kıracaktım? 

Ancak birkaç gün sonra, karlar eriyip ağaçlar yaprak açınca gazete alım sayımı yükseltmek zorunda kaldım. Buna neden de şu oldu; dediler, Mustafa Kemal’in emri. O zaman soyadı kanunu çıkmamıştı. Mustafa Kemal’in önüne Atatürk, arkasına Gazi yazılmamıştı. En yakın arkadaşım, hatta birlikte hamama gittiğimiz Abdullah Ziya adını öz Türkçe olsun diye Aptul-ah yapmamıştı. Eşek semersizdi, Nihal, atsızdı, bende ben değildim hani, rüzgâr bineğimdi, nereye istersem, oraya giderdim. Buna hayret edenler vardı, derdim, ben anahtar deliğinden geçtim, içimdeki tilki kalk dedi, ne haber, kala kaldı herkes, herkes öyle zıngıldak.

Gerçekte bu muydum? Anneme göre, horoz değil katır idim, dağdan odun getirir idim. Nineme göre, horoz değil, deve idim, ön dişlerim keme idi, bütün köyün direği idim; ibriklerim el gibiydi, kanatlarım kilim gibiydi, bacaklarım bel gibiydi, şimdi de beni kesip pişiriyorlardı, suyuma da bulgur pişiriyorlardı. Bu gazeteleri niye alıyordum ki? Alıp Türkiye güzeli yapacakları birini bana vermezlerdi ki? Zaman kötü. Kola g! Keçi berber, köpek dülger, baykuş kadı, aslan bekçi, koyun kayyum, tavuk saatçi, tikli simsar, kurt çoban, kaplumbağa fırıncı, mühürdar eşek, pire pehlivan, ağaçkakan terziydi. Önce çıksın kelam ilminde önde gelenler, iki atla, bir anahtar deliğinden geçip pehlivan Hamza gibi, pireyi ikiye bölen, ben değilsem kim, ben de ben isem, hakem heyetinde yerimi almaz mıyım? Bütün benlerin bir tek ben’de birleştikleri bir benli zaman işte! 

Destur! 

Hu diyenin huyu kurusun, dolmasının suyu kurusun!

Var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin!

Kibir, kötü bir şeydir. Tevazu: Tohum gibi yerin altına gir, yoksa serpilemezsin. O zaman Burhan Pazarlama yoktu. Burhan’ı, bilinler bilir, Vapur seferlerinde eşya satıyordu. Kimse de sormuyordu, evli misin, bekar mısın? Ama herkes bilirdi, bir kız vardı, adı Bakkiyye, gözleri vardı şakkiyye, yanakları ulu orta, her yerde, dükkanını açardı, dudaklarıyla da bal tartardı; garibim, garibim, garibimdi, kurnası var, tası yoktu, Cumhuriyet alacak parası yoktu… Ona da aldım. Ala ala vere vere, döndüm Siverek’in hanına, oradan zalimin biri çıktı, dedi, baktım, İsmet Paşa! Dedi, bayrak düşmez. Burası neresi? Burası Elazığ Uzun Çarşı. İki kere dedim solucandan yılan çıkmaz, su yol bulunmaz, sucudan adam çıkmaz, kendini verir mezatta, sırf desinler ki pazarda.  

Mahcup oldum, ha Malatya, ha Urfa! 

Müsabakanın şartları açıktı. Aynen şu deniliyordu: “16- 25 yaş arasındaki her namuslu Türk kızı iştirak edebilir.” Önemli bir konuya dikkat çekilmişti. Türk olmak yetmiyordu, namuslu olmak da gerekiyordu. Ya da bu şöyle okunabilir mi: Evlenmiş kızlar, namuslu değillerdir. Bana kalırsa, Türk eşittir namustur. Namus, acaba bekâret midir? Beyni yok, kalbi yok ama bakirse! Sahi ya, nasıl kontrol edecekler? Devletimiz olmadığı için bunları bilemiyoruz tabii; devleti o yüzden sevmiyorum (bu kısım editörün notudur). 

Ama müsabaka şartlarında hemen belirtilen bir şeyde vardı: “Irk, din, mezhep farkı aranmaz.” 

Yani, Türk ve Müslüman olmayan Ermeni, Rum ve Musevi kızlar da müsabakaya katılabileceklerdi. Yazıklardı. 

İkinci şartta şuydu: “Bar kadınları müsabakaya katılamaz.” 

“Bar bar bağırıyor barbarlar” diye başlayan bir şiir vardı… Sahibini bulamazsam benimdir deyip naramı basacağım. Bu bar o bar değil ama bu bar, bira içilen bar, Alman ve İtalyanların açtığı, İspanyolların ortak olduğu barlar… Yani bir kız, yoksul, bu yüzden barda çalışıyorsa, müsabakaya katılamayacaktır. Derhal Nadi Bey’e bir mektup yazdım, annemin sırtını yıkayan bir natır vardı, çevresi, çapı vardı, burnu biraz yukarıdaydı, dedem, natırlar katılabilir mi? 

Yanıt geldi. Ankara’yı aramış. Sonuç, kimse yorum yapmamış. 

Bu rahatlattı beni, hırsım inmediyse, sesim dindi. 

Aylardan beridir, Cumhuriyetin birinci sayfasının bir köşesi buna ayrılmıştı. Emek de zayii olmadı. Şartname dışında gazete de kendince, verilen emre kimi ekler yapmıştı ve şu önemle belirtilmişti, bunda katkım olduğu söylenebilirdi belki: “İyi bir vatan anası olmak kabiliyeti ve asaletini haiz kızlar” aranıyor. Tashih iyidir. İmam Gazali’de böyle yapardı; yazardı, sonra peygamberimiz rüyasına girip, yanlışlarını tashih ederdi… Ne demeli, yalanla yürüyen derviş, lafını yük edermiş, katırı subaşında…  

Neyse! 

Bir taraftan gazeteyi okudum, diğer taraftan vatan bizim işimiz dedim. 

Ama buna nedense Karamanlı komşumuz, laf aramızda aslen Rumlar, dedi ki, bilseydim iki ay önce hamile kalmazdım. Ne diyeyim çörten değil ki tutasın. Teselliden nasibim yok, hazan ağlasın baharımda… 

Allah dedim, ne yaptın dedim, ne yaptın!

Giderek, günler geçtikçe gazete, katılıma katkı olsun diye şartnameye başka maddeler ekledi. Bir ülkenin basını, bir ülkenin kimlik kartıdır. ABD’li Nixon’da böyle düşünüyordu, ben de böyle düşünüyorum. İşte bunu yaparken, “geniş kalçalı, iri göğüslü” diye tarif edilen Türk kadını formunu düşündükleri çok açıktı; bu yüzden, şu önemle belirtilmişti: “İlk şart yüz güzelliği.” 

Kadın, yüzdür! İkinci şart, yoktu. 

Oysa ben hayatıma giren kadınların ellerini sevdim. Annemin, nenemin, sonra… Hele nenemin ellerine bayılırdım, damarları yol gibi geçerdi… Bir kadın elleriyle vardır. 

Bunları okuyan kızlar elbette ki yerinde durmadı, komşularımız, evde kalmışlarımız, fotoğrafçı dükkânlarının kapıları gizliden gizliye çaldı; kızlar, istenen 19x 12 ebadında kartpostal şeklindeki fotoğraflarını gazeteye göndermeye başladı. Fotoğrafçılarda hünerlerini gösterdi, iyi ışık ve sonra karta basarken, kenarları tırtırlı yapma gibi önemli katkılar sundular. Tırtıkları yapmak için Fransa’dan giyotinler getirdiler. Rekabet arttı. Bu fotoğraflar bir bir gazetede yayımlanacaktı ve okuyucuların seçtiği güzeller finale kalacaktı. Az bir şey değildi. 

Her gün gazeteye oy veren kimselerde elbette ki unutulmamıştı; bunlar arasında, birileri kurayla seçilecek ve gazetenin üç aylık aboneliği hediye edilecekti. Tabii bu arada, gazetede fotoğrafı çıkıp birden talibi çıkan kızlarda oldu. Sonuçta halk kararını verdi: 1. 121 oyla, Mualla Suzan seçildi. 400’ün üstünde oy alanlar, heyet karşısına çıkacaklardı. Finale 35 kız kaldı, bunların yarından fazlası gayrimüslimdi. Hakem Heyeti çok sıkıştı. 

Heyetin genç üyelerinden ve Cumhuriyet Gazetesi’nin gelecek vaat eden kalemlerinden Peyami Safa köpürdü, bu ne kepazelikti, “zaman insanı değil, armutları olgunlaştırırdı” ve bu kafayla bir yere varamazdık, dahası, bu vahamet, asrın tereddüdüydü, şüpheden doğmayan iman piçti, bunu görmeyen hiçti, batının bize verdiği hep bir bahşişti ve biz niçin, şüphe etmiyorduk ki? “Boşuna” diyordu boşuna, ümitsiz aşkın panzehiri nefrettir, alçak gönüllü olmak bilginin süsüdür. Desem ki bu fikirler, Türk sağını besledi, kimse inanmayacak, hepi topu bu kadardı ve bu kadarla, Meclis’in yüzde sesken dokuzu hep onlar oldu. 

Peyami’yi kimse duymadı. Yılların zamana sığmayan büyük mü büyük edibi Halit Ziya serinkanlıydı. Hüseyin Rahmi, herkesle şakalaşıyordu, “biri diğerinden güzel” diyordu. Milli ressam İbrahim Çalı, kızların tablo değerine bakıyordu, ifadeler önemliydi ama bacaklar daha önemliydi, bir dokunsa, bir tablo yapacaktı. 

Kızlar şimdi heyet karşısındaydı. Fotoğraflara bakıp karar verme dönemi bitmişti. Heyet hakemleri, kızları görünce dut yemiş bülbüle dönmüştü. Açıktı. Kimi “şuna bayıldım”, dedi, kimi “buna.” Kimi, “bu bir rüya” dedi. Kimi dilini yuttu, “hepsi” dedi. Şair-i Azam Abdülhak Hamit, Avrupa’yı görmüş, elçilik günlerinden ve edebi inceliğinden en doğru ve en yerinde kararı verecek diye herkes beklendi; o da beklentileri onore etmek için düşünüyor gibi yaptı, ellerini başında gezdirdi, iki defa gözlüklerini çıkardı, üç defa su içti, göz perdeleri buğulandı, beyaz bir mendille, gözlerini sildi, tükürüğünü yutamadı, elini kalemine atınca, herkes yeni bir “Makber” şiiri gelecek diye beklerken, birden diz kapaklarından yukarıya doğru bir kaşıntı başladı, söyledim inanmadı, dedim, tükürüğüm ilaçtır, sürsem geçer, olmadı, inandı, sürdüm, geçti; kendini toplamak, konusunda mahirdi, müsabaka için şunu söyledi: “Cennete girdim sandım.” 

Tabii heyetin bu halinden sonra kimi güzeller, fotoğraf verdik, “heyet karşısına çıkmayız” dedi, bu da heyeti zora soktu; gazetenin imtiyaz sahibi Nadi Bey “olmaz” dedi; kızdı, “vatani görev böyle ima edilemezdi.” Neydi ki bu kara talih, kem gözdü. Herkes hak verdi, ancak sorun şuydu; bunlar, Türk ve Müslüman kızlardı. Kısa bir gerginlikten sonra hakem heyeti Mualla Hicran Hanım’ı birinci seçti: Efendiler! Hemfikir miyiz? Hemfikiriz. Herkes derin bir nefes aldı. Ama karar verilir verilmez, dünyanın en büyük gazetesi olan fısıltı, manşetini atmada gecikmedi: Bu hanım evlidir! 

Kızcağız yerinde kaldı. Yüzüm bakirdi demek istedi ama o zamanlar daha felsefe yoktu, Selahattin Hilav olsa belki bir yolunu bulurdu. Babası mahkemede yargılanıyordu, kendisi dilinden korkuyordu. 

Evlidir!

İftira değil, doğruydu. Bu bir Frenk yalanı diyenler oldu. İkinci bir İngiliz işgali diyenler oldu. Lenin öldü, Stalin bizi çekemiyor diyenler oldu. Bulgar fitnesi, Yunan aklıyla birleşti, sonuç bu oldu, diyenler oldu. 

Heyet ecel terleri döktü. İkinci de gayrimüslimdi, kanı denizleri taşıran çok güzel bir Ermeni nehriydi; adı, Araksi Çetinyan’dı. Araksi, üç yıl önce bir müsabaka yapılmış, kazanmış, hakkı yenmişti. 

Heyet şimdi ne yapacaktı? 

Dünyanın gözü Türkiye’nin üzerindeydi. Mustafa Kemal duysa kıyamet kopardı. Başbakan İsmet Paşa, zaten gazeteyle arasına büyük bir mesafe koymuştu, hep aynı fotoğraf konuluyor diye şikâyetleri vardı. Fevzi Paşa duysa, gazeteyi kapatırdı. Gizli hafiyeler elindeydi. Belki şimdi, altı kalemle not tutuyorlardı, kim bilir? 

En son, şu karara bağlandı: Birinciliği, “beyaz teni, zarif endamıyla” 19 yaşındaki Feriha Tevfik aldı. Efendiler! Uygun mudur? Uygundur. Heyet buna birde ek yaptı: “Beyaz krepten elbisesiyle herkes büyülenmiştir.” Doğru mu? Doğrudur.  

Bu karar beni sevindirdi. Feriha hanım karşısında herkesin ağzı açık kaldı. Feriha hanımın altın gözlerine ömür sayacak kimseler vardı. Bir tek Hüseyin Rahmi, anam bacım olsun dedi, hizmetçiye ihtiyacım yok ki. 

Heyet kararını verince, dört gazete alarak yarışmaya yaptığım büyük katkılardan dolayı fikrim soruldu, en az jüri üyesi kadar etkili olduğum belirtildi, etrafımda okumuş, yazmış kimseler olduğundan olup biteni bir sofi gibi karşıladım; okunan kitap, dinlenen söz, duyulan ayet, görülen rüya, yol üstünde besmeleyle bulunan kâğıt bile benim için tövbeydi, gerçi bu konuda, her zaman Cüneyd-i Bağdadi ile Tusteri arasında kalırdım, biri günah unutmaktır derdi, diğeri unutmamak, Arap aklı karşısında ne yapacağımı bilmezdim, tarihin öğrettiği bir şey vardı, iki akıl arasında kalırsan, üçüncüsünü ara, böylece bir tasavvuf düşüncesi bende de peyda oldu, en son aklıma Yahya Bin Muaz geldi, tövbeden sonra işlenen günah, tövbeden önce işlenen yetmiş günahtan çirkindir.

Bu iyiydi, günahlarımın sayısı daha yetmiş değildi, hepi topu, kırk civarıydı, tövbe deyip, engin ikinci doğuşa doğru bir adım attım, halvet diye bilinen, uzlet diye tanınan haleyi geçtim, müsabakayla ilgili ancak şunu söyleyebildim: “Orta boyludur, münasiptir, milletimize hayırlı olsun, ordumuza Allah zeval vermesin.”

Tam müsabakanın ateşi dindi. Yeniden gazeteyi okumaya başladım. Birinci sayfaya baktım. Verilen habere göre Türkiye Güzeli, Feriha Tevfik hanımefendinin “resimlerinin” Amerika’da kimi gazetelerde intişarı (editörün notu: yayınlanması) bizim lehimizde büyük ve mühim bir propaganda olmuştu. Yapılan yorum şuydu: 

“Türkleri zenci, sarı veya kırmızı ırktan zanneden Amerikalılar kendileri kadar beyaz ve güzel olduğumuzu Feriha hanımın resimlerinden anladılar. Memleketimiz ve milletimiz namına ele geçen böyle masrafsız bir propaganda fırsatı kaçırmamak, ondan azami derecede istifade etmek zaruretindeyiz. Bu fırsattan istifade milli bir vazifedir.”

“Allah’ım” dedim, sonrasını getiremedim. 

İlginizi Çekebilir

Sami Certel: Nordrhein-Westfalen notları
Kemal Okutan: Kudüs saldırısı kime yaradı?

Öne Çıkanlar