Selîm Temo: Benim Bütün Rojavalarım

Yazarlar

Eskiden halk dilinde “Binxet” (Sınırın Altı), sonra siyasî dilde “Başurê Biçûk” (Küçük Güney) dediğimiz, son birkaç yılda ise küresel bir “marka”ya dönüşen “Rojava” adıyla andığımız yer, öte bir dünyanın simgesi olmuştur bende. Bir kurtuluş yeridir her şeyden önce. Oraya geçenler kurtulur çünkü. 1932. Ailem Şêx Seîd ve Agirî’nin soylu savaşçılarından Seyîdxanê Kerr’ı grubuyla birlikte üç buçuk ay koruyup sakladıktan sonra Binxet’e doğru yolluyor. Seyîdxan sınıra ulaşamadan öldürülüyor. Diğerleri sınırı geçip kurtulurken devlet ailemin merkez köyündeki Kürt ve Ermeni bütün yetişkin erkekleri kurşuna diziyor. 28 kişi. Komşu köylerden katliam yerine doğru giden tanıdıklardan da 8’i öldürülüyor.

Kıtlık zamanı. 1949 mu? Annemin babası, amcaları, halaları; üçü kız üçü erkek altı kardeş, açlıktan kurtulmak için Binxet’e geçiyorlar. Kaybedilmiş bir ağalık, Muş’tan Smayîl ve Cafer gibi adlarla taşınmış eski bir Alevilik ve sılada kalmış kıvırcık sumak ağacının gölgesiyle bir çiftliğe rençber oluyorlar. Kızlardan birinin adı Edulê. Çiftlik sahibi bir süre sonra çıkıp geliyor köyüne, sonra, “siz de üç erkek üç kızsınız, biz de üç erkek üç kızız; berdel yapalım” diyor. “Sevindim” derdi dedem, “yoksa kim bize kız verirdi ki” diye eklerdi, soru değil de bir tür yakınma gibi. Sonra, durup, altından da sarı o has tütününden bir nefes çekerek mırıldanırdı: “Bilmiyordum ki erkeklerinin yaşlı olduğunu; en genci elli yaşındaydı, en büyüğümüz olan ben on altı yaşımdaydım!” Silvan çarşısında öldürülen kardeşi Reşo’nun genç kalan fotoğrafı altında geçen ömründe hep Binxet’te kalan kızkardeşlerini anar, Binxet’ten birlikte döndüğü kendi berdeli anneannemle Arapça konuşmaya dalarlardı. Anneannemin Binxet işi “deq”leri (dövme), geçen yıllarla birlikte elleri, çenesi ve alnında koyu yeşil çizgilere dönüşecekti. 

Bazı bayramlarda dedem ve anneannem ortadan kaybolurlardı. Bayram bitince eli boş ya da değişik şeker ve kumaşlarla çıkagelirlerdi. Bazen yanlarında büyük dayım Huseyn olurdu. Giysileri farklı, bir gözü mavi bir gözü beyaz, kirpi saçları duman rengi. “Bas” diyor, otobüs demekmiş, “BES” diyor, meğer BAAS’mış. Traktör almış, ama Kürtlerin (o “Kurmanclar” diyordu) mal mülk edinmesi yasakmış, komşusu Arapmış, onun adına kaydettirmiş. Kaydetmeye “sicilandin” gibi bir şey diyor. Huseyn dayımda eksilmiş bir şey var; sanki bizim taraf olan Şerxet’te (Sınır Üstü) yeterince bilinmeyen bir saygınlığı var. Ailesinin adı Mala Sofî. Yıllar sonra Qamişlo’daki devrimci kalkışma onların adını taşıyan caminin yanında başlayacak. Bilindo adlı bir oğlu var ailesinin, ondan bahsediyor, Bulgaristan adlı bir diyarda doçent adlı bir işi varmış. Kırk yıl sonra ilk Kürt edebiyatı doçenti olacak, on iki gün sonra ise üniversiteden atılacaktım ben de! 

Dedemin yetimlerin kurduğu köydeki uzun misafir odasında, “devletimdir, kimse dokunmasın” dediği kocaman bir kara yılanın gezindiği bahçesinde, iştahlı pınarların boyuna pudra gibi bir kumla doldurdukları kuyusunun etrafında, kederli ve çiçek gibi güzel o cânım atların sırtında götürüldüğüm tarlalarında Serxet ve Binxet birbirine sarılan iki dal olurdu. Tek bir okuryazarın olmadığı evde Libya’da çalışan en yakışıklı dayımın gönderdiği dolmakalemler açılır, içlerine gizlenmiş “dolar” dedikleri paralar çıkarılır, büyük bohçalar Serxet’in şekerleme ve kumaşlarıyla doldurulup yola revan olunurdu. Huseyn dayım eliyle ferman ya da kıtlık yüzünden gidip dönememişlerin yurdu olan Qamişlo’daki Bişêriyê mahallesine çok selam gönderilirdi, daha ağır bir yük gibi.

İşte birden altı yaşındayım. Bu sefer ailemin evinde, Hezo’nun kuzeyindeki Xelîlan dağlarında açmış ve nişanlıyken dedem tarafından kaçırılmış babaannem, annemin etamin kumaşa işlediği aydınlık yüzlü Şahmaranın karşısındaki duvara Hezna Hopo denilen dev anası kadınla sırtlarını vermiş konuşuyorlar. Odada bizden başka kimse yok. Hezna Hopo, gördüğünü görmeyen gözlerle, “Binxet’ten yeni geldim bacım” diye başlıyor. Meğer orada bir seydanın yanına gitmiş. Seyda ona kıyametin kopmasına altı gün var, demiş. Gerçek bir melek olan babaannem sağ elini beyaz ve boncuksuz “çarik”ıyla (yaşmak) sıkıladığı çenesine götürüp yarı memnun bir hayretle “öyle mi” diye soruyor. Bense içimden, “daha altı yaşındayım yaw ben” diye geçiriyorum. Alnımı ter basıyor. Yani altı gün mü kalmış kıyamete? Gerçi çocuklar, herkesin olur olmaz yerde söylediği gibi, 15 yaşından önce öldüklerinde cennete “qijik” (saksağan) olarak gidiyorlarmış. O iyi, cennette qijik olmak iyidir, ama yerini tespit ettiğim etli etli bir sürü mantar vardı, onlar ne olacak? Daha karpuzlar yetişmedi, yabanî baklalar olgunlaşmadı, kengerler serpilmedi daha, bir diş zerdali koruğu çalmış değilim! Hezna Hopo, kıyamet haberini cenneti garantilemiş babaannem ve daha bir hayatı olmamış bana verdikten sonra gövdesinin boşluğunu üstüne giyinerek alçak oda kapısından güç bela çıkıp gidiyor. Bense hesap yapıyorum: Bu Binxet kaç gün uzaklıkta bir yer? Çünkü kaç günlük yer ise o kadar günü altı günden düşmek lazım. Eğer iki günlük uzaktaysa, bu, kıyamet dört gün sonra kopacak demek mesela. Bir, iki, üç, dört, beş. Her bir günü hesaplıyorum da altı günü hesaplamıyorum! Ama yedi gün kadar uzun o altıncı gün de kıyamet kopmadan geçince, “amaaan” diyorum içimden, “tataklarını minder altlarına yapıştıran Hezna Hopo ne bilecek kıyameti? Hem bütün kıyamet alametleri belirmedi daha. Ne demişti köyün imamı? Bir sürü alamet vardı; bir tanesi şeydi, hah, erkekler kadın gibi saç uzatacak, kadınlar erkek gibi saç kısaltacak.” Yirmi yıl sonra saçlarım enseme ilk düştüğünde bu kıyamet alameti gelecekti aklıma! 

Dünya siyasî ve beşerî haritalarla somutlaşınca, bir uzun çizgi ve bir nokta ile kıvrılan sınırların senin yurdunun ortasına çizildiğini anlayınca, aynı sınırların çocukluğunu da böldüğü gelir aklına. Gelir duygu haritasına yerleşir her şey. “Adı bile anılmayan” ülkenin sana en yakın parçası orasıdır. Yıllar geçer, yeni bir yüzyıl çıkagelir. Orada görmüş geçirmiş bir feraset mayalanır. Dünyayı gören en son gözler gibi şaşkın ve sevinçli bir heves uçuşmaya başlar. Ama hemen yeni bir Ortadoğu kurulur oraya. Kan gölge salar. Yerini yüksek duvarların aldığı eski dikenli tellerin arkasına daha fazla hal hatır sorulur. Adlarını bilmediğimiz, saklambaç oynamadığımız çocukları nasıllar, oraya gelin giden küçük teyze, cephede olan savaşçıları nasıldır, damatları, hasta düşenlerin ilaçları… Sonra?

Sonra dünyanın fenalığı kapkara bir kıyafete girip Kobanî’ye abanır. 

Arabası olanların, birbiriyle samimi olanların sıkça gittikleri sınıra gidemiyorum bir türlü. İçim içimi yiyiyor. Pek de hoşlaşmadığım, her seçimde milletvekili aday adayı olan bir doktora bile soruyorum, “giderken yer var arabada, ama dönüşte yok” diyor! Okuldan birine soruyorum, “filancalarla gidiyoruz” diyor. Sonunda bir arabada bir yer oluyor. Komşuya emanet edilmiş bir çocuğun mahcubiyetiyle arka koltuğun ortasında ufala ufala varıyorum Serxet ile Binxet’in birleştiği “xet”e. Sağda Türkiye’nin onlarca tankı, namluları Kobanî’ye dönük, solda mısır ve pamuk tarlalarının ötesinde hiç susmayan namlular. Gece tuttuğumuz nöbetlerde şüphelenilen, alıkonulan adamlar, uykusuz temrinler, yine nohutlu pilav çıkacağı için merak edilmeyen akşam yemeği, kerpiç duvarları dekor sayıp şiir okuyan Kobanîliler, komünün kınalı saçları, Karker Kobanê amca, çadırlarda mis gibi kokan yorgun çoraplar, ekşi yoğurda benzeyen ajanlar ve sabahın ilk ışıklarıyla sınıra doğru yürüyen devleşmiş annelerin yüzleri. Bir öte çağ sahnesindeyim sanki. Sonra her şey bir olup Hilbe Kobanî olacak.

Sonra el konuyor o rüyaya, Girê Spî, Serêkaniyê, Afrîn… Sonuncusunda, yüz yıldır göz dikilmiş Afrîn konusunu İbrahim Halil Soğukoğlu adlı ajan-şeyh şahsında altı ya da yedi yazıyla yazıyorum. Her yıl olduğu ve birkaç gün sonra olacağı gibi Newroz geliyor birden. Amed’deki alandan çıkarken polisler birkaç çocuğu çiğniyorlar. Kalbim acıyor. Elden gelen bir şey yok, vahşet iktidarda. İnsanların yığıldığı bir köşeden çamurlu bir tarlaya geçerek evlerin arasına varıyorum. Bir bildirim geliyor cep telefonuma, açıyorum, bir e-mail. Almanya’da yaşayan emekli bir Kürt yazar, yüksek sesli harflerle, “tabiî” diyor, “Avrupa’dasın, güvendesin, o kadar sert köşe yazılarını herkes yazar!” 

İki yıl sonra Avrupa’ya çıkmak zorunda kalıyorum, dört yıl boyunca köşe yazısı yazmıyorum. Beş gün önce kurtuluş ve kıyamet haberlerinin yurdu Rojava’dan taze bir haber geliyor. İçimden, belki bir gün Bilindo’nun eş-rektör olduğu bir üniversitede hademe olarak çalışırım diyorum. Rojava’da qijik olayım da varsın o gün kalan altı günden altı gün çıksın!

İlginizi Çekebilir

G7’den İran’a çağrı: hemen diyaloga başla
Temel Demirer: Yerküre; Göçmenlerin Toplama Kampı (Mı?)

Öne Çıkanlar