O zamanlar böyle değildi…
O zaman, zaman, insanın kendi kusurundan ötürü reşit olmama halinden kurtulup aklını kullanmaya başlamasıydı. Kant buna “aydınlanma” diyordu. David Hume’e gittim, sırtında kırmızı bir pelerin vardı, dalgındı, sesimle uyanır gibi oldu, ben sevgiyle eğildim, bilirdim, ilk iyi’ye benzerdi, ilk davranışta ve David, bunu hemen anlardı, ilk adımı atana büyük kıymet verirdi… Vakit, ikindiydi, bu saatler sohbet için iyidir, akşamları ikimizin de gözaltındaki torbaları ağrır, burunda bir kaşıntı başlardı, iyi konuşamazdık, akşamları çokça düşünürdük; akşamları severdik, akşamlar bilincin insanı asla yanıltmadığı saatlerdir, akşamları, ikimiz de kendimizi sayıklardık. Şimdi, ikindiydi, David’in en iyi konuştuğu zamandı; ben rahattım, o rahattı; dedim, “bir ülkede olan aydınlanma, aydınlanma mıdır? Almanya aydınlık, Samsat karanlıksa kim buna aydınlık diyebilir?”
David, sustu. Nedenini biliyordu, beni tanıyordu; ben, yani Sarkis, Fırat’ın bütün sırlarını bilen, yüksek sesle yaşayan, sessizce ölen…
Gözlerimi masanın üstünde gezdirdim, dilini açacak kelimeler belki nesnelerde gizliydi; baktım, bir tomar kağıt, nerdeyse, her satırın altı çizilmiş, kimi satırlar da karalanmış, demek ki kendi yazdığına bile kırk kez itiraz etmiş. Meğer üstat intiharla ilgili bir makale yazıyor ve anladım, bitmemiş bir şeyin ağırlığı var üstünde: Bunalımda, aydınlanma diye bir derdi yok. İlgiden çok şefkatimi görünce, “yaşamım eğer benim yaşamım olmasaydı, yaşamamı yok etmek kadar tehlikeye atmak benim için suç” dedi. Üç şey üstünde durdu: Kahraman, sefil ve zalim.
Onur ve gururu kahramana verdi, yaşamını noktalayana sefil dedi, zalim de kınayan kimse idi.
Özgürlükle ilgili bir şeyler söyledim… Peygamber gibi bir şeydi özgürlük, zor gelir ve hiç farkında olmadan çekip giderdi… Güzel şeylerden söz ettik, güzel şeyler de akılda yoksa bir işe yaramazlardı. Ben özgürlüğümü kaybediyordum; Avrupa aydınlanıyordu, ben karanlıkta kalıyordum. İki kişi kavga etse, suçlu ben oluyordum. Biliyorum, kimse benim özgürlüğüm için çalışmıyor, herkes efendiliğinin peşinde… Rızkımı bilimden almak istiyordum ama bu da bana fazla görünüyordu. Herkesin bir fazlası, herkesin sınır güvenliği, herkesin bir şeyiydim.
Sohbet koyulaştı ama akşam geliyordu ki bu akşam işim vardı. Kalktım. Bugünlerde kimle konuşsam bana Moliere’in İnsandan Kaçan oyunundan söz ediyordu. Yeniden sahneleniyor. Bu oyunu kırk kez izledim, yetmedi, tekstini gece gündüz okudum. Hatta öyle bir ileri gittim ki, oyunun yazılış, bitiş ve sahneleniş tarihi üzerine Said-i Nursi’yle münazarada bulundum, dedim, oyun 1666’da hayatımıza girdi, bu düpedüz bir imadır. Üstad, lahza-i ayinede, sureti terbiyede, bilhassa anı mübarek günlerde bu bahsi açma dedi. Bende oyuna gittim. Hafif bir yağmur vardı. Çıkışta, şu sonuca vardım. Şu insandan kaçan adam Alceste, benden başkası değildir. Kahveye gitmek dışında, oyun oynamak dışında hayatta hiçbir isteğim yoktur. Tek fark, insanlardan onun kadar nefret etmiyorum, insanlardan korkuyorum. Nedeni şu: İnsan, zalimdir. İnsanın amacı insanı sefil etmektir, hal böyle olunca benim gibilere düşen tek şey, kaçmaktır. Kimden kaçıyorum? Sürüden! Sürü kibirden beslenir, gaddarlık terler, cahillikle kalsa iyi, seni de cahilleştirir; şefkati yoktur, doğmalarıyla avutur, bencil mi bencil, başkaları acı çekerken, o otlanmasına bakar. Bunun masum kısmına aşk denir. Tamam mı? Tamam. Kendime verdiğim komuta uyacağıma söz vermiştim ki epeydir görmediğim Lessing bana adımla seslendi. Seslenmesiyle bir yere oturmamız bir oldu, derin konulara daldık. Şimdiki konumuz şu idi: Doğulu nasıl kaçar, batılı nasıl kaçar. Aydınlanmadan sonra kaçış da ikiye ayrılmıştı meğer…
Bunları duyduğum an, dalıp gidiyordum, ne düşünsem, düşündüğüm her ne ise birden yön değiştiriyordu. Stres denilen şey, o zaman stres denilmiyordu, alıp başını gitmişti. Her şeyi tehdit diye alıyordum. Gözlerim hassaslaşmıştı, en küçük bir ses dahi korkmama yetiyordu ve en kötüsü, uykuda bile bir şeylerden kaçamıyordum; neden korksam, rüyama giriyordu, ağır baş ağrıları, diz ağrıları… Birileri içki içiyordu, böylece kaçış, yerinde durarak bir süreliğine erteleniyordu… Ben durup dururken babamı özlüyordum. Genellemeler yapıyordum ama bu genellemelerim yanlıştı. Lessing kendimden kaçışıma anlam veremiyordu. Batı’da insanlar, ona göre ahlaki nedenler yüzünden kaçıyordu. Beni ise çok sevdiğini söyleyenler incitmişti, onlardan kaçıyordum. Lessing, kızdı, “sen böyle ilerleyemezsin” dedi. Yutkundum, “benim düşmanım benim” dedim. Ekledim, zalimlik, yalancılık, bencillik, kararsızlık, yeteneklerin israfı yüzünden bir kenara çekildim. “Hem” dedim bir de, “hem doğulu katlanır, batılı kaçmaz mı?”
Lessing, ne beni anladı ne dinledi; o bir papazın oğluydu, bense Samsatlı bir çiftçinin… Onun bildiği bir tek Kamenz’di, benim bildiğim tanrıların şehri Adıyaman’dı. O kullarla büyümüştü, ben tanrılarla. Sabaha kadar kavga ettik. Lessing’i Almanlar çok seviyordu. Beni kimse sevmiyordu, sevdiğini söyleyenler bile, beni kullanmak istiyordu. Canı sıkılanın şenliğiydim. Lessing için Heinrich Hein, elini göğsüne vurarak şunu söylüyordu: “Luther’den bu yana Almanya daha büyük birini çıkartmadı.” Büyük bir laf değildi ama bunu söyleyen büyük olduğu için büyüktü ve beni bizim köyden Abuzer bile sevmiyordu, hatta benim için aklını kitaplarla yedi, tarlasını da bir başkası sürdü deyip dalga geçiyordu. Abuzer beni dövdü hep, bununla övündü, mesele şu, benim ona elim kalkmazdı. Zaptiye gelince dağ gibi eriyen adama el mi kaldırılırdı?
Neyse.
Lessing, İncil’i bir evre olarak görüyordu; dini, akıl olarak yorumluyordu, bir çıkış yolu da bulmuştu; dini, akıl diniydi, bununla uzlaşmak gerekti ve eğitim için birey ne ise, İncil’deki vahiyler de bütün insanlık içindi. Bense Samsatlıydım, toprağın, suyun bilimine inanıyordum; keleği biz yapmıştık, misina bizim eserimizdi. Biz İsa’yı topraktan biliyorduk, o çarmıhtan…
O gün anlaşamadık. Birkaç ay sonra bitirdiği oyunuyla geldi. Halk değil, halklar; din değil, dinler; insan değil, insanlık fikrimi benimsemişti; elimi vurup ha Köln ha Samsat deyişimdeki irfanı benimsemişti.
Oyununu sevgi ve hoşgörü diye özetliyordu. Bana göre bu iki kavramda siyasiydi. Birinden isteniyordu, karşılıklı sevgi ve hoşgörü yoktu. Oyunun kahramanı Nathan’dı. Çocukları ve karısı Hıristiyanlar tarafından öldürülüyordu ama Nathan, Hıristiyan bir kızı evlatlık alıyordu. Bu şu anlama mı geliyordu: Düşmanını sevmek. Dahası da var, bu kız Yahudi olarak mı büyüyecek yoksa Hıristiyan olarak mı?
Ama burada kalamazdı hoşgörü; çünkü çok dipten bakınca alttan alta hoşgörünün bir saygı maskesi, bir tahammül biçimi olduğu da görülüyordu. Kim güçlüyse, zayıf olana tahammül edecek, öyle mi? Sonra oyunda Selahattin Eyyubi var. Bir suçluyu tapınakçı, sırf kardeşine benzediği için affediyor? Kardeşine benzemezse, Selahattin, şövalyeyi öldürecektir, öyle mi? Oyunun sonunda aklıma Gökhan Güney, Banu Alkan filmi geldi. Şövalyeyle, evlatlık kız bir anda birbirlerine âşık oluyorlar ve tabii son, şu oluyor: Bunlar, kardeşler! Kader ağlarını böyle örmüş…
Oyunda her bir kişi bir dini temsil ediyor: Selahattin, hoşgörülüdür; patrik yardımseverdir, Nathan, aydınlanmış biridir; aklı temsil eder.
Lessing’in oyununa yaptığım önerileri dinledi. Bana kalırsa, oyundan din çıkartılsa daha iyi olur dedim. Bana göre, oyundaki en güzel kısım yüzük hikâyesiydi: Bir baba çocuklarına üç yüzük bırakıyor ama bu yüzüklerden hangisinin sahici olduğu bilinmiyor. Çocuklar arasında kavga çıkıyor. Mahkemeye gidiyorlar. Hâkim, üç çocuktan da çekiniyor olsa gerek, durumu idare ediyor, “herkes kendi yüzüğünün gerçek olduğuna inanabilir” diyor. Babalar için bütün evlatlar bir midir? Benim annem de babam da çocuklarını doğum sırasına göre sevdi. Ben en altta kaldım. Hâkim, çocuklardan şunu istiyor: “Tanrıya içten bağlılık gösterin, iyilik edin.” Yani, üç din birdir…
Dedim, Lessing, beni dinle, din demesen buna, üç insan desen. Yarın Urfa’dan biri çıkar, der ki “lan Lessing, yüreksizlerin yüreğiyle kuşandın sen…”
Lessing, beni dinledi, sanki Urfa’nın sıcağı başına geçti. Açıkça bir özeleştiri verdi, dedi, bu bir ihtiyaçtır şimdi. Devam ettim, dedim, hayatın kendisi günahkârların elindeki tek servettir, bunu öyle bir harcarlar ki, seni harcamadan, kimse kendine söz söyletmez. Hem dedim, kötü olanı, kötülüğü öğrenmenin yaşı yok ki? Bak dedim sonra, göz göze geldik, sanki karşımda Fırat usulca akıyor, birileri ölüyor ve sen dedim, küçümsediğin her şey, günün birinde öcünü alır senden… Ve bütün kötülükler kardeşlik adına yapılıyor.
Lessing’in gözünden yaş attı, dedi, “Kardeşliğe sıcak bakmıyorum ben.” Ve yere düşen bir tanrı gibi, “arkadaşım ol çağrısında bulunuyorum” dedi.
İyi dedim, oyunun sahneleneceği hafta, takım elbisemi giyindim, bir tek bilet aldım ve tanıdık herkese de herkes kendi biletini alsın dedim, içeri girdim; bir de baktım, bir sırada Yahudiler, bir sırada Hıristiyanlar, bir sırada Müsümanlar oturuyor, biri diğerinin yüzüne bakmıyor. Lessing bana sarıldı, “seni dinlemedim” dedi. Canı sıkıldı, en çok şuna üzülmüştü: Biletler, toplu satılmıştı. Dahası, sahnede kim konuşuyorsa, seyirci onu dinlemiş, biri diğerine kulağını kapatmıştı…