“Kuruluş kongresinde konuşulan çok şey var. Kongreye katılan, soyadını hatırlayamıyorum ancak adı muhtemelen Nizamettin Ali olan bir delege, hatta birçok delege, kongrede Kurdistan’ın sömürge olduğunu söylüyor ve bu ifadeler belgelere de giriyor. Evet, 1920 Bakü Kongresi’nde delegelerin bir kısmının yaptığı konuşmalarda bunu görüyoruz. Ama ilginç olan nokta şu, bu kongrede dile getirildiği halde, belgelere girmesine rağmen daha sonra Kurdistan’ın sömürge olduğuna dair düşünce hakkında herhangi bir şeye rastlamak mümkün değil. Siliniyor, bastırılıyor ya da her ne oluyorsa o düşünce birden kayboluyor.”
Yeni Özgür Politika’dan İsmet Kayhan, TKP MK üyesi Ömer Ağın’la, dünden bugüne TKP’yi konuştu: Kayhan’ın yaptığı röportajın birinci bölümü şöyle:
Türkiye’nin en eski siyasi geleneklerinden biridir Türkiye Komünist Partisi (TKP) geleneği… Ancak Osmanlı’nın son yıllarından itibaren Anadolu’daki siyasi çekişmelerin önemli sacayaklarından biri olan bu geleneğin tarihi neredeyse sır. Mustafa Suphi ve arkadaşları tarafından 1920 yılında Bakü’de kurulan TKP hakkında da bugüne dek çok şey yazıldı. TKP’nin kuruluş sürecinden bugüne kadarki tarihi hep merak edildi. Ama nedense TKP’nin tarihi her zaman bir sır olarak kaldı. Moskova ile ilişkileri neydi? Ermeni Soykırımı ve Kürt meselesinde neden resmi ideoloji esas alındı? 1920 Bakü Kongresi’nde “Kurdistan sömürgedir” diyen TKP, daha sonra “sömürge” tezini neden terk etti? Nazım Hikmet neden TKP’den uzaklaştırıldı?
Biz de tüm bu konular üzerine 1978’de TKP Merkez Komitesi üyesi olan ve yaklaşık iki sene Moskova’da Marksizm-Leninizm Okulu’nda eğitim gören Ömer Ağın’la üç bölümden oluşan uzun bir söyleşi gerçekleştirdik.
Mustafa Suphi, Ethem Nejat, İsmail Hakkı
I. Bölüm: TKP en başından Kemalistlere teslim edildi
TKP’nin ‘Kürt politikasının’ ana yörüngesini Sovyetler Birliği’nin tutumu oluşturdu. Önce Sovyetler, ardından Ankara’nın çıkarları savunuldu. Komintern, “tek ülke, tek parti” düşüncesiyle komünistlerin birliğini; Kemalistler ise “Türkiye’nin bölünmezliği”yle Kürtler ve iç muhalefetin bastırılmasını savundu. “Vatanın bölünmez bütünlüğü” ilkesi, TKP’nin de Kürt politikasının ana yörüngesini oluşturdu. TKP, Kemalizmin “Vatanın bölünmez bütünlüğü” düşüncesi ile Komintern’in “tek ülke, tek parti” politikasını benimsediği konseptin bileşkesinden Türk-Sovyet konsensüsünü oluşturdu. Bu konsensüsü Türkiye solunun büyük bir kısmı benimsedi. Başından beri Ortadoğu halklarını “geri kalmış” olarak gören TKP, onlardan ve onların taleplerinden uzak durdu. Zaten TKP’nin tüm kadroları “sosyalist” ülkelerde yaşıyordu ve kendilerini Avrupalı olarak görüyorlardı. Nitekim TKP’nin Ortadoğulu ya da Afrikalı komünist partilerle hiç ilişki kurmamasının nedeni de budur.
Söyleşinin bu bölümünde Ömer Ağın’a, TKP’nin kuruluşu ve politik çizgisini şekillendiren tarihsel süreci sorduk.
“Kürtler, Kemalizm ve TKP” adlı kitabınızda, “Aslında TKP tarihini sadece komünist militanlar değil, Merkez Komitesi de yeterince bilmiyor, bu tarih öğrenilememiştir” diyorsunuz. TKP’nin tarihi neden bir sır gibi kaldı?
Birden fazla nedeni var. En önemlilerinden biri Türkiye’de o dönem komünist hareket üzerinde büyük bir baskının olması. Kemalist düşünce öyle sanıldığı gibi demokrat, ulusal bir devlet perspektifiyle yola çıkmış, demokrasi güçleriyle ittifak halinde bir hareket olarak ele alınamaz. Aslında ilk başlarda bu eğilimler var. Erzurum ve Sivas kongrelerine, 1921 Anayasası’na, Birinci Meclis’te 75 Kurdistan mebusunun yer almasına bakıldığında demokratik bir yönelim olasılığı görülüyor. Ancak bütün bunlar aynı zamanda çok ciddi bir tasfiyenin de habercisiydi bana göre. Erzurum Kongresi’ne giden süreçte dikkat çekici iki husus var. Birincisi, 6 Temmuz 1919’da, tarihe geçecek olan Erzurum Kongresi’nde toplanacak delegelerin seçimi amacıyla yapılan bir toplantı var. Orada sadece tarihi ana kongreye katılacak delegeler tespit edilmiş. İkinci husus olarak, 6 Temmuz’daki toplantıda Mustafa Kemal ve Rauf Orbay’ın delege dahi seçilmemiş olmaları. O zaman Amasya’da bulunan Kazım Karabekir’e telgraf çekiyorlar. Onların da kongreye katılması için gereken şeylerin yapılmasını istiyorlar. Kâzım Karabekir, Mutki aşiret reisi Musa Bey’le istişarelerde bulunuyor ve iki Kürt delegenin istifasını sağlıyor. Dolayısıyla oy birliğiyle Mustafa Kemal ve Rauf Orbay’ın onların yerine delege olması sağlanıyor. Erzurum Kongresi’nin başlangıcı böyle.
[Ömer Ağın: Burada bir not düşmek lazım. Mutki aşiret reisi Musa Bey, daha sonra Bitlis cezaevinde Cibranlı Xalit ve Yusuf Ziya Bey’le beraber idamla yargılanıyor. Fakat cezaevinden kaçmayı başarıyor. Suriye’ye gidiyor. Oradaki Xoybûn Cemiyeti’nin kurucuları içinde yer alıyor. Bu konu başlı başına bir tarih.]
Türkiye’de komünist hareket, geçmişinden ve nitel durumundan bağımsız olarak hiçbir zaman o dönemki gibi bir çalışma ortamı bulamadı. Çünkü Türkiye’deki egemen güçler -onlara hâlâ burjuvazi bile demek çok zor- tek millete, tek dile dayalı bir “ulus devlet” kurmak istiyorlardı. Türkçülük üzerine bir anlayışları vardı. Bu yüzden de başta Kürtler olmak üzere diğer halklar yok sayıldı. Kimi zaman ihtiyaç duyduklarında bunlarla ilişkiler kuruldu, “güven verici” laflar edildi fakat özelde bir şey yoktu. Kürtlerin desteğine ihtiyaç duydukları zaman göstermelik ve taktiksel bir tavır takınıyorlardı, o kadar. Bunun yanında komünist harekete karşı da benzer tezgâhlar kuruldu, açmazlar dayatıldı, baskılar yapıldı.
Mustafa Suphi ve arkadaşlarının Türkiye’ye dönüşleri Ankara’nın izniyle mi oldu?
Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı TKP’nin 10 Eylül 1920’de Bakü’de gerçekleşen kongresinden yaklaşık 5 ay sonra, “Ulusal Kurtuluş Savaşı”na katılmak için Türkiye’ye dönme kararı aldı. Öncesinde Mustafa Kemal’le yazışmalar da yapıldı. Hepimizin bildiği gibi TKP’nin Mustafa Suphi ve Ethem Nejat dahil 15 yöneticisi 28/29 Ocak 1921 gecesi Karadeniz’de boğduruldu. Bu işin arkasında Mustafa Kemal’in olduğu biliniyor. İşin ilginç yanı Mustafa Suphi’lerin ölümü uzunca bir süre karanlık bir sır olarak kaldı.
Biliyorsunuz, bundan kısa süre önce, Bakü’de, 10 Eylül 1920’de Türkiye Komünist Partisi kuruluyor. Genel Sekreter Ethem Nejat, Spartakist harekete bağlıydı, bu gelenekten geliyordu. Kuruluşa değişik kesimlerden delegeler katılıyordu. Avrupa’dan, özellikle Almanya’dan gelenler vardı; İstanbul’dan, Anadolu’dan delegeler katılıyordu. Bir de Kafkaslarda esir düşmüş Kurdistan ve Osmanlı askerleri. Bu kesim Kafkasya’da komünizmden etkilenmiş, komünist olmuş bir grup. Yani üç gruptan oluşan bir kongre delegasyonu var.
Burada ilgi çeken bir nokta var: Şefik Hüsnü Deymer (Ferdi), davet edildiği halde İstanbul’da olmasına rağmen kongreye gitmiyor. İstanbul’dan giden delegeler var, fakat o katılmıyor.
Deymer neden kongreye katılmıyor?
Aralarındaki muhalefetten dolayı gitmemiş. Sonraki aşamalarda TKP’nin fraksiyoncu bir kanadının oluşması, TKP’nin içerisindeki politik ve ideolojik çatışmaların o günden başladığını gösteriyor. Kuruluş kongresinde konuşulan çok şey var. Kongreye katılan, soyadını hatırlayamıyorum ancak adı muhtemelen Nizamettin Ali olan bir delege, hatta birçok delege, kongrede Kurdistan’ın sömürge olduğunu söylüyor ve bu ifadeler belgelere de giriyor. Evet, 1920 Bakü Kongresi’nde delegelerin bir kısmının yaptığı konuşmalarda bunu görüyoruz. Ama ilginç olan nokta şu, bu kongrede dile getirildiği halde, belgelere girmesine rağmen daha sonra Kurdistan’ın sömürge olduğuna dair düşünce hakkında herhangi bir şeye rastlamak mümkün değil. Siliniyor, bastırılıyor ya da her ne oluyorsa o düşünce birden kayboluyor.
1920’lerde bu tespit yapılırken, sonrasında Kurdistan’ın sömürge olduğu tezi neden gündeme getirilmiyor?
Bunun için Sovyetler Birliği’nin, daha doğrusu Komintern ile Türkiye’deki komünist hareket ortaklığının dünyadaki komünist hareketle kurduğu ilişkilere bakmak gerekiyor. Üçüncü Enternasyonal, daha doğrusu Komintern organizasyonu tüm dünya komünist hareketini yönetiyor. Komintern, komünist hareketin merkezi örgütüdür. O dönem tüm komünist partiler de Komintern’in birer koludur. TKP, Komintern’in Türkiye seksiyonu olarak kurulmuştur. Komünist hareketlerin politik hattını belirleyen Komintern’dir. 19 maddeden oluşan kendi tüzüğü var. Komintern dünya komünist hareketinin bütün olanaklarını değerlendirerek Sovyetler Birliği’nin ayakta kalması ve sosyalizmin devamlılığı için ne gerekiyorsa onu yapıyor. Yanlış veya doğru, çıkış noktası bu. Çıkış noktası bu olunca, dağılma sürecindeki Osmanlı ve yeni doğan Türkiye’nin, Sovyet sınırlarına komşu bir “düşman” devlete dönüşmesini engellemek için Kemalizme gereğinden fazla angaje oluyor bu dönemde. Kemalizme büyük ölçüde destek oluyor. Taksim’deki anıtta Sovyet Generali Frunze de var. Frunze, Ankara’ya da çok sefer gidip gelmiştir. O dönemdeki ilişkileri sağlayanlardan biri. Yanılmıyorsam Kemalist harekete destek amaçlı 100 binden fazla altın veriliyor. Bu ilişkiler sonucu özellikle Kürt sorunu ve Kürtlerin demokratik talepleri görmezden geliniyor.
O süreçte Yunanlar Polatlı’ya kadar geliyor. Osmanlı ordusunda ayakta kalan iki tane organize kolordu var: Kazım Karabekir komutasındaki 9’uncu Kolordu ve Diyarbakır’daki 7’inci Kolordu. Diğerlerinin hepsi dağılmış durumda. O dönem Kürt Teali Cemiyeti’nin İstanbul’da bir toplantısı var. Seyit Abdulkadir öncülüğündeki bu toplantıda alınan bir karar var: “Bu topraklar bu kadar zor bir durumdayken bizim bağımsız bir Kurdistan dememiz ahlaki değildir.” Böyle bir karar almış olmalarına rağmen Seyid Abdulkadir ve oğlu 1925 yılında Diyarbakır’da beraber idam edildiler.
Komintern’in politikaları burada çok önemli bir rol oynadı. TKP de buna angaje oldu. Ama “bu sadece Komintern’in politikalarından kaynaklı” dersek, TKP’nin zaaflarını görmezden gelmiş oluruz. TKP’nin yanlış değerlendirmelerini de unutmamak lazım.
“1920 Bakü Kongresi’nde TKP delegeleri Kurdistan’ın sömürge olduğuna dikkat çekiyorlar. Kongre belgelerinde bu var. Ancak daha sonra bu siliniyor, bastırılıyor ya da vazgeçiliyor. Kürt sorunu, Kürtlerin demokratik talebi görmezlikten geliniyor. Bunu sadece Komintern’in politikası olarak göremeyiz, burada TKP’nin Ankara rejimiyle ilişkilerine de bakmamız gerekiyor.”
Peki “TKP, Sovyetlerin çıkarlarını savundu” demek ne kadar doğru?
Böyle olmadığı çok kesin. Komintern’in politikası tetikleyici olabilir ama TKP, bu politika ışığında Türkiye’de kendine göre politik bir hat oluşturmaya başladı. TKP’nin birinci programı ayrılma hakkı dahil, tüm ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyor. Ancak bunun bir “plebisit”, yani halk oylaması, sonucu olmasını savunuyor. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katlinden sonra Şefik Hüsnü’nün genel sekreterliğindeki TKP, Kürt ve Türk halklarının demokratik mücadelesini görmezden geldi. TKP’de Kemalizmin politik-ideolojik çizgisi ağır basmaya başladı. Nitekim Dersim Soykırım’ında R.Davos imzasıyla, (İsmail Bilen) Komintern’e yazılan raporda “Kemalizm, doğuda feodalizmi tasfiye ediyor” ifadeleri kullanılıyor. Oysa o sırada tüm dünya basını, Türkiye’deki basın bile, “hain Kürt isyanı”, “Kürtlerin leşleriyle dolu dereler” diye yayınlar yapıyordu. TKP, Kemalizmden etkilenip işin kolayına kaçtı. Sovyetlerin de Kemalizmle ilişkisine dayanarak Kemalizmi anti-emperyalist bir güç, karşısındakileri de “emperyalizmin uşağı” olarak tanımladı. Oysa Kurdistan şehirlerinden İngilizleri, Fransızları söküp atanın Kürtler olduğunu cumhuriyet tarihi bile yazıyor. İnönü’nün damadı Metin Toker’in kitabında bile Lice’nin Fis ovasında “asilerle” 21’inci süvari alayı arasında yapılan çatışmada 21’inci süvari alayının tamamının imha edildiği yazıyor. Yani karşılıklı bir çatışmadan söz ediliyor.
Mustafa Suphi ile birlikte katledilenler içerisinde Kürt komünistler var mı?
15’lerin içerisinde Vanlı Kâzım diye biri var. Ercişli olduğu söyleniyor. Enver Paşa zamanında esir düşüp Bolşevizmden etkilenip komünist olanlardandır.
Bakü’deki kongreye Kurdistan’dan katılan delegeler var mı?
Kurdistan’dan giden delege yok; İstanbul’dan gidenler. Kürt delegeler ise Azerbeycan’da esir düşüp komünist olan Kürtlerdir. Zaten Mustafa Suphi de o esirlerin içerisinde çalışmış.
1918-25 döneminde TKP’nin Kürt bölgelerinde devletten daha geri bir durumda olduğunu söylememiz mümkün mü?
TKP zaten Kürt bölgelerinde zayıf. Kürt komünistler ve kadrolar var ama Kurdistan’da örgütlenme, bizim kuşağın katılımına kadar yok denecek düzeyde. Bu olmayınca doğal olarak TKP Kürtleri tanımıyor, tanıyamıyor. Hiç gitmemiş Kurdistan’a. Bir iki TKP yöneticisi komünist, aldıkları cezalardan dolayı Kurdistan hapishanelerinde kaldı. Hikmet Kıvılcımlı, İsmail Bilen gibi isimler Diyarbakır İçkale’de kalmış. Kürtleri tanımaları bununla sınırlı. Oraya gelen Kürt’ün çoğu da adli suçlu. Yani TKP’nin kendi örgütleri Kurdistan’da yok. Böyle bir program ve perspektif de yok. Hem kendi zaaflarından hem de Komintern’in Kemalizmle ilişkilerinden dolayı karnının zayıf tarafını deşmemiş TKP. Çünkü Kürtlerle ilişki gelişirse Kemalizm de emperyalizmin kucağına kayar. İşte TKP böyle bir politik hat izlemiş. Yani “körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz.”
Bir de TKP’nin daha ilk günden bütün yöneticileri öldürülüyor, boğuluyor. Ondan sonra 20’lerde, 30’larda, en son da 1951’de büyük TKP tevkifatları oluyor. Baskılar sonucunda sürekli yeni kurulan parti örgütleri dağıtılıyor, kadroları tutuklanıp uzun yıllar hapis cezaları alıyor.
1951’den 1974’e kadar bırak Kurdistan’da, Türkiye’de dahi bir tane TKP örgütü yok. Sadece bireyler var. Geçmişin tek tük yaşlı kadroları vardı. Parti güçlendikçe gittik onlarla ilişki kurduk. Çoğu savrulmuş, sonra toparlandılar. TİP içerisinde dahi TKP’li olarak tek bir örgütlü kişi yoktu. Behice Boran, Nihat Sargın, Mehmet Ali Aybar, Sadun Aren eski TKP kadroları ama o süreçte oluşturulan TKP Dış Bürosu ile uyumlu değillerdi. Tüm eski kadroların arasında sorunlar vardı. Buna rağmen TKP, TİP’i destekliyordu.
TİP’te Kürtler var ama…
Evet. Kürt grupları TKP’den önce TİP’te görev aldılar. TİP, Kürtler arasında ve Kurdistan’da zayıf da olsa örgütlenebildi. TKP’nin Kurdistan’a gitmemiş, gidememiş olması sadece örgütsel zaaf yaratmadı, saflarda da ideolojik-politik zaaf yarattı.
Burada önemli bir husus var: TKP’nin içerisindeki çatışmalar Şefik Hüsnü Deymer ve diğerlerinin üzerinden Türk solunun geneline yayıldı ve hemen hemen tüm fraksiyonların oluşmasında etkili oldu. Doğu Perinçek, Şefik Hüsnü Deymer’den gelme bir çizginin devamı aslında. TKP, TİP ve TSİP Sovyetik çizgide. Daha sonra 68 öğrenci hareketi bu çizgileri reddetti ama 68 hareketinin ideolojik ve politik olarak detaylı bir özeleştiri ve atak yaptığı da söylenemez.
Evet, yeni bir perspektif geliştirildi. Kürt halkının bağımsızlığından, mücadelesinden bahsedildi ama Türk solunun Kurdistan’da örgütlenmesi son derece cılız kaldı. İçlerinde Ömer Ayna ve Hüseyin İnan gibi birçok Kürt kadro vardı fakat Kürtlerin ulusal ve demokratik talepleri konusunda yeni bir açılım veya perspektif yaratılamadı. Bunda Kemalizmin Türkiye’deki sosyalizm üzerindeki etkisi büyüktür.
“TKP Kürtleri tanımıyor, tanıyamıyor. Zaten Kurdistan’a hiç gitmemiş. Bir iki TKP yöneticisi, komünist aldıkları cezalardan dolayı Kurdistan hapishanelerinde kaldı. Hikmet Kıvılcımlı, İsmail Bilen gibi. Kürtleri tanımaları cezaeviyle sınırlı. Oraya gelen Kürtlerin çoğu da adli suçlu.”
İlk yıllarda 6’ıncı Filo denize döküldü. Biz o dönem öğrenciydik. Bunlar önemli şeylerdi. Ama hâlâ o zaaf çizgisi, o flu çizgi Türkiye solunda devam ediyor. 68 kuşağı demişken, 1968’de tüm dünyada öğrenci hareketleri başladı. Türkiye de bunun etkisinde kaldı. 68 öğrenci hareketi atağa kalkarken Avrupa Komünist ve İşçi Partileri Danışma Toplantısı yapıldı. Bu toplantıya TKP de katıldı. 1968 konferansı belgeleri yayınlandı. ’68 olayları ve Sovyetlerin yeni bir politik değişikliğe gitme talebinin etkisiyle TKP de atak yaptı ve 73 Atılımı adıyla Türkiye’de örgütlenme kararı aldı. Komintern ve TKP ilişkisi böylece Ortadoğu’daki tüm komünist partilere yansıdı. Suriye Komünist Partisi’ne, İran Komünist Partisi’ne vb.
Ben 1977’de Moskova’da parti okulunda öğrenciyken Irak Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri Aziz Muhammed’ti. Onunla uzun uzun sohbetlerimiz oldu. Kürt’tü kendisi. Suriye Komünist Partisi Genel Sekreteri Halid Bekdaş da Kürt’tü. Onların da politik duruşu TKP’den çok farklı değildi. BAAS partilerinin doğuşunun temelinde, tarlasında, toprağında Kemalizmin etkisi var.
Ne demek istiyorsunuz?
Orada da BAAS partilerine Sovyetler tarafından bir misyon yüklendi. Anti-kapitalist yol, kapitalist olmayan yol ya da sosyalist eğilimli yolla sosyalizme gitme düşüncesi dayatıldı. Oysa o dönemde Kürt sorunu, demokratik Arap sorunu, toprak sorunu gibi sorunları gözardı edilerek sosyalizme gitmek çok zordu. O politikayla devletlere karşı dipten gelen bir dalga, bir demokratikleşme mücadelesiyle değil de devletlerle iyi ilişki kurarak onları Sovyetlerin yanına çekme politikası ağır bastı. Böyle olunca Saddam Hüseyin gibiler Kürtlere bombalar yağdırabildi. Suriye’de Kürtlere haklar tanınmadı. Bunda Kemalizmin etkisi büyüktür.
Ortadoğu’daki komünist partileri, Mısır Komünist Partisi de dahil olmak üzere, “anti-Kürt” demek belki abartı olur ama, Kürt sorununa ilgi duymayan, gerçek anlamda demokratik bir yapılanma geliştiremeyen bir hal aldı. Bunların büyük çoğunluğu Komintern’in politikasının etkisinde kaldıkları için ama büyük bir kısmı da, özellikle BAAS partileri, Kemalizmin etkisinde kaldıkları için bu duruma düştüler. Onlar da bir nevi kendi bölgelerinin Kemalist partileri oldular.
TKP’nin BAAS partileriyle ilişkisi var mıydı?
TKP’nin ilişkileri yoktu. Mesela Moskova’daki konuşmada Aziz Muhammed çok etkilendi bizden. Biz Türkiye’den gidenler birikimliydik. Onların Irak Komünist Partisi içerisinde Kürt kadroları çoktu. Hatta gerilla içinde elemanları da vardı. O zamanki Barzani hareketi vardı. Kendine özgü duruşları vardı ve silahlı mücadele yürütüyorlardı. Ortadoğu’da sağlıklı bir Kürt politikası yürümediği zaman sağlıklı bir komünist hareketin, sosyalist hareketin biçimlenmesi de zordur. Özetle durum bu.
O dönem Sovyetlerin Kürt parti ve grupları üzerinde de etkisi vardı…
Evet. 70 dönemiyle başlayan Özgürlük Yolu, DDKD gibi başka başka birçok parti ve örgütler oluştu. Onlar da bence sağlıklı, kendine has, Kurdistan’a özgü bir politik hat geliştiremediler. Evet, Kurdistan’ın sömürge olduğunu söylediler, bu çok önemliydi. Ayrı örgütlenmenin gerekli olduğunu söylediler, bu da önemliydi ancak bunların dışında Kurdistan, hatta Ortadoğu’da yeni çıkışlar gerektiği ve Sovyetlerin de tıkanmaya başladığını görerek -TKP de, komünist partiler de bunu görmedi- Kürtlere özgü politik perspektifler geliştirmeleri gerektiği konusunda tıkandılar. Burada Sovyet çizgisinin ve TKP’nin payı çok oldu.
Tekrar Şefik Hüsnü Deymer konusuna dönmek istiyorum. Deymer, Türkiye sosyalist hareketinde nasıl bir çizgiyi temsil ediyor? Bu çizginin devamcıları kimlerdir?
Bence, Şefik Hüsnü Deymer’in Komintern ile çatışması Perinçekçi Aydınlıkçı grubun doğmasına neden oldu.
Yarın: TKP neden ve nasıl Kürtçe yayınlara başladı?