Devlet Başkanı Generalin Belgeli ‘Kürt Yalanları’
“Türkiye’nin Kürt Tarihi” başlıklı serinin ilk bölümünde 27 Mayıs Darbesi öncesi ve sonrasında Kürtlere karşı izlenen siyasetten ve bunun ortaya çıkardığı önemli vakalardan söz etmiştim. İkinci bölümde ise genel olarak devletin geçmişten bugüne Kürt meselesiyle baş edebilmek için hazırladığı raporlara ve bu çerçevede 27 Mayıs darbecilerinin Doğu Raporu’na dikkat çekmiştim. Buradan devam edeyim…
Öncelikle darbecilerin Doğu Raporu’nda yer alan şu maddeler özellikle ilginçtir:
“Bölgede asimilasyon politikalarına hız verilmeli
“Kendini Kürt sanan nüfusun Batı’ya, Türk nüfusunun Doğu’ya yerleştirilmesi
“Kendini Kürt sanan nüfusun Irak Kürtleriyle bağlarının kesilmesi
“Bulunduğu bölgede medeniyet merkezi olacak yatılı mekteplerin açılması
“Köy okulları açılması
“Bölge zirai ve sınai hayatında önemli roller oynayacak meslek okullarının açılması
“Doğu’da görev alan öğretmenlere, vilayetlerce devlet politikasının kısa bir seminerle açıklanması
“Mutaassıp bölgelerde kızlar için ayrı okullar açılmasının planlanması
“Yetenekli çocuklardan misyoner yetiştirilmesi ve bunların yeniden bölgeye gönderilmesi
“Öğretmen okullarında, Doğu halkının Türk çoğunlukla kaynaştırılması usullerinin öğretilmesi ve genç öğretmen namzetlerine Türk milliyetçiliğinin esaslarının aşılanması gerekmektedir
“Kendini Kürt sananlara Türk ırkından geldiklerini inandırma faaliyetlerine öncelik verilmesi
“Bir üniversiteye bağlı Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşeilerinin Türk olduğunun ispatlanarak yayınlanması
“Doğu’nun Türk tarihinin yayılarak neşredilmesi
“Uzmanlarca radyo programlarının hazırlanması ve radyonun bir propaganda malzemesi olarak kullanılması
“Muzır propaganda yapan yabancı radyo neşriyatının bozulması…” (Yayman 2011:184-185)
27 Mayıs darbecilerinin Doğu Raporunda gayet sarih biçimde yer alan Kürt siyasetinin esası bu şekildeydi; aslında yıllardan beri yürürlükte olan Cumhuriyet’in Kürt siyasetinin yeniden planlanması söz konusuydu. Önceki yazıda Abidin Özmen’in Kürt raporundan söz ederken, Musa Anter’in (2011) kendisine avanak-aptal anlamında “andavallı” dediğini aktarmıştım. 27 Mayıs darbecilerinin raporuna bakıldığında, hem yıllardır yürürlükte olan siyasetin yeniymiş gibi sunulması hem de bazı ifadeler, hakikaten de insana andavallar dedirtiyor. Örneğin “Kendini Kürt sanan nüfusun Irak Kürtleriyle bağlarının kesilmesi” deniliyor. Bu bir cümlenin bile darbecilerin ve onların kurucu rehberlerinin zihniyetinin çarpıklığını tastamam ortaya koyduğunu söylemekle yetineyim.
Bu arada darbecilerin bu raporundaki maddelerle benzer içerikte, yıllar sonra, yani 1961’dekinine benzer şekilde başka bir kararname daha çıkarılmıştı. Özce, Kürt dilindeki her türlü malzemenin, yayın, plak vesairenin Türkiye’ye girmesini ve dağıtılmasını yasaklayan 5/7635 sayılı bu kararname 14 Şubat 1967’de resmi gazetede yayınlanmıştı. Bunlar da “kendini Kürt sanan nüfusun Irak Kürtleriyle bağlarının kesilmesi” için alınan tedbirlerdi. Bu kararnameler de gösteriyor ki, 27 Mayıs darbecilerinin Kürt Raporu, yıllar boyunca, hükümetler ve yöneticiler değişse de, devletin Kürt siyaseti olarak her zaman yürürlükte tutulmaya çalışılmıştır.
Bu anekdotu da paylaştıktan sonra, tekrar darbecilerin Doğu Raporu’na döneyim… Elbette burada aktardığım bu birkaç madde darbecilerin raporunu ilginç hale getirmiyor. Daha sonra anlatacaklarımdan hareketle bu ilginçliğin anlaşılacağını umuyorum. Aslında bu maddelere bazı anekdotları paylaşmak amacıyla yer verdim. Şöyle ki…
Bu radyo ve yayın konusu özellikle Irak’taki Kürt muhalefetinin etkisinden ve aynı zamanda örneğin bir zamanlar Kürtçe yayınların da yapıldığı Sovyetler Birliği kontrolündeki Erivan radyosundan, yine Bağdat Radyosundan, Mısır’daki Kahire Radyosundan ve İran’daki devlet radyosundan duyulan korkuyla ilgiliydi. Zira Türkiye’de zaten bu tür bir yayının izine rastlamak o dönem için mümkün değildi.
Ancak bu radyoların Türkiye’deki Kürtler üzerinde etkili olmadığını söylemek de doğru olmayacaktır. Nitekim İsmail Beşikçi, daha sonra “Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller” adıyla kitaplaştırılan doktora tezini hazırlarken, “göçebe bir Kürt aşireti üzerinde” bir alan çalışması yapmıştı ve vardığı sonuçlar epey dikkat çekicidir. Bu arada Beşikçi’nin başına ne geldiyse bu tezden itibaren geldi, çünkü Beşikçi böylece Kürtlerin Türk olduğu tezini boşa çıkarıyordu. Bunları not ettikten sonra Beşikçi’nin elde ettiği sonuçlara bakalım…
Öncelikle dönemin Köy İşleri Bakanlığı’nın verilerine göre Kürdistan’daki 18 ile bağlı 9 bin 436 köyün 6 bin 628’inde, yani % 71’inde dönemin popüler yayın aracı olan radyo vardı ve dinleniyordu. Beşikçi, göçebe bir Kürt aşireti (Alikan Aşireti) üzerinde yaptığı çalışmada “Ankara ve Van radyolarının hiç dinlenmediğini, Tahran, Erivan ve Bağdat radyolarının Kürtçe yayınlarının sıra ile % 35.1, % 51.3 ve % 5.4 oranında dinlendiğini” saptamıştı (1970:377-378). Kürdolog Martin van Bruinessen’in bu durum hakkındaki yorumu da epey dikkate değerdir, şöyle diyor:
“Transistorlu radyo yeni yeni kullanılıyordu ve çevrelerindeki dünya ile kendi ulusal kimliklerinden haberdar olmaları bakımından Kürtler üzerinde son derece büyük etkisi vardı. Bu yanıtlar [biraz önce aktardığım radyo dinlenme oranları] göçebe Kürtlerin Türkiye’den dilsel ve belki de duygudaşlık olarak ne ölçüde ayrı olduklarını ortaya koyuyordu.” (2012:62)
Kürtleri Türk ilan edip, kimliklerini inkâr eden ve haliyle hiçbir hakkını tanımayan Türkiye de bu durumun farkındaydı; bu radyoların, cini şişeden çıkarabileceğinden korkuyordu. Kuşkusuz söz konusu dönemin en önemli kitle iletişim araçları olan radyoların Kürtler üzerindeki etkisini ilk kez fark eden 27 Mayıs darbecileri değildi.
Kürtlerin Türk olduğuna dair zırvalar için ömür harcayan isimlerden biri de Kadri Kemal Kop’tur. Kemal Kop’un devlete sunduğu 6 Mart 1947 tarihli ve gizli mahreçli raporu ilginç veriler barındırıyor.
Kop, Bağdat’ta günde iki buçuk saat yapılan radyo yayını hakkında 1946’da devlete rapor verdiğini ve bunun üzerine bu yayını takip etmek üzere Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü tarafından görevlendirildiğini aktarıyor. Kop, bu iki buçuk saatlik yayında Kürtçe ve Arapça müziklerin çalındığını, Kürtlerin sosyal ve dini hayatı, kültürü, edebiyatı, tarihi ve dili hakkında konuşmaların yapıldığını ve en önemlisi de bu konuşmaların bazılarında “Kürtlerin hürriyetlerine kavuşmak yolundaki isteklerinde haklı bulundukları”nı kaydediyordu. Tabi, Kop, bu tür yayınların sonlandırılması ve Türkiye’deki Kürtlere ulaşmasının engellenmesi için devletine akıl veriyordu (Yıldırım (der.) 2011:198-199)
Devlete sadık gazetecilerden Ahmet Emin Yalman da aynı dönemlerde, 1949’da Vatan gazetesinde aynı konuya dikkatleri çekmişti. Yalman, bölge illerinin “hiçbirinin sömürge olarak görülmediğini; hepsinin Türkiye’nin bir parçası olduğunu ve eşit haklara sahip olduklarını” yazmıştı. Bu sözüm ona eşitlik mantığını “vatandaşlar arasında din, dil veya başka bir sebebe bağlı olarak fark gözetmediği”ni ileri sürdüğü anayasaya dayandıran Yalman, öbür yandan da yazısında, “tabii ki, Türkiye’de kelimenin tam anlamıyla bir Kürt sorunu yoktur” diyordu. Ona göre, “bölgedeki kalıcı sorunların kaynağı ne yabancı güçlerin entrikaları ne de bölge halkının gerici eğilimleri” idi; “sorunun temel kaynağı bölgedeki kötü idarî rejim”di.
Kürt meselesinin varlığının manipüle edilmesinin bir başka türü olan bu yazısında Yalman, ayrıca şunları yazıyordu:
“Son zamanlarda Sovyet radyo programlarında Kürt propagandasına önemli bir yer ayrılmaktadır. Kürt sorununun Irak ve İran’da nasıl bir hal aldığını göz ardı etmemeliyiz.” (Jwaideh 2014:421-422).
Yalman, işte tam bu sözlerinden sonra Türkiye’de bir Kürt meselesinin olmadığını ileri sürüyordu. Akla ziyan elbette; madem Türkiye’de Kürt meselesi yok, neden Irak ve İran’daki Kürt meselesi konusunda Türkiye’yi uyarma gereği duyuyorsun! Bu garabet anlayışa dikkat çekmişken, radyo konusuyla ilgili yaşanmış bir başka olayı daha paylaşmak isterim.
Bahsettiğim gibi, 1950’li yıllarda Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ında Kahire Radyosunda da Kürtçe yayınlar yapılıyordu. Türkiye’nin bundan haberi oluyor ve Türk büyükelçi Abdülnasır’la görüşüyor, rahatsızlıklarını dile getiriyor. Rivayet odur ki, Abdülnasır şu ibretlik cevabı veriyor:
“Türkiye’de Kürt var mı?” Büyükelçi tabi ki, hayır yoktur, diyor. Bunun üzerine Abdülnasır, “Madem Kürt yok, rahatsız olmanız için de bir sebep yoktur!”
Bu arada Kahire Radyosu ile ilgili pek çok kaynaktan bazı ufak farklarla aktarılan bu rivayetin gerçekte Fuat Masum tarafından dillendirildiği de kaydedilir. Masum Güney Kürdistan’ın önde gelen siyasetçilerindendir ve 2014’te Celal Talabani’nin ölümünün ardından onun yerine Irak Cumhurbaşkanlığı görevini de üstlendi. Fuat Masum’un bir dönem Kahire Radyosu’nun Kürtçe servisinde çalıştığı ve aktardığım vakanın da bu sırada yaşandığı belirtilir.
Bu kadar Kahire Radyosu’ndan söz etmişken, Türkiye’nin bu radyodan duyduğu endişe ve rahatsızlığın sadece Kürtlerden kaynaklanmadığını da eklemek lazım. Endişenin bir diğer önemli nedeni de bizzat Cemal Abdulnasır’ın kendisiydi. Nitekim Roj Girasun ve Mehmet Alğan’ın (2022) “Türkiyeli Araplar” başlıklı yazısında da dikkat çekildiği üzere, özellikle Cemal Abdulnasır zamanında iyice tırmanan Arap milliyetçiliğinin, örneğin güneydeki Hatay meselesi gibi mevzuları yeniden tetikleyebilecek biçimde Türkiye’deki Arapları da etkilemesinden çekinen Türkiye, ayrıca bazı tedbirleri alma yoluna gitmişti. Zaten Kürtçe gibi Arapçanın da konuşulmasının yasaklandığı ve cezalara konu olduğu Türkiye’de, Kahire Radyosu’ndan duyulan endişe hakkında Girasun ve Alğan şöyle yazıyor:
“…hükümet, 50’li yıllarda hatipliğiyle nam salan Arap dünyasının karizmatik siyasi lideri Cemal Abdulnasır’ın Kahire Radyosu’ndaki konuşmalarının, radyonun yayın yaptığı güney şehirlerinde dinlenmesini engelleme yoluna gitti. O dönemdeki devlet endoktrinasyonu, okullaşma oranı, medya gücü ve henüz Arapların güneydeki akrabalarıyla olan güçlü bağları gibi durumlar da bu kaygıyı güçlendirmişti.” (2022)
1960’lı yılların popüler kitle iletişim aracı olan radyolarla ilgili Türkiye’nin mesaisi, eminim çoğunuza 1990’lı yıllardan bu yana Avrupa’da uydu üzerinden yayın yapmak zorunda kalan Kürt televizyon kanallarının yaşadıklarını hatırlatıyordur. Zira Türkiye Med TV ile başlayan ve Kürtlerin özgürlük mücadelesinde önemli etkilere yol açan televizyon yayıncılığının engellenmesi için her türlü yol ve yönteme başvurmuştu. Bu da Türkiye’deki aklın Kürtler söz konusu olunca hiç değişmediğinin bir başka örneğidir.
Türkiye’nin Kürt inkârına ve bu arada Arapça yasağına dair 1960’lardan aktardığım traji-komik anekdotlar, elbette bu yazının meramını da ortaya koyuyor. Zira bundan sonra da anlatacaklarım, aynı kapıya çıkıyor.
27 Mayıs cuntasının hazırlattığı Kürt Raporu’na böylece tekrar dönmüş olayım. Bu raporun bir kısmı “Akademik” başlıklıdır, biraz önce aktardığım bazı maddeler de bu başlık altında ele alınıyor.
“Acil işler” koduyla yazılan birinci maddede, biraz önce rapordan da aktardığım üzere, şu hususlar yer alıyor: “Bir üniversiteye bağlı olarak, derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak: a. Kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğu isbat olunarak yayınlanmalı, b. Doğunun Türk tarihi yazılarak neşredilmeli.” Yani bu enstitünün esas işlevi bu birinci maddede özetleniyor.
Raporun Akademik başlıklı bölümünün ikinci maddesine gelince, daha da ilginçtir bu madde, şöyle deniliyor: “İslam Ansiklopedisi, Rus alim ve politikacı Minovski’nin tarafgirane bir surette, kendini Kürt sananların kökeninin İranî olduğunu iddia eden yazısını alarak, kendilerini Kürt sananlar kısmında neşretmekle, Lozan’da delegelere kabul ettirilen, kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olduğu ve kökenlerinin Turanî olduğu tezi ile de tezada düşülmüştür. Doğulu münevverler arasında münakaşayı mucip olan ve ayrılık taraftarlarına tutamak veren bu hata, derhal tashih edilmelidir.” (Yayman 2011:185)
Aynen aktardığım şekliyle bunlar belirtiliyor. Buna dair bir iki şey söylemek lazım. Birincisi, darbecilerin raporunda sözü edilen İslam Ansiklopedisi’nde yayımlanan Viladimir Minorsky’nin Kürtler makalesidir, ki ismini bile yanlış telaffuz etmişler, Minorsky demek yerine Minovski demişler.
Bu makale söz konusu dönemde Türkçe edisyonda, şerh konularak da olsa, yayımlanmış, bu doğru; Belli ki, o dönem uluslararası bir ansiklopediyi sansürleyerek yayımlamak biraz zor gelmiş. Bununla birlikte, anlaşılacağı üzere, devlet son derece rahatsız ve Minorsky’yi tashih etme gereği duyuyor. Nitekim daha önceki yayınlarda sözlerini aktardığım gibi Cemal Gürsel, Kürtlerin varlığının bir Rus yalanı olduğunu Bakanlar Kurulu toplantısında söylemişti ve aslında Rus Minovski’ye karşı bu beyanın gereği yapılmak isteniyordu.
İkincisi, bu tashih ihtiyacının Lozan’da delegelere kabul ettirildiği belirtilen, Kürtlerin menşelerinin Turanî olduğu tezinden kaynaklandığı anlaşılıyor. Buna tez demek de ne derece mümkünse artık! Peki, gerçekten delegelere kabul ettirilmiş bir tezden söz etmek mümkün mü? Bu konuyu ayrıca hazırladığım bölümde detaylı anlatacağım, bu yüzden burada kısaca söz edeceğim.
İsmet İnönü, Lozan görüşmelerinin 23 Ocak 1923’te yapılan oturumunda, Musul meselesi konuşulurken, Encyclopedia Britannica’da bir zamanlar yer almış olan bir yazıya referans vererek, Kürtlerin Asurlar zamanında yaşadığı belirtilen Turanî Gutu adlı bir kavimden geldiklerini ileri sürmüştü. İnönü’ye cevap veren İngiliz delegasyonu başkanı Lord Curzon ise, alaycı biçimde “Kürtlerin Türk olduğunu tarihte ilk kez keşfetmek, Türk delegasyonun kaderine yazılmış anlaşılan” demiş ve bu konuda herhangi bir kaynağın olmadığını da eklemişti (Bayır 2017:131-132).
Anlayacağınız, Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmen bir raporda iddia ettiği üzere, kimsenin onların resmi tezini falan kabul ettiği yoktu. Ama tabi, şu da doğru; sonuç olarak Lozan’da Kürtlerin payına hiçbir şey düşmedi, yani kimsenin umurunda olmadılar, haliyle Curzon da istediklerini elde edince İnönü’nün söyledikleriyle ilgilenme gereği duymamıştı. Olay bundan ibaret! İşte bu nedenle 27 Mayıs darbecileri bu tezin Lozan’da kabul ettirildiğini ileri sürüyorlar.
Buradan ilginç bir yere geliyoruz. Aşağı yukarı 40 yıl aradan sonra, Kürtlerin Türk olduğu iddiası dolayısıyla, 27 Mayıs darbecilerinin 1923’teki İsmet İnönü ile yollarının kesiştiği yerden söz ediyorum…
27 Mayıs darbecileri, elbette İnönü’nün tezine sahip çıkıp, her yerde Kürtlerin Türklüğünü vaaz ediyorlardı. Cemal Gürsel, Kürt diyenin yüzüne tükürülmesini bile buyuruyordu. Aynı Gürsel, darbeden hemen sonra, Muş Vartolu öğretmen Mehmet Şerif Fırat’ın, “Doğu İlleri Ve Varto Tarihi” adlı kitabını yeniden yayımlatmıştı. Mehmet Şerif Fırat’ın kendi ifadeleriyle, bu kitap vasıtasıyla, “doğu illerimizde oturan dağlı Türk aşiretleri”nin uzak ve yakın tarihi, bunların “hangi çeşit zorlamalar altında kalarak Kirmanci ve Zaza dillerini vücuda getirdikleri” vesaire anlatılacaktı.
Devletin Kürt tezinin bütün absürtlüğü aslında bu bir cümlede ifade edilmiş durumda; yani olmayan bir Kürt ve onun dili, nasıl oluyor da kadim Türkleri Kirmanclaştırabiliyor, Zazalaştırabiliyor? Neyse ki bu tezler için mantıksal doğrular veya yanıtlar aramanın kendisi de zaten absürt olacağı için, uğraşmaya değmez diyeyim ve konuya devam edeyim.
Darbeden sonra Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun kararıyla yayımlanan bu meşhur kitaba elbette General Gürsel de, hükümet ve devlet başkanı olarak, bir sunuş yazısı yazmıştı. Yazdıklarından bazı cümleler şöyle:
“Bu eser, yani Şerif Fırat’ın kitabı, yalnız dikkatle değil, aynı zamanda ibretle okunmaya değer bir önem taşımaktadır. Bilgin ve idealist bir öğretmen olan yazarı doğup büyüdüğü bölgenin tarihi oluşunu karanlıktan kurtarmak gayreti ile kaleme sarılmış fakat parlattığı meş’alenin aydınlığından korkanlar tarafından insafsızca şehit edilmiştir. İfade ettiği mana bakımından Türk aydınlarının bu olay üzerinde dikkatle durmaları icabeder.
“Neşrinden bir hafta sonra bu kanlı cinayeti işleyen gizli eller aldıkları intikam ile yetinmemiş, kitabı da piyasadan toplayarak yok etmişlerdir. Zavallı yazarın, hangi vatan köşesinde gömülü olduğunu dahi bilmiyoruz. Düşmanlığın derecesine bakın ki, kitabı gibi mezarı da ortadan kaldırılmıştır.
“…bu eser, Doğu Anadolu’da oturan, Türkçeye benzemeyen bir dil konuştukları için kendilerini Türk’ten ayrı sayan, bilgisizliğimiz yüzünden bizim de öyle sandığımız vatandaşlarımızın su katılmamış Türk olduklarını bir defa daha ispat etmektedir. Hem de inkarına imkan bırakmayan ilmi deliller ile.” (Fırat 1981:5-9)
Bu cümleler, iktidarı darbeyle ele geçiren, başbakan astıran ve orgeneral rütbesinde bulunan, darbeden hemen sonra hükümet ve devlet başkanlığı dahil neredeyse bütün icra yetkilerini kendisinde toplayan, daha sonra da yaklaşık beş yıl boyunca Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten birine ait, yani Cemal Gürsel’e. Daha doğrusu peşi sıra sıralanmış bu yalanlar, bu devlet başkanı generale ait. Yalan dedim, şimdi nedenlerini özetle anlatayım:
Kendisi de Şerif Fırat gibi Muşlu olan yazar ve avukat Ruşen Arslan, üşenmemiş, derler ya yememiş içmemiş, Şerif Fırat’la ilgili bütün olayları ve daha fazlasını araştırmış, Fırat’ın kızı dahil birçok yakınıyla görüşmeler yapmış, birçok hukuki belgeyi incelemiş, birçok gazete ve dergi yazısını taramış, Fırat’ın köyüne bizzat gidip gözlemlerde bulunmuş ve sonuç itibarıyla bir kitap yazmış. “Şey Said Ayaklanmasında Varto Aşiretleri ve Mehmet Şerif Fırat Olayı” başlıklı kitap 2006’da Doz Yayıncılık tarafından yayımlandı, mutlaka okuyun derim. Ruşen Arslan’ın bu son derece kıymetli araştırması, hiçbir kuşkuya mahal bırakmayacak denli, Gürsel’in ve haliyle devletin yalanlarını ortaya seriyor. Şöyle ki…
Birincisi; Şerif Fırat, bilgin falan değil, hatta öğretmen bile değil, kısa süreliğine öğretmen vekilliği yapmış, o kadar…
İkincisi; Ölümü hiçbir şekilde siyasi nedenlerden kaynaklanmıyor. İhtilaflı olduğu amcası ve aynı zamanda üvey babası olan Halil Kanmaz tarafından öldürülmüş. Yani gerekçe bir bakıma aile içi nüfuz çekişmesi, arazi meselesi ve biraz da namus meselesi… Ancak, Ruşen Arslan’ın belgelerinden anlıyoruz ki, devlet daha en başında cinayete siyasi bir yön kazandırmak için çabalamış. Cinayeti işleyen amca Halil Kanmaz’a bulunduğu Muş hapishanesinde baskı yapılmış, cinayetin bir şeyhin azmettirmesiyle işlediğini söylemesi istenmiş, ancak Halil Kanmaz bunu kabul etmemiş ve baskı uygulayan cezaevi müdürünü de bıçaklamış, bunun üzerine de Bitlis cezaevine sürgün edilmiş ve burada ölmüş. Sözü edilen şeyh ise Şeyh Said’in oğlu Ali Rıza Fırat. Nitekim Fırat Muş’ta yargılanmış ve beraat etmiş. Devlet başından beri cinayetin neden ve nasıl olduğunu aslında biliyordu. Buna rağmen yalan söylemeye devam ediyordu.
Üçüncüsü; Şerif Fırat, kitabını yayımladıktan bir hafta sonra öldürülmedi. Aksine arada bir yıldan fazla zaman var. Şerif Fırat’ın kitabı, bizzat kendi yazdığına göre, ilk olarak 11 Haziran 1948’de, Turhan Selçuk’un delaletiyle İstanbul Saka matbaasında basıldı. Ölümü ise, 1 Temmuz 1949. Yani Şerif Fırat’ın ölümüyle kitabın ilk baskısı arasında 12 ay 20 günlük bir zaman var. Ayrıca Gürsel’in yalan söylediği gibi, kitabı piyasadan toplatan falan da olmamış. Aksine her defasında devlet kurumları tarafından baskısı yapılmış ve devlet dairelerinde, okullarda zorunlu olarak okutulmaya çalışılmış…
Dördüncüsü; mezarı vatanın bilinmeyen herhangi bir köşesinde falan değil, öldürüldüğü köyde, yani kendi köyünde, Muş’un Varto İlçesinin Kasman (Qasiman) köyünde… Ruşen Arslan, kitabında bizzat mezar fotoğraflarına da yer veriyor. Arslan’a konuşan Şerif Fırat’ın kızı Ceylan da, ilk günden beri babasının mezarının Kasman köyünde olduğunu, Gürsel’in dillendirdiği söylentilerin ise doğru olmadığını söylüyor. Ayrıca yine kızının verdiği bilgiye göre, 1985 ya da 86’da 12 Eylül’ün darbecisi Kenan Evren, köyde Şerif Fırat’ın mezarını ay yıldızlı bir anıt şeklinde yeniden yaptırmış. Hala da yerinde duruyor.
Ve beşincisi; bu biraz farklı bir konuyla ilgili. Gürsel, Şerif Fırat’ın Kürtlerin su katılmamış Türk olduğunu inkâra imkan bırakmayan ilmi delillerle bir kere daha ispat ettiğini yazmıştı. Peki, öyleyse Minorsky’nin İslam Ansiklopedisi’ndeki makalesinin tashihi için yeni yayınlara neden ihtiyaç duydunuz? Çünkü İsmet İnönü’nün Lozan’daki iddiaları bile yetmemiş, büyük bir gururla yeniden baskısı yapılan Şerif Fırat’ın kitabı da yetmemiş, yeni yayınlar istenmişti. Nitekim Şerif Fırat’ın kitabından önce sözünü ettiğim ve bazı maddelerini paylaştığım 27 Mayıs cuntasının Doğu Raporu’nun “uzun vadeli işler” kısmında, “Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turanî kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticeleri, türlü neşir vasıtalarıyla yayınlanmaya devam olunmalıdır” denilmektedir. Sadeleştirecek olursam; Kürtlerin Türk olduğuna dair yeniden bol bol kitap falan yayınlayın diyorlar. Tam da bu amaçla bir de bir enstitü kurulmuştur. 20 Ekim 1961’de kurulan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, hem çıkardığı dergi hem de yayımladığı kitaplarla Kürtlerin Türklüğünü ispatlamak için yıllar boyunca çaba harcadı; Şerif Fırat’ınki dahil, birçok kişinin neredeyse aynı cümlelerden, aynı iddialardan oluşan zırvalarını kitap diye bastı.
Hazır mevzu bu enstitüye gelmişken, konuyla ilgili önemli bir araştırmaya imza atan Nevzat Anuk’un aktardığı bilgilerden bir kaçını da paylaşmakta fayda görüyorum. Böylece 27 Mayıs darbesi sonrasında kurulan bu enstitü aracılığıyla Kürtler hakkında nasıl bir Türkleştirme kampanyasının yürütüldüğü de daha iyi anlaşılmış olur kanaatindeyim.
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 20 Ekim 1961’de dernek statüsünde kuruluyor; bizzat kurucularından Ahmet. B. Ercilasun’un ifade ettiği üzere darbeci ırkçı Albay Alparslan Türkeş’in fikirleri ve teşvikiyle kurulan bu dernek, yani enstitü, daha sonra 08 Nisan 1968’de Bakanlar Kurulu kararıyla “kamu yararına çalışan dernekler”den biri olarak kabul ediliyor.
Aslında bu dernek, kurucularından Ahmet Temir’in belirttiği gibi, Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanlığı döneminde Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Beşinci Daireye bağlı olarak çalışmak üzere kuruluyor, amacı da “Türkiye sınırları dışında kalan Türk topluluklarının kültür meseleleriyle” ilgilenmek (Bkz. Anuk 2015).
Bu enstitü, daha ilk kuruluşundan itibaren doğrudan devlet tarafından finanse ediliyor; zira resmi bir kurum. Örneğin Meclis belgelerinde tespit edilebileceği üzere, söz konusu dönemler esas alındığında epey büyük bir maliyet kabul edilebilecek şekilde, bu enstitüye milyonlarca lira para aktarılıyor. Peki, ne için? Elbette Cemal Gürsel’in altına imzasını attığı ve Cumhuriyetin kuruluşundan beri resmi görüş kabul edilen zırvaları yayınlamak için.
Birçok değerli araştırmaya imza atan Kürt araştırmacı Malmîsanîj’ın çok yerinde bir kavramı var; Anti-Kürdoloji. Bu kavramı şöyle tarif ediyor Malmîsanîj: “Anti-Kürdoloji derken, Kürtlerle ilgili gerçeklerin çarpıtılması ve gerçeğin ortaya çıkmaması için yapılan çalışmaları kastediyorum. Bu çalışmaların hareket noktası, Kürtlerin bir millet, dillerinin ise bir dil sayılamayacağı, aksine Türk oldukları fakat Türkçeyi unuttukları biçiminde özetlenebilecek resmî tarih tezidir.” (Malmîsanîj 2011:65)
Malmîsanîj’ın tespitine göre, Cumhuriyet’in kuruluşundan 1960’lara kadar Kürtlerle ilgili –devletin onayladığı tarzda – yaklaşık on kitap yayınlanmış. “Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi ve Kürt Sorunu” (1986) adlı son derece değerli kitabında İsmail Beşikçi de bir liste yayınlamıştı, yani hem genel olarak herkesin ve hem de böylece Kürtlerin Türklüğünü ileri süren kitapların bir listesini… Ancak Malmîsanîj ve Beşikçi’nin verdiği bilgilere bakıldığında, Anti-Kürdoloji alanında, yani Kürtlerin Türk olduğunu ileri süren zırvalara dair 1960 darbesinden sonra adeta bir patlama yaşanıyor.
Nevzat Anuk’un (2015) tespitiyle söyleyecek olursam, “devletin politik bir tutum olarak, yasalarla ve kurumlarla alternatif bilgiyi / yayını yasaklayıp, tek elden enformasyona mecbur etme hamlesi olarak” değerlendirebileceğimiz Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü bünyesinde Türk Kültürü adıyla bir dergi çıkıyordu; hala çıkıyor mu, bilmiyorum, birkaç yıl öncesine kadar da vardı. 1962’de yayına başlayan bu derginin ilk beş sayısında Kürtlere dair bir şey yok, ancak 6. sayıdan itibaren Kürtlerin Türklüğü konusu sistematik biçimde işlenmeye başlanıyor. Yine bu enstitü bünyesinde 200’den fazla kitap yayınlanmış bulunuyor. Nevzat Anuk’un tespit ettiği kadarıyla, 1984 yılı itibarıyla, yayınlanmış 84 kitaptan 31 tanesi direkt veya dolaylı olarak Kürtlerle yani Kürtlerin Türklüğünü ispatlamakla ilgilidir.
Tabi bu işi yaparlarken de epey traji-komik durumlara da düşüyorlar. Yayınladıkları kitapların içeriğinin saçmalığını bir tarafa bırakın, bu kitaplara dönemsel olarak yaptıkları muamele bile ne derece beter olduklarını gösteriyor. Mesela 12 Eylül darbesinden sonra, yeni dönemin darbecileri için de 27 Mayıs darbecilerinin kurduğu Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ve buradan yayınlanan kitaplar kıymete biniyor. Bu nedenle daha önceki yıllarda yayınlanan pek çok kitap yeniden yayınlanıyor, ayrıca bu kitapların içeriğini alıntılamaktan başka bir şey olmayan bazı yeni kitaplar da yayınlanıyor. Demek ki, 12 Eylül darbecileri de, Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden geçen yaklaşık 60 yıla rağmen Kürtlerin Türklüğünün yeterince propaganda edilmediğini ya da bu propagandanın yeterince sonuç almadığını düşünmüştü. Ancak başvurdukları metot ve materyaller aynı, öncekilerin yayınlarını yeniden keşfedip yayınlıyorlar, öncekilerin yaptığı gibi devlet kurumlarına dağıtıyorlar, okunmasını zorunlu kılıyor vesaire… Ne yapsınlar, aynı bayat pilavı ısıtacaklar, malzeme bu!
Ancak haklarını tamamen yemeyeyim, 12 Eylül’den sonra bu ezber birazcık değiştiriliyor. Şöyle ki, 1981-85 arasında bu enstitü bünyesinde 30’u aşkın kitap yayımlanmış. Nevzat Anuk’tan (2015) alıntılayacak olursam, “Tamamen Türk devletinin baskıcı ve tekçi ideolojik anlayışına göre yazılan / yeniden yazdırılan bu kitapların bir kısmı Kürtlerin Türklüğünü ispata yönelik daha önce basılmış kitaplardır. Fakat bu kitaplardaki ‘Kürt’ kelimesi geçtiği her yerde değiştirilerek ‘Kürttürkleri’ biçiminde yazılmıştır.”
Bu dezenformasyon enstitüsü 1990’lı yıllara kadar da bu şekilde yayınları yayınlıyor, ancak 1990’dan sonra artık bu tür yayınlara rastlanmıyor.
Bir hususa daha değinmek isterim. Aslında sadece bu enstitünün yayın faaliyetleri yoktu, sadece burası Kürtlerin Türklüğünü ispatlamak üzere dergi ve kitap yayınlamıyordu. Mesela Atatürkçülük Yayınları ya da Belgelerle Türk Tarihi Dergisi gibi yine devletçe finanse edilen yayınlar vardı ve bunlarda da mütemadiyen Cumhuriyetin resmi tezi, yani herkesin Türk olduğu ve tabi ki Kürtlerin de böyle olduğu tezi işleniyordu. Buralardaki yayınlarda ileri sürülen görüşler de örneğin enstitünün yayınlarında ileri sürülenlerden farklı değildi, aynı iddialar ısıtılıp ısıtılıp sunuluyordu.
Peki, olay burada bitiyor mu? Elbette hayır… Türkiye’nin ibretlik Kürt tarihini anlatmaya devam edeceğim…
Kaynakça
Anter, Musa (2011). Ülke ve Gündem Yazıları. Diyarbakır: Aram Yayınları
Anuk, Nevzat (2015). Bir Türkleştirme Aygıtı: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü. İstanbul: Kürt Tarihi, Sayı: 19
Arslan, Ruşen (2006). Şey Said Ayaklanmasında Varto Aşiretleri ve Mehmet Şerif Fırat Olayı. İstanbul: Doz Yayıncılık
Bayır, Derya (2017). Türk Hukukunda Azınlıklar ve Milliyetçilik. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Beşikçi, İsmail (1970). Doğu Anadolu’nun Düzeni / Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller. Ankara: e Yayınları
Beşikçi, İsmail (1986). Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu. Stockholm: Dengê Komal
Bruinessen, Martin (2012). Kürdolojinin Bahçesinde. İstanbul: İletişim Yayınları
Fırat, M. Şerif (1981). Doğu İlleri ve Varto Tarihi. Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları
Girasun, Roj, Alğan, Mehmet (2022). Türkiyeli Araplar. Perspektif. https://www.perspektif.online/turkiyeli-araplar-1/ Erişim Tarihi: 25 Mayıs 2022
Jwaideh, Wadie (2014). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi / Kökenleri ve Gelişimi. İstanbul: İletişim Yayınları
Malmîsanîj, M. (2011). Anti-Kürdolojiden Kürdolojiye Giden Yol ve İsmail Beşikçi. İsmail Beşikçi içinde. (Der: Barış Ünlü-Ozan Değer). İstanbul: İletişim Yayınları
Yayman, Hüseyin (2011). Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası. İstanbul: Doğan Yayınları
Yıldırım, Tuğba (der) (2011). Kürt Sorunu ve Devlet / Tedip ve Tenkil Politikaları (Tarih Vakfı-Necmeddin Sahir Sılan Arşivi -3). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları