SORU(N)LARIYLA BAŞKALDIRI(LAR)[1]
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Düşmanın birçok yüzü vardır,
ama tek bir ismi var; kapitalizm.”[2]
Ezilenler, “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” diye sunulan emperyalist yıkımın (küreselleşmenin) sonuçlarına itirazları gür sesle, sokaklarda ifade etmeye başladılar ki, bunda şaşırtıcı bir şey yok.
Görkemli gerçeğiyle yedi iklim dört düveldeki başkaldırılar, “neo-liberalizme karşı”(ymış) biçiminde sunulsa da, bu doğru değil; tüm başkaldırılar sürdürülemez kapitalizmin mülksüzleştirici yıkımına karşı. Ancak verili itiraz ve öfke şimdilik esasa (yani kapitalizme) müteallik değil; hâlâ sonuçlarla ilintili…
Diğer eksiklik ve zaafları yanında öndersizlik krizinden malûl hareketlerin nasıl biçimleneceği, bir örgütlülük ve önderlik meselesidir; ve bunda devrimci bilinç öğesi de kilit önemdedir.
Mülksüzleştiren sürdürülemez kapitalizme karşı, mülksüzlerin itirazı yaygın ve giderek de derinleşiyor.
Örneğin kara Afrika Gine Bissau’sundaki -ordu güçlerinin müdahale ettiği- protestocular.
Filistin’in Gazze’sinde İsrail’e karşı direnişin en ön safındaki -Yaser Arafat’ın deyimiyle,- “küçük generaller”.
Gürcistan’daki daha ilk günde polisin sert müdahalesi ile karşılaşan, ama geri adım atmayan eylemler.
İran’da zorunlu başörtüsünü protesto eden ‘İnkılap Caddesi Kızları’ hareketi.
Toplu taşımaya yapılan zamlara karşı sokaklara dökülen Şili’li eylemciler.
İtiraz dalgasının en kitlesellerinden, gericiliğe ve yolsuzluğa başkaldıran Endonezya.
Haiti isyanı, Mısır direnişi ve Lübnan…
Tahrir Meydanı durulmazken; 2019’un isyanları, Latin Amerika ve Afrika’dan, Avrupa’ya, Kafkaslar’dan, Ortadoğu’ya dünyanın dört bir köşesine yayılıyor.
İspanya iktidarının Katalan bağımsızlıkçılara yönelik şiddeti.
Azerbaycan’da da düşük ücretlere, yolsuzluğa ve siyasi baskılara karşı sokağa çıkanlar.
Peru’da anayasa krizi.
Ekim 2019 dalgasında en çok can kaybının yaşandığı Irak’taki müthiş başkaldırı.
Ve Cezayir’de “Gülümseme Devrimi” olarak da adlandırılan hareket.
Yani Lübnan, Şili, İspanya, Hong Kong, Irak, Ekvador, vd’leri… Farklı kıtalarda motifler muhtelif olsa da, anti-kapitalist konumlu kitlesel isyanlar.
Bunların tümünün ortak böleni, kapitalist sistemin hegemonyacı, eşitsizliği artırıcı politikalarına karşı çıkışlar olmaları.
Peki, “başkaldırıların” başarı şansı ne?
Yanıtını araya soru(n) buradayken; “Küresel elitler, dünyanın her köşesinde ezilenlerin ayağa kalkmasından dolayı gereken tepkiyi almaya devam etmekten kurtulamayacak… Yani yüzde birlik gücün, yüzde doksan dokuzluk halkın emeğini, ‘artı-değeri’ni eskisi gibi sermayesine ekleyemeyeceğini gösteriyor,”[3] biçimindeki bir toptancılığa sarılacak değiliz.
Dahası, şu noktaya değinmeden geçmeyelim: Kitlesel itirazların kapitalizmin çarklarında öğütülme ihtimali de mevcut!
Eğer farklı olması için “Ne yapılmalı?” sorununa alternatif devrimci bir yanıt üretmezsek!
İşsiz, umutsuz, öfkeli başkaldıranların bir gelecek, yani alternatif iktidar ütopyasına ihtiyaçları acil.
* * * * *
Küresel itirazları devreye sokan sürdürülemez kapitalizmden kaynaklanan yoksulluk, işsizlik, umutsuzluk ve adaletsizliğe karşı öfke.
“İngiltere’de 4.7 milyon kişi yani toplam çalışan nüfusun 1/6’sı güvencesiz, kısa süreli, düşük ücretli işlerde çalışıyor. Her an kapının önüne konulmaya hazır bir hâlde yani.
Yemen’de iç savaşa bir de akaryakıt krizinin eklemlenmesi ile 15 milyon insan köle gibi, ölümcül hastalık riski altında yaşar hâle geldi. İki uç örnek ve bunların arasında 7.5 milyarlık insanlık,”[4] tablosuyla yüz yüzeyken; Oxfam’ın raporuna göre en zengin 26 kişinin toplam serveti dünya nüfusunun yarısının servetine eşit! Zenginlerin 2018’deki serveti 900 milyar dolar artarken; dünyadaki milyarder sayısıda 2008 krizinden beri iki katına çıktı.
Dünyanın en zengin kişisi ise 112 milyar dolarlık servetiyle Amazon sitesinin sahibi Jeff Bezos oldu. Bezos’un servetinin yüzde 1’nin Etiyopya’nın sağlığa ayırdığı bütçeye eşit olduğu ifade edildi.[5]
İlk kez birinciliğe oturan Bezos’u 90 milyar dolarlık servetiyle Microsoft’un sahibi Bİll Gates takip etti. Üçüncü sırada ise 72 milyar Dolar ile ekonomi kahini olarak bilinen Warren Buffet yer alıyor.
‘Dünya Ultra Zenginler Raporu’na göre, dünyada 30 milyon dolar ve üstü net servete sahip olan insanların sayısı 2017’de 2016’ya göre, yüzde 12.9 artış kaydederek 255 bin 810’a yükseldi. 2016’daki artış ise yalnızca yüzde 3.5 olmuştu.[6]
“Tesadüf”(!) bu ya, ünyanın en zengin ilk 10 isminin yedisini Amerikalılar oluşturuyor. Louis Vuitton’un sahibi Fransız Bernard Arnault 72 milyar dolar ile ABD dışından ilk beşe giren tek kişi. Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg ise 71 milyar dolarlık serveti ile beşinci sırada. Zara’nın sahibi İspanyol Amancio Ortega 71 milyar ve bir dönem dünyanın en zengin ismi de olan Meksikalı Telekom devi Carlos Slim Helu ise 67.1 milyar Dolarlık servetiyle ilk 10’da ABD dışından yer alan isimler oldu. İlk bin zengin arasında toplam 72.4 milyar Dolar servet ile 40 Türkiyeli yer alıyor.[7]
Hâl böyleyken; “robotlardan, yapay zekâdan, teknolojinin sunduğu ileri olanaklardan” dem vurulan bir çağda yeryüzünde 820 milyon kişi açlık tehlikesiyle karşı karşıya. İçme suyuna, gıdaya, yakacağa ve toprağa erişim için bir sürü bölgede çatışmalar keskinleşiyor, insanlar birbirini boğazlıyor.
Bir yandan Şili’de, Ekvador’da, Lübnan’da daha birçok ülkede gözlemlediğimiz gibi halk, ekmek için, adalet için, kamu hizmetlerinin erişilebilir olması için isyan ediyor, canları pahasına hak arayışı içine giriyor. Bir yandan da yaşanan insanlık trajedileri karşısında keskin bir yüzsüzlük, fütursuzluk, aymazlık hüküm sürüyor.
Sözünü ettiğimiz “arsızlık sendromunun” en itici örneklerinden birini İsviçreli yatırım bankası UBS sergiledi. Bilindiği gibi UBS dünyanın bir numaralı servet yöneticisi. Diğer bir ifadeyle, dünyanın dolar milyarderleri daha da fazla nemalanmak, servetlerine servet katmak için paralarını UBS’ye emanet ediyorlar. İsviçre bankasının üst düzey yöneticisi Josep Stadler ‘The Financial Times’a mülakatında, milyarderlerin toplumda hak ettikleri itibari görmediklerinden yakındı…
Bu zırvaları bir yana bırakırsak, gelir ve servet adaletsizliğinin tüm dünyada ileri boyutlara vardığını, bütün istatistiklerin bu gerçeği ortaya koyduğunu görebiliriz. V. İ. Lenin’in ifadesiyle “kupon kırpıcılar” servetine servet kattı…
Ancak, kendileri için yaklaşan tehlikeyi erkenden sezen zenginler de var. 17 milyar dolarlık servetiyle Amerika’nın önde gelen hedge fon yöneticilerinden Ray Dalio, “artan eşitsizliğin şiddetli bir toplumsal devrim getireceğini” öne sürerek, ABD’de ve tüm dünyada yükselen sınıf mücadelesine dikkat çekerek, “Dünya çılgınlaştı ve mevcut sistem çöktü. Eğer radikal bir reform uygulanmazsa, devrim patlak verecek birbirimizi öldüreceğiz” diye ekledi. Aynı konuda diğer bir milyarder, Paul Tudor Jones da, “Şirketlerin 2 trilyon dolar kârının tümünün yüzde 1’e gittiğinin; işçilerin, yöre halkının, tüketicilerin zenginlikten artık hiç pay alamadığının” altını çizdi…
İki İngiliz salgın hastalıklar uzmanı Richard Wilkinson ve Kate Pickett de gelir dağılımı bozukluklarının insan sağlığına etkileri üzerinde durup, gelir dağılımı eşitsizliklerinin ruh sağlığını bozduğuna dikkat çektiler. Yazarların gözlemlerine göre, her dört kişiden biri zihinsel stres altında. Üzgün, mutsuz, yorgun, intihara eğilimli, travma içinde, suçluluk ve yalnızlık hissi duyan, kaygılı, sıkıntılı, takıntılı, güvenini yitirmiş kişilerin oranı yüzde 25’i buluyor.
İngiltere’ye ilişkin veriler alt yüzde 20’lik gelir diliminde bulunanların üst yüzde 20’ye göre ruhsal sorunlarla çok daha yüksek oranda karşılaşacağına işaret ediyor. Bu durum erkekleri daha da fazla etkiliyor. Alt gelir grubundaki erkekler üst gelir grubundan 3 kat daha fazla ruhsal sorunlarla karşılaşıyor. Özellikle depresyon, yoksullar dilimindeki erkeklerde zenginler dilimindekilere göre 35 kat daha fazla ortaya çıkıyor.[8]
Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre ise dünyada 350 milyon kişi depresyonla cebelleşiyor. Kadınlar ve gençleri depresyon daha fazla etkiliyor. Yılda tam 1 milyon kişi intihara başvuruyor. 18 ve 35 yaş arasındaki genç ölümlerinde intihar birinci sebebi oluşturuyor.[9]
Tam da bu tabloda ezilenlerin arayışları artık tarihin gündem maddesi. Çünkü dünya müthiş ısındı; ezilenler tüm coğrafyalarda ayakta. Son derece heterojen özellikler taşıyan isyan dalgasının temel özelliği sürdürülemez kapitalizmin tekelci tasallutuna karşı yükseltilen “Hayır” sancağıdır. Ve “Öne çıkan bir lider yok” biçiminde sunulan kendiliğinden hareketlerin öne çıkışı sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı ile doğrudan ilintilidir.
* * * * *
‘Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Başkanı Kristalina Georgieva, küresel ekonominin artan ticaret ihtilafları nedeniyle ‘senkronize yavaşlama’ ile karşı karşıya olduğunu vurgusuyla, “Dünya İsviçre kadar küçülecek”[10] derken; sürdürülemez kapitalizmin hâl-i pür melali -liberaller hariç!- herkesin malumu.
Dünya ekonomisinin 2008 küresel krizini aratmayacak, belki de daha derin bir durgunluğun 2020’de gerçekleşmesi ihtimalinin arttığı, önde gelen burjuva çevrelerde de geniş kabul görüyor.
‘The Economist’, artık merkez bankalarının elinde ekonomiyi canlandıracak araç kalmadığını itiraf ediyorken; egemenler, durgunluk ile patlak verebilecek muhtemel başkaldırılar karşısında tedirginler.
Antonio Gramsci’nin, “Eski dünya ölüyor ve yenisi doğmakta zorlanıyor: Şimdi canavarların zamanıdır,” diye betimlediği bir hâldir bu.
Anımsayın: Gramsci’nin, 1920’lerde o saptamayı yaptığı yıllarda dünya ekonomisinde yapısal, kronik bir kriz vardı. Emperyalistler arası rekabet sertleşiyorken; kitlelerin -devrimci altenatifsiz- öfkeleri, huzursuzlukları faşist hareketlerce temellük ediliyordu ki, faşizm de devrimini yürütemeyen proletaryanın kefareti olup çıkıyordu.
Bunlar böyleyken ‘The Economist’, “Gelişmiş kapitalist ülkelerde son otuz yıldır işleyen kurumsal yapı ve ekonomi yönetimi artık işlemiyor” diyorsa; gerçekten yine “canavarların zamanındayız” demektir…[11]
Evet, “Küresel durgunluğun anatomisi”ni,[12] çok iyi kavramak gerekirken; “Kısaca özetlemek gerekirse, küresel kapitalizm gelir yaratamıyor; ne ücret, ne de kârlılık anlamında… Finansal rant oyunlarına dayalı kâr arayışı yeni riskler ve kırılganlıklar yaratmaya devam ediyor. Dolayısıyla, reel üretimde ivmelenmeyi ve bunu sağlayacak teknolojik ve kurumsal atılımı gerçekleştiremediği sürece küresel kapitalizmin bu durgunluk ve kırılganlık kıskacından çıkması mümkün gözükmüyor. Kapitalist (serbest) piyasa sisteminin tarihsel olarak buna karşı çözümü ise yükselen ırkçılık, artan savaş ve şiddet tehdidi olarak biçimlenmekte.”[13]
Yani “Kapitalizm dünyanın her yerinde parasızlık ve yoksullukla çıkışsız cehennemler yaratıyor.”[14]
O hâlde “Büyük Durgunluk” içindeki isyan dalgasında şaşırtıcı olan ne olabilir ki?
Şimdi yanıtlanması gereken soru(n)lar: “Neden?”, “Nasıl?”, “Nereye Doğru” olmalıdır.
Bu durumda muhafazakâr tarihçi Nial Ferguson’un, ‘The Times’taki köşesinde, “Bugün dünyanın birçok yerinde patlak veren protestolarda… bir ortak tema bulamıyoruz”; veya ‘The Financial Times’daki, “Bunlar genellikle lidersiz isyanlar; örgütleri, ilkeleri yok.. Bu isyanlarda halk, parti liderlerinin önderliğinde, merkez komitelerin tasarladığı sloganlarla değil, ‘akıllı telefon’ mesajlarıyla toplanıyor, ‘hashtag’ler ile teşvik ediliyorlar,”[15] tespitlerine katılmak mümkün değil.
Kendiliğinden hareketlerin ortak itirazı sürdürülemez kapitalizme ve bu itirazlar Irak’taki gibi, Bağdat ile orta ve güney kentlerinde internete erişim kesilse de[16] sürdürülebiliyor!
Aslında ‘The Guardian’dan Jack Shenker’in ifadesiyle, “Bu protestolara… krizin çocukları önderlik ediyor… Ekonomik, toplumsal ekolojik çöküş gençlerin canına tak etti.”
Kim ya da hangi liberal “allayıp, pullasa” da sürdürülemez kapitalizm, insan(lık) için ekonomik, siyasi ve ekolojik düzlemde bir gelecek vaat etmiyor.
Ancak, kendiliğinden itirazların oluşturduğu yatay yapılanmaların sürdürülemez kapitalist vahşeti aşabilmesi olası değilken; “Ne yazık ki, geçen yüzyılın, örgütsel biçimleri, programları, liderlik anlayışları bu arayışa bir ışık tutamıyor, karşısında ya sessiz kalıyor, ya da etkisiz,”[17] türünden bir tespiti de paylaşabilmek olası değildir. Sorun, daha çok bu hareketlere yönelik “kendiliğindenlik”, “öndersizlik”, “çok-parçalılık”, “örgütsüzlük” güzellemelerinde…
Kaldı ki, daha işin başında olduğumuz kavranıp, tarihi üretenin “kötü yanı” olduğu da unutulmamalıdır.
* * * * *
Latin Amerika’dan Kuzey Afrika ve Avrupa’ya uzanan geniş coğrafyada yani Sudan, Tunus, Mısır, Lübnan, Ürdün, Irak’tan Şili, Ekvator, Haiti’ye ve Katalonya, Romanya, Macaristan, Fransa, Ermenistan, İngiltere’ye uzanan işçi ve emekçilerin başkaldırısı, doğrudan sürdürülemez kapitalist felaketten soyutlanarak ele alınamaz!
“Savaşa, kana, zehre bulanmış dünya, yeni bir devrim çağının eşiğindedir. Şu anda devrim, kendine bir biçim arıyor; kendine uygun bir örgütlenme ve programı bu arayış içinde er ya da geç bulacaktır.”[18]
Söz konusu biçim arayışının yine iki boyutu olacaktır: İlki dikey/ dar öncü ve ikincisi de yatay/ geniş yığın örgütlenmesi…
Her iki örgütlenmenin birini diğerine “feda” etme anlayış(sızlığ)ından uzak durulmalı; çubuğun bir ucunu diğerinin aleyhine bükmekten vazgeçilmelidir.
Yerkürenin birçok bölgesinde işçilerle emekçiler, özellikle gençler; hayat pahalılığına, işsizliğe, gelir dağılımı uçurumuna, devlet terörüne karşı ayağa kalkarken; doğa ile emeğin düşmanı kapitalist mülkiyet ilişkileri artık bir deliği gömleğinden başka bir şey değildir.
Dipten gelen kendiliğinden dalga sosyal itiraz, patlama ya da başkaldırıları yeniden tarihin sahnesine çıkartırken; imkân(lar)ın değerlendirilip, nihai kurtuluş için biçimlendirilmesi çabası, öndersizlik krizinin aşılmasını “olmazsa olmaz” kılıyor.
“Kapitalist dünya ekonomisinin yapısal krizinin içinde, senkronize mali krizlerin ve resesyonların yanı sıra, kimi dönemlerde toplumsal hareketlerde, kitlelerin politize olma eğiliminde bir senkronizasyon görülürken; ‘Yeni bir dalga başlamış olabilir’. Ancak hakları ve özgürlükleri nereye götüreceğini önceden bilmek olanaksız!”[19] biçiminde tariflenen koordinatlarda “yeni politikalar ve örgütlenme modelleri üretmek istiyorlarsa yaşanan isyan ve direnişler zengin veriler sunmaktadır” vurgusuyla “… ‘Örgütsüz ve lidersiz hareketler’ meselesi, gerçekten ‘örgütsüz-lidersiz’ hareketler mi? Yoksa daha yatay, daha esnek yeni tip örgüt ve kitle hareketleri mi?”[20] sorusuna verilecek net yanıt: Bu tür hareketlerin yığın hareketleri olduğu ve bu hâliyle (Wall Street, Cenova, Taksim Gezi, Sarı Yelekliler gibi) iktidarı fethetmekten uzak olduğudur.
* * * * *
Hızla sıralarsak:
Mesela Sudan’da diktatör Ömer El Beşir’in devrilmesinin ardından, “Direniş ve Kararsız Denge İkilemi”ne[21] sıkışıp kalan Sudan’da önderliğin güçsüzlüğünden ötürü; Nesrine Malik’in ifadesiyle, “Aslında hiç gitmeyen El Beşir’in yerine ‘askeri konsey’ adı altında, arkasında duranların ikame edilmesi…”[22]
Yani ‘Acil Destek Güçleri’ adlı halkı kurşunlayanların ya da önceden -Darfur ve Batı Sudan’daki çatışmalarda kötü bir ün kazanmış- ‘Janjaweed’ diye tanınan milislerin[23] yerli yerinde kaldığı Sudan’da “geçiş için ön anlaşma imzalanması”[24] gibi!
Sonra ‘Dünya Bankası’na göre, nüfusun üçte biri yoksulluk sınırının altında yaşayan Lübnan’da[25] hükümetin özellikle sosyal iletişim ağı WhatsApp gibi uygulamalardan vergi alınması kararı üzerine başlayan gösteriler karşısında İletişim Bakanı Muhammed Şukayr’ın, zam kararından vazgeçildiğini duyurmasına rağmen protestocular meydanları terk etmedi.[26]
Özellikle ön saflarında binlerce kadının da yer aldığı protesto[27] “Eylemleri ülkedeki ümitsizlik ve çaresizlik atmosferine ilaç gibi geldi. Lübnan’da değişim umudunu yitiren binlerce insan bir anda şekillenen oluşumun stratejisini merak ediyor, lojistik sorular soruyor. Herkes kendini bir anda güçlenmiş hissediyor.”[28]
Ama… Evet, her şey “ama” noktasının ötesine geçemiyor!
Ve ABD destekli Sisi’ye karşı çıkan Mısır ise hâlâ Tahrir’deki polis engelini/ zorbalığını geriletemiyor.[29]
* * * * *
Ardından ABD’nin “kısmi” işgali altındaki Irak
Bağdat’ta boy veren gösteriler Irak geneline yayıldı. Göstericilerin talepleri yolsuzlukların son bulması ve başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetlerinin sağlanmasıydı.
“Gösterilere yoğun şekilde katılan gençler, insanca bir yaşam talep ediyor. Irak’ta zenginlik son derece adaletsiz bir şekilde dağıtılıyor.”[30]
Iraklılar, işsizlik ve yolsuzluğun yanı sıra elektrik, sağlık ve su gibi zayıf temel kamu hizmetlerini yıllardır protesto ediyorlar. ‘Transparency International’a göre, Irak dünyanın en yozlaşmış ülkelerinden biri.
‘Rai al Youm’ gazetesinde yer alan, Irak’taki gösterilerin nedenini milyarlarca dolarlık petrol gelirine rağmen asgari yaşam koşullarının dahi olmamasına bağlayan bir makalede “Eğitim, sağlık, ulaşım, su ve elektrik gibi kamu hizmetleri dünyanın en fakir ülkelerinden bile daha kötü. Açlık ve ölümün eşiğinde olan bu insanlar niye isyan etmesin!” denildi. Yazıda gösterileri dış güçlere bağlayanlar da “gerçek nedenleri saptırmak isteyenler” olarak nitelendirildi.
Ancak bazı Şiî din adamları ve İran’a yakın medya protestolardan ABD ve İsrail’i sorumlu tuttu.[31] Buna karşılık son seçimden güçlenerek çıkan Şiî din adamı Mukteda el Sadr da, hükümetin istifasını ve Birleşmiş Milletler’in denetiminde erken seçimlerin yapılmasını istedi.[32]
Evet Şiî liderlerden Ali Sistani’nin işsizlik, yolsuzluklar ve kötü yönetime karşı gösterilere destek vermesinin ardından Mukteda es-Sadr, 4 günde en az 77 kişinin yaşamını yitirdiği gösterilerin “daha fazla kan dökülmeden” sonlanabilmesi için Başbakan Adil Abdulmehdi hükümetinin istifasını talep etti.[33]
Irak’ta yönetimin kanlı müdahalesine, sokağa çıkma yasağına ve Twitter, Facebook, Instagram ve Whatsapp’a erişimi bloke etmesine rağmen başkaldırı devam etti.[34]
Özetle çatışmaların boyutu devasa ölçekliydi. Irak İçişleri Bakanlığı, ülkede 1-6 Ekim 2019 kesitindeki gösterilerde 104 kişinin öldüğü, 6 bin 107 kişinin yaralandığı açıkladı.[35] BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği de, protestolarda 2 günde 63 kişinin yaşamını yitirdiğini, 3 binden fazla kişinin de yaraladığını bildirdi.[36]
Bu tabloyu Bashdar Ismaeel şöyle resmediyordu: “Irak, göze alamayacağı yeni bir toplumsal, siyasi ve mezhepsel krize sürükleniyor. Irak son yıllarda kitlesel eylemlere hiç de yabancı değil. 2016’daki eylemler yeşil bölgenin duvarlarını yıktı ve eski Başbakan Abadi’nin tabutuna son çiviyi çaktı. Takip eden hükümetlerin reform sözlerine rağmen tabandaki gerçekler hemen hiç değişmedi. Şimdi, 2019 senesinde, eylemcileri yatıştırmak çok daha zor olacak.
Kâğıt üstünde baktığınızda Irak dünyanın en zengin ülkelerinden biri olmalı. Fakat uluslararası endekslere göre ülke, yolsuzluk batağında. Halkın büyük bölümü yoksulluk sınırının altına yaşıyor, işsizlik (bilhassa genç işsizliği) yaygın, su ve elektrik gibi temel hizmetlerde ise hemen hiç iyileşme yok… Neticede siyasi platformlar her zamankinden tartışmalı hâle geliyor ve siyasi süreç düğümleniyor. Meydan milislere kalıyor, isyancı gruplar insanların öfkesine hitap ediyor ve güvenlik koşulları kötüye gidiyor. Halkın daha fazla vaade karnı tok ve temel talepleri muhtemelen yakın zamanda karşılanmayacak. Kısır bir döngüyle karşı karşıyayız.”[37]
* * * * *
Ekvador’da Devlet Başkanı Lenin Moreno, hükümetinin IMF ile yaptığı anlaşma gereği ulaştırma alanında sağlanan akaryakıt desteklerini kaldırmasına karşı gidilen ulusal grev, hükümet karşıtı protestolara dönüştü.
“IMF yardım değil hasar veriyor,” vurgusuyla Mark Weisbrot’un, “Ekvador, Trump ve Pompeo’nun görmek istediği türden bir ekonomiye ve siyasi yapıya dönüştürülüyor fakat çoğu Ekvadorlunun buna oy vermediği gün gibi açık,”[38] notunu düştüğü tabloda başkent Quito’nun tarihi merkezinde protestoları takip eden gazeteciler, polis tarafından darp edildi, kuzeydeki Guayaquil kentinde yağma olayları görüldü.
Nisan 2017’de seçilen Lenin Moreno seçim sırasında solcu PAIS ittifakının adayı olarak yarışmıştı. Seçim kampanyasını halkın vergilerinin düşürülmesi ve yolsuzlukla mücadele gibi sol söylemlerle kuran Moreno, iktidara geldikten sonra halefi Rafael Correa’nın bağımsızlık yanlısı ve kamucu çizgisinden sapıp sermaye ve ABD yanlısı bir yönetim anlayışı sergiledi.
Moreno’nun hükümeti, Londra’daki Ekvador büyükelçiliğine sığınan ve ABD’nin gizli belgelerini yayımlamakla suçlanan Wikileaks kurucusu Julian Assange’ı polise teslim etti. Ekvador’u Küba ve Venezüella’nın öncülüğündeki ALBA anlaşmasından çeken Moreno, sene başında 4.2 milyar dolarlık borç karşılığında IMF ile anlaştı.[39]
Hükümetin IMF ile anlaşmasının ardından ülke genelinde başlayan genel grev ve eylemlerin ardından 60 günlük OHAL ilan edildi.[40]
IMF ve yerel işbirlikçileri karşıtı başkaldırıda Ekvador’un kırsal kesimlerinden Quito’ya akan yerliler canları pahasına direniyor. Cinayetler ve sokağa çıkma yasağı da onları durduramadı.[41]
Başkent Quito’daki protestolar dolayısıyla önce hükümet, ardından da yasama ve yargı kurumları da kentteki faaliyetlerini askıya aldı. Şehre ulaşan protestocu yerlilerin bir kısmı yasama organı Ulusal Meclis binasına zorla girdi. Hükümet başka bir kente taşınırken Ulusal Meclis, Başsavcılık ve Hâkimler Konseyi Quito’daki faaliyetlerini durdururken taşınma kararı almadı.[42]
Ekvador, kolay kolay vazgeçmeyecek; Arjantin de “Yeni Dönem”inde[43] IMF’ye mesafeli duracak![44]
Hele, hele bir Şili örneği ortadayken…
* * * * *
Şilili yazar Isabel Allende’nin, “Darbe sonrası yoksulluk aşırı büyürken, iş ve finans çevrelerine, ordunun bazı üyelerine ve Pinochet’nin akrabalarına ölçüsüz derecede kâr sağladı. Şili, dünyada en yüksek ekonomik eşitsizliğin olduğu ülkelerden biri hâline geldi. Bugün, neredeyse yarım yüzyıl sonra, ekonomik ve sosyal istikrarımız var ama o eşitsizlik hâlâ sürüyor,”[45] diye tarif ettiği “Şili Yangın Yeri”dir[46] şimdilerde!
Şili’de metro biletlerine zamla başlayan protestolar isyana dönüştü. Halk kentin birçok noktasını ve metro istasyonlarını ateşe verdi. Santiago’da eylemciler ve güvenlik güçleri arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Banco Chile ile ENEL enerji şirketi binası ateşe verildi. Göstericilerin pankartlarına, “Yoksullar için ekmek yoksa, zenginler için de barış yok” yazıldığı görüldü.[47]
Gösterilerin şiddetlenmesi nedeniyle Santiago’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi[48] ama başkaldıran yığınları kucaklayarak genişledi.
Metro zammına karşı protestoların tetiklediği gösteriler kısa sürede, Dünya Bankası tarafından “kıtanın en hızlı büyüyen ve tüm kıtaya örnek oluşturan bu ülkede” uygulanmakta olan neo-liberal teröre karşı toplumsal bir direnişe dönüşüverdi. Ekim başından bu yana sürdürülen gösterilerde 15 kişi hayatını kaybetti; 1000’den fazla insan yaralandı (bunların arasında özellikle gözlere sıkılan plastik mermilerle gözlerini kaybeden 150 kişi de vardı).
Kolay mı?
Şili, Latin Amerika kıtasının gelir dağılımı açısından en bozuk iki ekonomisinden birisi olarak biliniyor (diğeri, Şili türü neo-liberal/muhafazakâr reformlara öykünen yönetimiyle tanınan Jair Bolosonaro’nun Brezilya’sı)…
Şili’de birdenbire neo-liberalizmin toplumsal terörüne karşı kitlesel bir direnişe dönüşen protestoları da bu köhne ve eksik ulaşım ağına yönelik zamlar tetiklemişti. Gerçi metro ücretlerine yapılan fiyat artışları son derece küçük boyuttaydı (30 peso – 4 sent); ancak Şili’de ulaşımın son derece pahalı olduğunu ve asgari ücretli bir çalışanın gelirinin ortalama yüzde 15’ini oluşturduğunu göz önüne aldığımızda, söz konusu zammın sembolik olmaktan öte anlam taşıdığını anlamak hiç zor olmasa gerekti.[49]
Ve nihayet Şili’de halk, 12 Kasım 2019’da Latin Amerika’nın en büyük işkence merkezi olarak bilinen ‘Tejas Verdes’ askeri karargâha giden yolları kesip, San Antonio’daki işkence merkezini yakarken;[50] mülksüzleştirilenler tarihin sahnesindeki yerleri alma yolunda ileri adımlar atmaktaydılar.
* * * * *
Ve Bolivya! Genel Kurmay Başkanı ile Kuvvet Komutanları’nın yönetime el koyup, Devlet Başkanı Evo Morales’i “devirdikleri” coğrafya…
Malum üzere: Bolivya’da 20 Ekim 2019 seçimlerinde Evo Morales’in 4. kez başkanı seçilmesiyle ABD destekli sağcı güruhlar saldırılarını arttırmıştı. Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OAS), “birtakım usulsüzlükler olması nedeniyle seçimlerin iptal edilmesi gerektiği” görüşüne yer verilen raporunun açıklanmasının ardından 10 Kasım 2019’da Morales yeni seçim kararı aldı.
Polislerin de sağcı gruplarla birlikte davranmasıyla darbe hazırlığı yapıldığını söyleyen Morales, “İstifa etmemi istiyorlar, bu bir darbe girişimi. Bu anayasaya ve yasalara aykırı,” demişti.
Buna karşın, Bolivya ordusu basın toplantısı düzenleyerek Morales’in istifa etmesini istedi. Bolivya Genel Kurmay Başkanı Williams Kaliman da, “İç çatışma durumunu analiz ettikten sonra Devlet Başkanı’ndan görevini bırakmasını, barışın yeniden sağlanmasına ve Bolivya’nın iyiliği için istikrarın korunmasına imkân vermesini istiyoruz,” dedi.
Ordunun istifasını istemesi üzerine “ülkede barışın sağlanması için” başkanlık görevini bıraktığını duyuran Morales, sosyal ağlarda canlı yayınlanan açıklamasında “Barış için ve evleri yakılan destekçilerime, ekibime ve aileme yönelik daha fazla şiddet uygulanmasını engellemek için istifa ediyorum. Muhalefet liderler Camacho ve Mesa’yı bu şiddeti durdurmaya çağırmak istiyorum,” diye konuştu.
Durumu “devlet darbesi” olarak tanımlayan Morales’in istifasını duyurmasının ardından açıklama yapan Küba Dışişleri Bakanlığı da süreci “darbe” olarak nitelendirdi ve kınadı.
Gerçekten de Brezilya’daki Jair Bolsonaro hükümetinin beslemesi Hıristiyan köktenci Luis Fernando Camacho, Evo Morales’e yönelik darbe sonrasındaki zafer kutlamalarında, askeri ve aşırı gerici güçlerin bir cuntası olan hükümeti selamlarken, “Komünizm ortadan kaybolmalı” diyerek, oligarşinin ortak korkusuna tercüman oluyordu…
Özetle ABD destekli gruplar saldırılarını tırmandırarak tezgâhladıkları “devlet darbesi”yle asker yönetime el koydu. Devlet Başkanı Evo Morales istifa ettirildi.
Morales’in istifasıyla Cochabamba, Sucre ve Santa Cruz[51] kentlerinde sokakta kutlamalar yapan sivil faşistlerin yerli halka saldırganlığı da arttı.
Bir yerli köylü kadını boğarak katleden faşistler, Bolivya’nın tüm halklarını simgeleyen ‘Whipala’ bayrakları yaktı. Darbeye katılan polisler de armalarında bulunan ‘Whipala’ları kesip attı.
Darbeciler radyolara el koyarak iletişim hatları üzerinde kontrol sağlamaya çalıştılar. Morales’e yönelik tutuklama kararı çıkarıldı. Bir askerin kutlama yapan faşistlerin yanına giderek “Ordunun emriyle Morales’i tutuklamaya geldim,” dediği koşullarda; faşistlerin saldırısına uğrayıp evleri yakılan Morales taraftarları sokaklara çıktığında saldırıların hedefi oluyor.
Bu bir “2. Condor Planı”dır!
1970’lerde Güney Amerika ülkelerine yapılan ABD merkezli darbeler bölge halkları tarafından Condor Planı olarak adlandırılıyordu. Yani Bolivya’da başlayan süreç bölge halkları tarafından ABD’nin Güney Amerika’ya karşı giriştiği yeni bir darbeler döneminin başlangıcı olarak nitelendiriliyor.
Evo Morales’in Meksika’ya iltica etmesinin ardından 13 Kasım 2019’da kendini başkan ilan eden sağcı senatör Jeanine Anez, Devlet Başkanlığı Sarayı’na -elinde İncil ile!- “Devlet Başkanlığı Sarayı’na İncil geri döndü” sloganları eşliğinde girdi.
Nüfusun yüzde 65’inden fazlasını yerli halkların oluşturduğu Bolivya’da kendini Devlet Başkanı ilan eden ve darbeci ordu tarafından tanınan Anes, yerliler için “Yerlilerin şeytani ayinlerinden kurtulmuş bir Bolivya hayal ediyorum, şehirler ‘Kızılderililer’ için uygun değil, onlar dağlarda yaşasa daha iyi olur,”[52] diyor.
Böylesi vahim hâle ilişkin olarak, “Ordu, en yüksek teklifi verenin hizmetine geçti… Hükümet binasına İncil getirildi ve yerli bayrağı indirildi… Oligarşiyi temsil eden faşist eğilimler yükseliyor,”[53] vurgusuyla Komünist Devrimci Parti (PCR), Bolivya işçilerine ve halklarına yurtsever-halkçı bir alternatif için birlikte mücadele çağrısı yaptı.
Aynı kesitte Meksika’ya sığınıp, “Hayatta olduğumuz sürece baskı, ayrımcılık ve aşağılamaya karşı mücadele devam edecek,”[54] vurgusuyla, “Yakında daha büyük bir güç ve enerjiyle geri döneceğim,”[55] diyen Evo Morales’e yönelik darbeye karşı Bolivya’nın en büyük işçi ve köylü federasyonu COB, anayasal düzene dönülmediği takdirde genel greve çıkacaklarını duyurdu.[56]
Kolay mı? Tüm hata ve eksiklerine rağmen 20 Aralık 2005’de “Dünyada bildiğim tek terörist Bush,” diye haykıran Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales döneminde: i) GSMH 9 milyar dolardan 40 milyar dolara yükseldi. ii) Aşırı yoksul oranı yüzde 38’den yüzde 15’e geriledi. iii) İşsizlik yüzde 8.1’den yüzde 4.2’ye geriledi. iv) Asgari ücret 60 dolardan 310 dolara yükseldi. v) 74 milyar dolarlık kamulaştırma gerçekleştirildi.
“Evo Morales, neredeyse 14 yıllık görev süresinde, mutlak yoksulluk seviyelerini düşürmekle kalmadı, eğitim ve öğretimde önemli ilerlemeler kaydetti. Yeraltı kaynaklarının bazılarını devletleştirdiği gibi, sömürge ve emperyalist güçler tarafından yüzyıllarca aşağılanmış olan yerli halkın saygınlığını sağlamakta da belli başarılar kaydetti. Emperyalist kapitalist sistemle köprüleri atmak yerine, onunla uyum içerisinde, yıldırımları üzerine çekmeden başlattığı reform hareketinin sürüp gideceği hayaline kapıldı. Dahası, Venezüella ve Ekvador’da da sonu felaket olan ‘XXI. yüzyıl sosyalizmi’nin modeli olacaklarına, her sosyal reformist gibi samimiyetle inandı. Morales devraldığı kapitalistlerin devletiyle kapitalist-emperyalist sistem içerisinde kalarak, sosyal reform hareketini ilerletebileceği yanılgısını korudu.”[57]
Bir dönem kapanmaktayken; yerli halkların haykırdıkları sloganın, “¡Ahora sí- Guerra civil!/ Evet şimdi – İç savaş” olması; ABD patentli darbe hikâyesi böyle bitmeyeceğini haber veriyordu.
Ancak eklemeden geçmeyelim: “Morales tekelci oligarşi dışından iktidar olup devrilen ilk hükümetin başı değil. Muhtemelen sonuncusu da olmayacak. Yoksulların umudu olup onları peşinden sürükleyen bir orta sınıf temsilcisi. Uzlaşmacılığıyla orta sınıfın başarısızlığının son örneği o şimdi. Sadece dünya görüşüyle değil, örgütlülüğü ve bağımsız hareketiyle işçi sınıfının başını çektiği kararlı mücadele olmadan olmuyor.”[58]
* * * * *
Michael Hardt’ın, “Aşağıdan gücü dönüştürmeliyiz,”[59] teraneleriyle, “İktidarı ele geçirme fikri”ne sıcak bakmayan; siyaset yapma ve mücadele yöntemlerinin eskidiği yaygarasına sarılan; vb’i post-modern yaygaralara teslim olunması yanında; Marksizmi bile İslâm’da “arama”ya(?!) kadar uzanan zorlamalar;[60] ya da “Kan, kin ve öfkenin olduğu bir toplum, asla İslâm toplumu olamaz… Kur’an’da asla tekçiliğe yer yoktur,”[61] biçimindeki ifrat(lar); veya “sivil toplum”cu liberalizmle kapitalizmin “yüceltilip”,[62] sınıftan kaçışın öne çıkarıldığı absürdlüklere rağmen tarih, devrimci sosyalizmi yeniden göreve çağırıyor.
Dünya ekonomisinin büyük bir çöküntüye girdiği 2008’den beri sürdürülemez kapitalizm, ırkçı ve savaş kışkırtıcısı gerçeğini yeniden ortaya koydu. Buna karşılık, Arap dünyasında, Latin Amerika’da, Avrupa’da sayısız coğrafyada ezilenler yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı devasa mücadelelerle tarihin sahnesine çıktılar yine.
Nihai kertede mülksüzleştirilenlerin, mülksüzleştirenlere karşı itirazında somutlanan bu hareketler tarihi hızlandırırken; çıkışın yolunu da açacak dinamikleri -soru(n)larıyla!- içermektedirler.
Bu kriz sürdürülemez kapitalizmin kriziyse -ki öyledir, krizin devrimci temelde çözücü gücü de işçi sınıfıdır. Yani toplumun ezici çoğunluğunu mülksüzleştirenleri mülksüzleştirilip, üretim toplumsal ihtiyaçların karşılanması için yeniden örgütleyecek olan sınıftır.
Bu noktada sürdürülemez kapitalizme dair (post-modern veya liberal) güzellemeler, başkaldırıların bir kez daha tekzip ettiği üzere miadını doldurdular. Yani sürdürülemez kapitalizmin yıkıcılığı tarafından boşa çıkartıldılar.
“Uzlaşma”, “barış”, “evrensel demokrasi” gibi, emekçi halkları köleleştirmeyi hedefleyen egemen ideolojik kavramlar yerle yeksan oldu. Çünkü Karl Marx’ın ifadesiyle, “Bir kutuptaki zenginlik birikimi, aynı zamanda, öteki kutuptaki, yani kendi emeğinin ürününü sermaye olarak üreten sınıfın yer aldığı karşı kutuptaki sefalet, acı, kölelik, cehalet, vahşileşme ve manevi bozulmanın birikimidir,”[63] biçiminde tarif ettiği açmaz artık sürdürülemez olurken; V. İ. Lenin’in, “Özgürlük, eşitlik, demokrasi üzerine genel laflar gerçekte, meta üretimi ilişkilerinin şekillendirdiği kavramların körü körüne tekrarıyla eşanlamlıdır… Hangi sınıfın baskıdan kurtuluşu? Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği? Özel mülkiyet zemininde demokrasi mi yoksa özel mülkiyeti ortadan kaldırma için mücadele temelinde demokrasi mi?”[64] sorusu yeniden tarihin gündem maddesi oldu!
* * * * *
Ancak orta yerde yanıtını arayan bir soru(n) var!
Bu konuda başkaldırıların hâlâ “geç(emey)iş süreci”ndeki iktidarcı örgütlülükten yoksun olduğunun altını çizerek,[65] sözü Ergin Yıldızoğlu’na bırakalım:
“… ‘Bir dönem bitti, yenisi başlayamıyor’ saptaması bir ‘geçiş’ değil ‘geçemeyişe’ işaret eder. ‘Bu geçemeyiş’, akla Hegel’in ‘kötü sonsuz’ (‘değişemeden kendini tekrarlayarak büyümeye devam etme’) kavramını getiriyor. ‘Kötü sonsuz’ içinde şeyler giderek canavarlaşırlar.
Örneğin: Gelir dağılımındaki müstehcen eşitsizlik, hane halkının yüzde 8’inin toplam servetin yüzde 85’ine sahip olmasına karşın derinleşmeye devam ediyor. Kapitalizm krizini aşamıyor, yeni bir kapitalizm ya da yeni bir üretim tarzı doğamıyor. Buna karşılık ‘bu kapitalizmi’ 35 yıldır ayakta tutan mali piyasalar (borç ve spekülasyon) büyümeye, sık sık büyük çöküşler yaratarak, devam ediyorlar. Her çöküş insanların yaşamlarını altüst ediyor. Yeni bir çöküşün yakın olduğundan söz ediliyor.
Artık gittikçe derinleşen bir iklim krizinde yaşıyoruz. Dünyanın birçok kıyı bölgesinde ve görece kurak alanlarında, sıklaşan gıda, su krizleri yaşam koşullarını hızla ortadan kaldırıyor, toplumsal sorunlara yol açan göç dalgalarını besliyor, kaynak savaşlarını kışkırtıyor. Göç etmeye çalışanlar suç örgütlerinin elinde, denizlerde boğuluyorlar; saklandıkları frigorifik kamyonların içinde onlarcasının donmuş cesetlerine ilişkin haberler vicdanları sızlatıyor, ama göçmen düşmanlığı, ırkçılık artmaya devam ediyor.
Büyük güçler arası rekabet sertleştikçe, iklim krizini önlemeye ayrılabilecek kaynaklar ‘stratejik’ yatırımlara gidiyor. Bu sırada, kutuplarda eriyen buzlar ABD, Çin ve Rusya için yeni ticaret yolları, mineral ve enerji havzaları, rekabet alanları açıyor. Küresel ısınma, Batı Avrupa’da kimi güney ülkelerinde tarımda verimliliğini düşürürken, önemli bir tahıl üretici olan Rusya’da artırıyor. İklim krizine yol açan sera gazlarını azaltmaya yönelik yatırımların 2017-2018, döneminde, küresel çapta yüzde 11 gerilmesi artık bizi şaşırtmıyor…
Sağ ve merkez partileri iflas etti. Irkçı/dinci faşist canavarlar, böylece açılan boşluğa doluşuyorlar. Sol kendini toparlamadıkça, halk demagogların peşinden gitmekten, faşist canavarları beslemekten vazgeçerek bir özneye dönüşmedikçe, kötü sonsuzun ilginç zamanlarında yaşamaya devam edeceğiz.”[66]
Evet başkaldıran yığınlar mücadele içerisinde öz deneyim ediniyor, eğitimden geçiyorlarken; müthiş bir imkânla yüz yüzeyiz; aynı zamanda tehditle de![67]
Bu noktada “İnsanın en özgün yönü başarma umududur”; “Umut, insanı etkinleştirir, insanlaştırır”; “İnsanı genişleten umudu, hiçbir güç engelleyemez”; “Umut etmek korkmanın üstündedir,”[68] vurgularıyla “Umudun İlkesi”ni ve gerekliliklerini anımsama/ anımsatma zamanıdır şimdi.
O hâlde Alain Badiou’nun, “Günümüzde dünya nüfusunun yüzde 10’u mevcut sermayenin yüzde 86’sını elinde bulunduruyor. Bu sermayenin de yüzde 46’sını yüzde bir elinde tutuyor. Dünya nüfusunun yüzde 50’si kesinlikle hiç bir şeye sahip değil, yüzde 0,”[69] biçiminde tanımladığı zeminde; kapitalizmle “her şeyin düzeleceği inancı”na karşı; Charles Dickens’ın, “Bir çaba harcanıp düzelteceği değil de kendiliklerinden ‘düzeleceği’ inancı! Bir delinin dünyanın ‘üçgen’ olacağına inanması gibi!”[70] itirazındaki kararlılığı hayata geçirmek “olmazsa olmaz”dır.
Hem de Thomas More’un, “Halkın yoksulluğu kralın varlığını korur…”
“Acıyı dindirmek yerine, onu engellemek yeğdir…”
“Özel mülkiyet tamamıyla terk edilmedikçe, malların eşit ve adil bir yöntemle dağıtılması ya da insanların yaşamının refaha kavuşması olanaksızdır,” uyarılarının altını ısrarla çizerek…
Hele ki mülksüzleştirilenleri yığın atılım organlarında örgütleyecek, politik-askeri bir merkeze, önderliğe -enternasyonal ölçekte- ihtiyaç büyüyüp, acilleşirken…
N O T L A R
[1] Kaldıraç, No: 220, Kasım 2019…
[2] Komutan Yardımcısı Marcos.
[3] Orhan Özkaya, “Dünya Gerici Finans Sermayesi Telaş İçinde”, Cumhuriyet, 4 Kasım 2019, s.2.
[4] Özlem Yüzüak, “Kapitalizme İsyan… Nereye Kadar?”, Cumhuriyet, 1 Kasım 2019, s.11.
[5] Hüseyin Koyuncu, “Dünya Servetinin Yarısı 26 Kişinin Elinde”, 22 Ocak 2019… https://tr.euronews.com/2019/01/21/en-zengin-26-kisi-dunya-nufusunun-yarisi-kadar-servete-sahip
[6] Sertaç Aktan, “Ultra Zenginlerin Hem Sayısı Hem Serveti Arttı”, 10 Ekim 2018… https://tr.euronews.com/2018/10/10/ultra-zenginlerin-hem-sayisi-hem-serveti-artti
[7] “The Forbes: 112 Milyar Dolar ile Jeff Bezos En Zengin Adam”, 7 Mart 2018… https://tr.euronews.com/2018/03/07/forbes-122-milyar-dolar-ile-jeff-bezos-en-zengin-adam
[8] The Inner Level – How More Equal Societies Reduce Stress, Restore Sanity and Improve Everyone’s Well-Being, Penguin Books 2019.
[9] Hayri Kozanoğlu, “Sistem Çöktü, Devrim Geliyor!”, 12 Kasım 2019… https://www.birgun.net/haber/sistem-coktu-devrim-geliyor-275987
[10] “IMF Başkanı Georgieva: Dünya İsviçre Kadar Küçülecek”, Hürriyet, 10 Ekim 2018, s.8.
[11] Ergin Yıldızoğlu, “Canavarların Zamanı”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2019, s.11.
[12] Erinç Yeldan, “Küresel Ekonomide Durgunluğun Anatomisi”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2019, s.11.
[13] Erinç Yeldan, “Küresel Ekonominin Güncel Açmazları”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2019, s.11.
[14] Özgür Oğraş Çolak, “Zeynep Özden: Kapitalizm Cehennemler Yaratıyor”, Cumhuriyet, 30 Ekim 2019, s.14.
[15] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Dalga Yükselirken…”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2019, s.11.
[16] “Irak’ta İnternete Karartma Geldi”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2019, s.7.
[17] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Dalga Yükselirken…”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2019, s.11.
[18] Aydın Çubukçu, “Kolombiya, Bolivya, Şili, Irak, Lübnan: Devrim Kendine Biçim Arıyor”, 2 Kasım 2019… http://direnisteyiz27.org/kolombiya-bolivya-sili-irak-lubnan-devrim-kendine-bicim-ariyor-aydin-cubukcu/
[19] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Bir Dalga mı”, Cumhuriyet, 24 Ekim 2019, s.11.
[20] Sinan Çiftyürek, “Şili’den Sudan’a Solun Ayak Sesleri!”, 3 Kasım 2019… http://rojnameyanewroz2.com/siliden-sudana-solun-ayak-sesleri-14955.html
[21] E. Bahri, “Sudan’da Direniş ve Kararsız Denge İkilemi”, Kızıl Bayrak, No:2019/28, 26 Temmuz 2019, s.14.
[22] Nesrine Malik, “Sudan’da Devrim Ruhu Yaşıyor”, Birgün, 19 Ağustos 2019, s.5.
[23] “Sudan’da Ölü Sayısı ‘113’e Yükseldi’…”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2019, s.13.
[24] “Sudan’da Ön Anlaşma İmzalandı”, Evrensel, 18 Temmuz 2019, s.9.