Nuri Fırat: Türkiye’nin Kürt Tarihi – 5

Yazarlar

‘Harici’ ve ‘Dahili’ Türkiye’nin ‘Bölünmez Bütünlüğü’: 

1968’de İhsan Sabri Çağlayangil’in Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturduğu sırada bizzat imzalayıp dış ülkelerdeki temsilciliklere, büyükelçiliklere gönderdiği bir talimattan önceki yazıda söz etmiş ve içeriğini paylaşmıştım. Bu talimatta da devletin resmi söylemi çerçevesinde “dış güçlerin tesiriyle Kürtçülük faaliyetlerinin yapıldığından” söz ediliyordu, bunlara dair istihbaratın toplanarak alınabilecek önlemlere dair önerilerle birlikte Ankara’ya gönderilmesi isteniyordu. En önemlisi de devletin Kürtlerin Türk olduğuna dair tezlerini kanıtlayacak kanıtların bulunması emrediliyordu. 

Tuhaf değil mi? O yıllarda devlet, önceki yazılarda da bahsettiğim gibi, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ve benzeri yerli ve milli kurumlar vasıtasıyla harıl harıl kitaplar ve dergiler yayımlıyordu. Ve bu yayınlar vasıtasıyla Kürtlerin Türklükleri, Orgeneral Cemal Gürsel’in ifadesiyle “inkârına imkân bırakmayan ilmi deliller ile” ispatlanıyordu! Ancak iş böyle değilmiş, ki bu yüzden Çağlayangil, Kürtlerin Türklüklerini güya ispatlayan bu yerli ve milli yayınlardaki iddiaları bu kez ispatlayacak delillerin bulunması emrini vermişti. 

Bu emrin ulaştığı merkezlerden biri İngiltere’nin başkenti Londra’ydı. Londra Büyükelçiliğinde görevli bir isim özellikle bu emir çerçevesinde epey mesai yaptı. Sonraki yazılarda bu isimden, yani Bilal N. Şimşir’den söz edeceğim; üstelik yine bir darbeden sonra bir başka Dışişleri Bakanlığı talimatı çerçevesinde yaptığı ibretlik bir araştırma vesilesiyle… 

Bu arada Çağlayangil’in talimatı çerçevesinde sadece Londra’dan raporlar merkeze gönderilmedi, başka merkezlerden de epey istihbarat raporu Ankara’ya ulaşmıştı. Bütün bunlara dair bilgileri de Londra’daki cevval elçilik çalışanı veya bürokratı Şimşir’in yazdığı kitaplardan öğrenebiliyoruz. 

Ankara’dan, Dışişleri Bakanlığı’ndan dış temsilciliklere gönderilen ilk ve tek talimat Çağlayangil’in bahsettiğim talimatı değildi ve son da olmayacaktı. Nihayetinde Türkiye Cumhuriyetinin siyasi tarihine bakıldığında, Kürt meselesinin sadece iç mesele olarak ilgili bakanlıkların veya kurumların mesaisini oluşturmadığı görülebilir. Hele ki günümüzdeki gelişmelere bakıldığında bu çok daha açıktır. Zira Dışişlerinin de neredeyse en öncelikli görevlerinden biri Kürt meselesi olmuştur. En başta da komşu ülkelerde, yani Irak, İran ve Suriye’de de var olagelen Kürt meselesi zaten Dışişleri Bakanlığının doğrudan bu meseleyle ilgilenmesi anlamına gelmekteydi ve günümüzde de aynı anlama geliyor. 

Öbür yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin kadim Kürt siyaseti, esasında, Kürt meselesinin var olmadığı, aksine bir Kürtçülük meselesinin var olduğu, yani zaman ve bağlama göre değişen aktörlere işaret etse de, ama en çok da Batılı ülkeleri kasteden “dış güçlerin” ortaya çıkardığı suni bir Kürtçülük meselesinin var olduğu üzerine kuruludur. Bu dış güçlerin Türkiye’yi bölmek, zayıflatmak için Kürt diye bir kavmin varlığını ortaya attığını, bunun tarihini, dilini, edebiyatını oluşturduğunu, yazdığını ve gündeme getirdiğini, böylelikle aslında Türk olan, ama her ne olmuşsa zamanla dilleri vesaire farklılaşmış olan bir kısım Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşların hedef seçilerek, bu oluşturulan Kürt kimliği ve siyaseti çerçevesinde kışkırtılmaya çalışıldığı varsayılır. 

Eminim artık hepiniz Kürtçülük diye propaganda edilen bu resmi söylemi biliyorsunuzdur. Yüzyıllık bir hikâyeden veya devletin resmi söyleminden söz ediyorum. İşte bu söylem veya hikâye kaçınılmaz olarak Kürt meselesini Dışişleri Bakanlığı’nın da en öncelikli meselesi haline getiriyor. Kürt muhalefetinin dinamik olması ise bunu ayrıca zorunlu kılıyor. 

Dışişleri Bakanlığı’nın bir görevi, dış güçler üzerinden Kürt meselesini yok saymaya devam etmek iken; öbür yandan bu dış güçlerin aslında Kürt muhalefetine alan açmasına, Kürt muhalefetinin argümanlarına arka çıkmasına, Kürtlerin mücadelesini desteklemesine engel olmak da bir diğer önemli görevidir. Ayrıca içte Kürtlere yönelik sürdürülen zulmün uluslararası alanda görünmez kılınması ve aksine meşru gösterilmesi de Dışişlerinin esas görevleri arasında olagelmiştir. 

Bu noktada Celadet Ali Bedirxan’ın 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta dikkat çektiği bir hususu, Türkiye’nin Dışişlerinin nasıl çalıştığının daha iyi anlaşılması açısından özellikle aktarmak isterim. 

Bedirxan, bu mektubunda Mustafa Kemal tarafından özellikle yurt dışında bulanan ve çeşitli vesilelerle siyasi faaliyetlerini yürüten muhaliflere yönelik çıkardığı affa dikkat çekiyor ve bu af ile gerçekte neyin amaçlandığını izah ederken de harici ve dahili olmak üzere iki Türkiye’nin varlığından bahseder. Dahili Türkiye, örneğin Kürt meselesi gibi vahim meselelerle boğuşup bir şekilde bunları kontrolde tutmaya çalışan Türkiye’dir. Harici Türkiye ise, bizzat bu dahildeki meselelerin sınırların ötesindeki hali ve buna karşı yürütülen siyaset ve mücadele ile ilgilidir; Bedirxan’ın ifadesiyle, “keyfiyet ve kemmiyeti ne olursa olsun, dahili Türkiye’yi rahatsız” eden “maddi hadiselerin” yaşandığı “harici Türkiye”… Bu nedenle içerde bir şekilde kontrolde tutulmaya çalışılan meselelerin kesin çözümü için bunların dışardaki uzantılarının veya buna içeriye etki edebilecek dışardaki faaliyetlerin etkisiz kılınması gerekir. Celadet Ali Bedirxan’ın sözünü ettiği af da bu amaçladır; dışarıda siyasi faaliyetleriyle Türkiye’yi rahatsız etmeye devam eden muhalifler, mesela Kürt siyasetçiler afla Türkiye’ye davet ediliyor ve böylece içerde kontrol edilebilecekleri bir ortam yaratılmaya çalışılıyordu. 

“Harici Türkiye”nin siyaseti ve mücadelesini muhatap alınan devletlerle kurulan anlaşmalar ve verilen tavizler çerçevesinde değerlendirmekle birlikte, Bedirxan, bazı kurumlar vasıtasıyla “harici Türkiye”nin nasıl çalıştığını ise şöyle açıklıyor: 

“Diğer taraftan sefaretleri ve konsoloshaneleri faaliyete getirdiniz. Bilhassa hudutlarınızın cenubundaki memleketlerde bulunan konsoloshaneleriniz hususi ve fevkalade teşekküllerle adeta birer istihbarat dairesi haline ifrağ edildiler. Bu memleketlerdeki hariciye vazifesi iki nokta arasında tekasüf ettirildi: Pasaport-vize etmek ve harici Türkiye ile mücadele eylemek, bu cidal [kavga-mücadele] iki şekilde yapılıyordu: Biri resen ajanlarınızın cidali, diğeri mezkur ajanlardan alınan raporlara istinaden hariciye memurlarınızın mandater hükümetler mümessilleri nezdindeki teşebbüsatı… 

“Sefir ve konsoloslarınızın bu müracaatları o kadar çoğaldı ki makamatı ecnebiye bunlar için adeta hususi müracaat kalemleri ihdasının mecbur oldular.” (Bedırhan 1973:12-13-14)

Celadet Ali Bedirxan’ın “harici Türkiye”ye dair kaydettikleri böyle. Daha önce bu “harici Türkiye”nin kıdemli bir bürokratı olan Bilal Şimşir’den söz etmiştim, onun “Kürtçülük” adıyla yayınladığı iki ciltli kitabında yer verdiği belgelere bakıldığında da, Dışişleri Bakanlığı’nın kurulduğu günden beri Kürt meselesini en öncelikli gündemi olarak belirlediği anlaşılıyor. Öyle ki, Dışişleri Bakanlığı bünyesinde “Kürtçülük Hareketleri Belgeleri” adıyla her yıl ciltler halinde kitaplar bile hazırlanıyor, ki bunların çoğunluğu elbette kamuoyuna açık değiller; ancak Şimşir gibi bazıları bunlara erişebiliyor. Bu belgelere bakıldığında yurt dışında, özellikle de Avrupa ülkelerinde neredeyse sıradan bir Kürt’ün bile attığı her adımdan Dışişleri Bakanlığı’nın haberi olduğunu görüyoruz. 

Bununla birlikte, bu yazı dizisinin birinci ve ikinci serisinde radyolarla ilgili bazı anekdotlar aktarmıştım. Dışişleri yetkilileri örneğin Mısır’daki Kahire radyosunda yapılan Kürtçe yayınların durdurulması için girişimlerde bulunmuştu. Bu elbette tek örnek değildi; Kürtlerle ilgili yayınlanan her haber, kitap, makale; kültürel, sosyal veya siyasi fark etmeksizin yapılan her toplantı, gösteri, etkinlik veya bazı devletlerin Kürtlerle ilişkileri anında Ankara’ya rapor ediliyor. İbret vesikası olarak bir örnekten söz etmek istiyorum. 

Kürtlerle ilgili her türlü etkinliği “Kürtçülük” adı altında değerlendiren Bilal N. Şimşir, bahsettiğim kitabında, Türkiye’nin Roma Büyükelçiliğinin rapor ettiği şöyle bir olayı aktarıyor: “26 Kasım 1966 Cumartesi akşamı İtalyan milli televizyonu (Canale Nazionale) ‘Selahattin’in Varisleri [Mirasçıları]: Kürtler Arasında Bir Gezi’ adlı bir televizyon filmi yayımlamıştır.” 

Sadece Büyükelçilik de değil; Napoli Başkonsolosu da aynı konuyla ilgili rapor göndermiş, ona göre de, “İtalyan televizyonu aşikâr bir surette bir Kürt meselesi yaratmak amacıyla neşriyat yapmıştır.”

Yayında Molla Mustafa Barzani’nin Güney Kürdistan’daki mücadelesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Kürtlerin durumu, Lozan sonrasında Mustafa Kemal’in Kürt siyaseti vesaire anlatılıyor. Türkiye’deki beş il için de “Türkiye Kürdistanı” denilmiş. Ayrıca Roma Büyükelçiliğinin rapor ettiği şekliyle, “Kürtlerin yaşam koşulları anlatılırken yazar Yaşar Kemal ile bir söyleşi sahnesi de gösterilmiştir. Yaşar Kemal bu söyleşide, özetle doğu illerimizdeki halkın geriliğine ve yaşam koşullarına değindikten sonra, onlarla ilgili sorunların bir sosyalist rejimde çözümlenebileceğini söylemiştir.” (Şimşir 2009:160-161-162)

Tabi sözüm ona bu çok önemli bilgileri elde eden Dışişleri Bakanlığı konuyu hemen İçişleri Bakanlığı’na, MİT’e, Genelkurmay Başkanlığı’na ve Milli Güvenlik Kurulu’na bir yazıyla bildiriyor. Bunun ardından İtalya hükümeti nezdinden temaslarda bulunuluyor. İtalyan yetkili yayını izlemediğini, ancak Türkiye’nin hassasiyetlerini dikkate alacaklarını söylemekle yetiniyor. Anlayacağınız İtalyanlar bile Türk bürokratlar kadar yayınlarını izlemiyorlar! Daha da vahimi, anlıyoruz ki, Yaşar Kemal daha o zamanlarda hem Kürtçülükten hem de komünistlikten fişlenmiş durumda. 

Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın “Kürtçülük” adı altında yürüttüğü politikalardan söz etmişken, Tevfik Rüştü Aras’ı özellikle anmak isterim. Zira bu ve önceki yazıda konu ettiğim İhsan Sabri Çağlayangil (1990), Aras’tan sonra en uzun süreyle Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan isim olmakla övünmüştü. Sadece bu koltukta uzun süre oturmak da değil; Çağlayangil, 1925-1938 yılları arasında Kürdistan’da katliamlar yapılırken Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Tevfik Rüştü Aras’ın aynı zamanda izinden de gidiyordu. Nihayetinde Çağlayangil Seyyid Rıza’nın idamını gerçekleştiren ekipte yer alırken, rehberi Aras da Dışişleri Bakanı idi ve Çağlayangil’e örnek olacak biçimde dünyaya yapılanın soykırım değil, “medenileştirme” faaliyeti olduğunu vaaz ediyordu.

1927 tarihli bir İngiliz belgesine göre, Aras şöyle demişti: “Kendi [Kürt] davaları açısından kültürel düzeyleri çok düşük, zihniyetleri çok geri, Türkiye’nin genel politik yapısı içinde yer alamazlar… Daha ileri ve kültürlü Türkler ile rekabet içinde yaşam mücadelesi vermeye ekonomik olarak uygun olmadıkları için azalıp tükenecekler… Gidebilenler İran ve Irak’a göç edecekler, geri kalanlar ise yalnızca zayıf olanın tutunamaması ilkesine tabi olacaklar.” (McDowall 2004:277)

Elbette bu sözler Aras söz konusu olunca şaşırtıcı olmuyor. Nitekim daha ortada Cumhuriyet bile yokken, 1920’deki Birinci Meclis’te Manisa (o zamanlar Menteşe) ilinin vekili olan Tevfik Rüştü Aras, iskân ve muhaceret konusu ile ilgili tartışmalar yürütülürken de benzer Türkçü görüşler ileri sürmüştü. İttihat Terakki Cemiyeti’nden Cumhuriyet’e devreden iskân meselesiyle ilgili konuşan Aras, memleketin Türkleştirilmesi için Alman modelinden söz etmişti. Buna göre, “Almanlar Alman olmayan yerleri Almanlarla teksif etmek için (Kolonizasyon)” yapıyorlardı; daha kuruluş aşamasındaki Türkiye de aslında İttihatçıların bir süre önce yapmaya çalıştığı gibi bu modeli pek ala esas alabilirdi. Nitekim “Alman olmayan yerleri Almanlaştıran” bu uygulama “Türk olmayan yerlerin Türkleştirilmesi” şeklinde hayata geçirildi (Aslan ve diğerleri 2013:50). 

Aras’ın bu konuşmasından 14 yıl sonra 1934’te Cumhuriyet tarihinin en ırkçı yasalarından biri olan İskân Kanunu çıkarıldı. Ancak bu kanundan 4 yıl önce, 1930’da yine Dışişleri Bakanı olarak Aras, bu kanunu da haber verecek nitelikte “Cenevre’de Milletler Cemiyetinin [o zamanlarki Birleşmiş Milletlerin] Britanyalı temsilcisine” şöyle diyordu: 

“Türk hükümetinin Kürt politikası şimdilik, düzeni korumaya yönelik bir askeri işgalden ve nüfusun tamamen, kat’i suretle silahsızlandırılmasından ibarettir. Gelecekte Kürtleri kitlesel bir Türk nüfusu içinde boğacak yoğun bir sömürgeleştirme ihtimaliyle karşı karşıya kalınabilir.” (Aslan ve diğerleri 2013:65-66)

Türkiye Cumhuriyeti açısından bu pek “değerli” görüşlere sahip Aras’ın portresi aslında Kürt meselesinin Dışişlerinin temel gündemlerinden biri olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Bununla birlikte bir parantez açmakta fayda görüyorum, ki böylece Dışişlerinin izlediği Kürt siyasetinin esasında İçişleriyle aynılığını görebilelim. 

Hamit Bozarslan’ın aktardığına göre, “1925 ve 1930 yılları arasında, İçişleri Bakanlığı’nın müfettişleri tarafından on kadar dahili rapor hazırlanmış” ve bu raporlarda Türkiye’nin egemenliğindeki Kürdistan parçası, “Fırat’ın kuzeyi ve doğusu” olarak ikiye ayrılmıştı. Bu raporlarda önceliğin “Kürtlükle” tüm temaslardan korunması gereken Kuzey’e verilmesi kaydediliyordu.  “Tamamen Kürt olarak kabul edilen ikinci bölgeyi ise, Kürtlerin sürülmesi ve Türk kolonilerinin bölgeye yerleştirilmesi yoluyla, ‘Kürtleri arıtmak’ için her şey yapılmalıydı.” Böylece Bozarslan, 21 Haziran 1934 tarihli İskan Kanunu’nun da bu politikanın bir sonucu olduğunu belirtiyor. Öbür yandan Bozarslan, “Kemalist entelektüel” olarak nitelediği Halil Fikret Alasya’nın “Azınlıklar ya ulusal bünyeden farklı olan koloniler şeklinde yönetilmeli ya da bu bünye tarafından temsil [asimile] edilmeli” şeklindeki sözlerini de aktardıktan sonra şöyle diyor: 

“Varlıkları inkâr edilen Kürtler, azınlık statüsüne sahip olmadıkları halde, gerçekten de Kemalist iktidar tarafından bir ‘koloni’ gibi yönetilmişlerdir. Yalnızca Ebedi Şef önünde sorumlu olan üç ‘genel müfettişin’ kontrolü altına girmişlerdir. Halk Evleri bu bölgede yaygın bir şekilde kurulmuştu, ama tek parti mevcut değildi, sadece genel müfettişlikler siyasi bir faaliyet gösterme icazetine sahiptiler.” (Bozarslan 2008:64)

Bu örnekler vesilesiyle Türkiye’nin iç ve dış siyasette aynı Kürt siyasetini izlediğine dair bir not düştükten sonra, Dışişleri Bakanlığı’nın Kürt mesaisi hakkında önemli bir araştırmaya imza atan Asa Lundgren’in “İstenmeyen Komşu / Türkiye’nin Kürt Politikası” (2008) başlıklı kitabından da birkaç tespiti paylaşmak isterim. 

Lundgren, bu kitabında esas olarak dış politika çerçevesinde Türkiye’nin Kürt meselesini ele alma biçimini inceler, elbette istenmeyen komşudan kastı da Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin varlığı… Lundgren, şöyle yazıyor: 

“Cumhuriyet, kısmen Kürt ulusal özlemlerini de barındıran bir toprakta kuruldu. Bu yüzden Türk-Irak sınırı daha başından beri hassastı. Bugün bu hassasiyet içişleri-dışişleri ayrımının suniliğini de hatıra getirmektedir. Kuzey Irak’ta olanlar, Ankara için bir dışişleri meselesi olmayıp, iç siyasetle yakından ilgilidir.” (2008:11)

Lundgren’in bahsettiği gibi İçişleri – Dışişleri ayrımının ortadan kalkması, sadece komşu bir ülkede de benzer bir mesele etrafında olup biten gündelik politik gelişmelerle ilgili değildir; daha ziyade ideolojik ve derinlikli bir yönü de vardır. Bu noktada Lundgren’in bazı tespitlerini peşi sıra paylaşmak isterim, şöyle yazıyor: 

“İçeride, Cumhuriyet’in tarihi boyunca önündeki en büyük görev, çok sayıdaki farklı etnik grubu bir ulus altında toplayıp aralarında ortaklık duygusu yaratmak oldu. Türk dış politikasını, bu içerideki ulus inşa etme projesinin ayrılmaz bir parçası olarak görmek mümkündür.”

“Dış politika sınır aşırı, öte yandakilere yönelen bir faaliyet olsa da, aynı zamanda bu sınırları onaylayan ve yeniden üreten bir faaliyettir veya başka bir deyişle, dış politika sınır üreten bir siyasi faaliyettir.” 

“‘Devletler, ancak diğer devletlerle fiili veya ideolojik bir çatışma YA DA mukayese sayesinde kurulur, korunur ve yeniden üretilirler.’ Aşikardır ki, ‘yabancı’ ülkeler veya ‘yabancı’ halklar olmasaydı, dış politikanın da anlamı olmazdı. Onlar sınırın diğer tarafında yaşadıkları için yabancıdır ve ancak onlar sayesinde de sınırın bu yanında bir ulus vardır.” 

“William Bloom, 1990’da yayınlandığından beri sık sık alıntılanan bir eserinde, dış politikayı ‘ulus inşa etmek için bir araç’ olarak tanımlar.” (Lundgren 2008:37-18-16)

Lundgren’in tespitleri bu şekilde ve eminim böylece Kürt meselesi çerçevesinde Türk dış siyasetinin yüklendiği işlev hakkında bir fikir vermiştir. Bu özet, aynı zamanda hem önceki yazıda hem de bu yazıda konu ettiğim mevzuların anlaşılması için de gerekliydi diye düşünüyorum. Ayrıca Güney ve Rojava Kürdistan’ındaki mevcut güncel siyasi gelişmelere bakıldığında bile Türkiye’nin iç ve dış politikasının tamamen iç içe olduğu rahatlıkla görülür. 

Kaynakça

Aslan, Şükrü (Proje Yürütücüsü), Arpacı, Murat, Gürpınar, Öykü, Yardımcı Sibel (Araştırmacılar) (2013). Türkiye’nin Etnik Coğrafyası (Proje Kodu: 2013-26). İstanbul: MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri

Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimi). Halep

Bozarslan, Hamit (2008). Türkiye’nin Modern Tarihi. İstanbul: Avesta Yayınları 

Çağlayangil, İhsan Sabri (1990). Anılarım. İstanbul: Güneş Yayınları

Lundgren, Asa (2008). İstenmeyen Komşu / Türkiye’nin Kürt Politikası. İstanbul: Kitap Yayınevi

McDowall, David (2004). Modern Kürt Tarihi. İstanbul: Doruk Yayınları

Şimşir, Bilal N. (2009). Kürtçülük II (1924-1999). İstanbul: Bilgi Yayınevi

İlginizi Çekebilir

Avrupa Birliği liderleri yarın özel zirvede bir araya gelecek
Yazar Mario Levi hayatını kaybetti

Öne Çıkanlar