Söyleşi: Filistin Mücadele Anlatımları

Geçtiğimiz yılın kolektif ve kişisel acısının yasını tutmamız nesiller sürecek. Ancak 6 Ekim’e geri dönülemeyeceği konusunda şimdiden netiz. Bu aşamada, apartheid devam ettiği sürece İsrailli Yahudiler için de hiçbir güvenliğin olmadığı açıkça görülmelidir. Belki de artık nehir ile deniz arasında özgürlük, adalet ve eşitliğin nasıl bir şey olduğunu konuşmaya başlayabiliriz

Söyleşi yapılan kişi : Tareq Baconi, Al-Shabaka: The Palestinian Policy Network’ün yönetim kurulu başkanı, Western Cape Üniversitesi Beşeri Bilimler Araştırma Merkezi’nde araştırma görevlisi ve Hamas Contained : A History of Palestinian Resistance kitabının yazarıdır. 

Konu: Apartheid rejimine karşı dekolonizasyon mücadelesine Filistin direnişi açısından genel bir bakış.

Tareq BaconiMax Nelson ile röportaj

“Bugün Filistinlilere düşen görev, devrimci mirasımıza nasıl sahip çıkabileceğimizi ve onu yirmi birinci yüzyıla nasıl taşıyabileceğimizi keşfetmektir.”

Yetmiş altı yıl önce, Siyonist milisler İsrail devletini kuran savaş sırasında 750.000’den fazla Filistinliyi evlerinden sürdüler- Nakba (felaket) olarak adlandırılan bir etnik temizlik kampanyası. 3 Ekim 2024 tarihli sayımızda bu travmatik tarihin peşini bırakmadığı iki ailenin anılarını inceleyen Tareq Baconi, Nakba’nın başka bir anlamda hiç sona ermediğini savunuyor.

Baconi, Filistinlilerin “Nakba’nın sonlu bir olay değil, devam eden şiddetli bir mülksüzleştirme süreci olduğunu uzun zamandır savunduklarını” ve bunun hem “olağanüstü şiddet anlarında” -özellikle de İsrail’in Gazze’de devam eden savaşında- hem de “sömürgeleştirmenin amansız eziyetinde, sıradan günlük rutinlerimizde ve ev hayatlarımıza musallat olan hayaletlerde” görülebildiğini yazıyor.

Baconi, Filistin Politika Ağı Al-Shabaka’nın yönetim kurulu başkanı ve militan grubun siyasi evrimini ve onu şekillendiren tarihsel koşulları inceleyen Hamas Contained (2018) kitabının yazarı. 2018’den bu yana Review için Büyük Dönüş Yürüyüşü‘nden önde gelen insan hakları gruplarının İsrail’i bir apartheid devleti olarak tanımlamasına ve 2021’de Doğu Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesinde patlak veren “birlik intifadası “na kadar Filistin siyasetinde son on yılın en önemli olayları üzerine yazdı.

En son yazısında “Kendimizi,” diye yazıyor, “bir vatan için verilen çok kuşaklı bir mücadelenin parçası olarak görmeye başlıyoruz; bu mücadele hepimizin yaşam süresinin ötesine uzanıyor ama yine de kendi aidiyet arayışımızı, en mahrem benlik duygumuzu şekillendiriyor.”

Bu hafta Batı medyasının Filistin siyasetini ele alışı, tarih ve anı arasındaki ilişki ve Güney Afrika’nın dekolonizasyon dersleri hakkında e-posta gönderdik. 

Max Nelson: Filistin siyaseti hakkında kamuoyu önünde yazmaya ne zaman ve nasıl karar verdiniz?

Tareq Baconi: Filistin’le ilgili ilk yayınım 2011 yılında Hamas ve El Fetih’in birlik hükümeti kurma çabaları üzerineydi. Hamas’ın Gazze’de esas olarak askeri bir güçten bir yönetim organına dönüşmesine odaklanan doktora çalışmalarımı bitiriyordum. Batı medyasında Filistin siyasetinin yanlış temsil edilmesinden giderek daha fazla rahatsız oluyordum. Şeytanlaştırma, insanlıktan çıkarma ve indirgeme düzeyi, bilgim arttıkça daha da belirgin hale geliyordu. Ne zaman Filistinli gruplar Batı Şeria ve Gazze Şeridi arasındaki kopukluğu -ABD ve İsrail tarafından körüklenen bir kopukluk- ortadan kaldıracak bir anlaşmaya varmaya çalışsa, yorumcular Filistinlilerin terörizmi hükümetlerine taşıdıklarını iddia ediyorlardı. İddiaya göre ilerlemenin tek yolu Hamas’ı yenmek ve ortaya çıkacak herhangi bir Filistin hükümetinin direnişe karşı ve İsrail’le güvenlik koordinasyonuna bağlı kalmasını sağlamaktı ki bu da apartheid’ı sürdürmenin ve Filistinliler arasındaki bölünmeleri şiddetlendirmenin reçetesiydi.

Ayrıca bu yanlış anlatıların çeşitli Batılı hükümetlerin izlediği yıkıcı politikalarla nasıl yakından bağlantılı olduğunu da anlamaya başlamıştım. Hamas’ı siyasi bir aktör olarak değil de Yahudileri yok etmeye kararlı, apolitik ve kana susamış bir hareket olarak görmek, her türlü toplu cezalandırmayı -örneğin Gazze’deki iki milyon Filistinliye uygulanan zayıflatıcı ablukayı ya da İsrail’in 2008-2009 yılları arasında Gazze Şeridi’ne uyguladığı orantısız askeri saldırıları- meşrulaştırmanın bir yolu haline gelmişti. Müdahale etmek için bir dürtü hissettim. Bu, çaresizlikten kaynaklanıyordu; alçakgönüllülükle biliyordum ki bu tür bir anlatı tartışması herhangi bir kişi ya da yazardan daha büyüktür.

İnceleme için ilk eseriniz, altı yıl önce Büyük Dönüş Yürüyüşü protestoları ve İsrail ordusunun acımasız tepkisi üzerineydi. Geriye dönüp baktığınızda, bu protestoların uzun vadedeki önemi ve o zaman bu protestolar hakkında yaptığınız tartışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu dönüm noktasının Hamas’ın El Aksa Tufanı olarak adlandırdığı 7 Ekim’e yaklaşımını şekillendirdiğini düşünüyorum. Büyük Dönüş Yürüyüşü Filistin tarihindeki en geniş kapsamlı ve en uzun soluklu eylemlerden biriydi. On binlerce insan, 194 sayılı BM Kararı kapsamında uluslararası yaptırıma tabi tutulan bir hak -geri dönüş hakkımız- için barışçıl bir şekilde protesto gösterisi düzenledi. Halkın haklı ve yasal bir dava için seferber olduğunun bundan daha açık bir göstergesi olamazdı.

İsrail göstericilere karşı gerçek mermi kullanarak karşılık verdi, aralarında gazeteciler ve sağlık görevlilerinin de bulunduğu iki yüzden fazla Filistinliyi öldürdü ve binlerce kişinin hayati tehlike arz edecek şekilde yaralanmasına neden oldu. Batılı güçlerden ise hiçbir ses çıkmadı; ne bir kınama mesajı ne de hesap verebilirlik ya da İsrail şiddetini sona erdirmeye yönelik bir politika. (Geriye dönüp baktığımızda bu, İsrail’in bugünkü soykırımını durdurma konusundaki isteksizliklerinin habercisiydi). Filistinlilere silahlı direnişten kaçınmaları söylendiğinde, aslında onlara söylenenin her türlü direnişten kaçınmaları, boyun eğmeleri ve sömürgeleştirilmiş tebaa olarak kaderlerini kabul etmeleri olduğu daha önce hiç olmadığı kadar açıktı.

Hamas nihayetinde protestoları, İsrail’i harekete çeşitli tavizler vermeye ve Gazze ablukasındaki kısıtlamaları hafifletmeye zorlayan yanan uçurtmalar ve daha sonra füze saldırıları gibi daha militarize direniş biçimlerini başlatmak için bir kaldıraç olarak kullandı. Bu deneyim Hamas’ın ve tüm Filistinlilerin uzun zamandır şüphelendiği bir şeyi yeniden teyit etti: İsrail’in öncelikle güç kullanarak karşılık verdiği ve Batılı güçlerin Filistinlileri vazgeçilebilir gördüğü.

Son makalenizde Aziz Shehadeh ve Sabri Jiyris’i, Filistin ulusal hareketinin kendi içindeki bazı tartışmalar da dahil olmak üzere yarım yüzyıllık Filistin tarihi boyunca takip etmek için incelenen anıları kullanıyorsunuz. Yazı, kitabınızın başladığı yerde, Oslo dönemi ve Filistin siyasi liderliğinin Hamas ile Filistin Yönetimi arasında daha da parçalanmasıyla sona eriyor. Sizce önceki dönemin iç siyasi tartışmalarından bugün için ne gibi dersler çıkarılabilir?

Bu soru bugün Filistin siyasetinin merkezinde yer almaktadır. Yirminci yüzyılın ortalarında hakim olan Filistin’in antikolonyal devrim ve kurtuluş bilincinin yerini yenilgiye, yozlaşmaya ve liderlik arasındaki ilgisizliğe bıraktığını siyasi düzeyde yeterince hesaba kattığımızı sanmıyorum. Neredeyse herkes Oslo Anlaşmalarının ve daha genel olarak iki devletli model arayışındaki bölünme fikrinin İsrail apartheidını sürdürmek ve Filistinlilerin pasifize edilmesini sağlamak için tasarlandığını anlıyor. Geçtiğimiz on yıl boyunca, 7 Ekim ile sonuçlanan, İsrail’e bitmek bilmeyen görüşmeler zemininde yerleşim ve ilhak faaliyetlerini sürdürmesi için zaman kazandıran bitmek bilmez “barış süreci” söyleminden çıkıyoruz.

Bugün Filistinlilere düşen görev, devrimci mirasımıza nasıl sahip çıkabileceğimizi ve onu yirmi birinci yüzyıla nasıl taşıyabileceğimizi araştırmaktır. Ebeveynlerimizin ve büyükanne ve büyükbabalarımızın kuşaklarıyla ve onların düşüncelerini şekillendiren siyasi tartışmalarla samimi bir diyalog içinde olmalıyız. Onların verdiği dersler, bugün Filistin’de dekolonizasyonun neye benzediği ve Nakba’nın gölgesinde özgürlük, adalet ve kendi kaderimizi tayin etme mücadelemizi nasıl ilerleteceğimiz konusunda kendi çıkarımlarımıza ışık tutabilir.

Yeni makalenizde ilk kez anı kitaplarını inceliyorsunuz, bu da uzun süredir devam eden siyasi sorularınızdan bazılarına aile tarihi ve özel hayat perspektifinden yaklaşmak anlamına geliyor ve ne tesadüftür ki siz de bir anı kitabını yeni bitirdiniz. Son zamanlarda anı ve akademik tarih çalışmaları arasındaki ilişki üzerine nasıl düşünüyorsunuz?

Her zaman anı kitaplarının hevesli bir okuyucusu olmuşumdur. Özellikle Filistin geleneğinde, daha büyük ölçekli siyasi ve sosyal meselelere güçlü bir yakınlık kazandırırlar. Arşivlerimizin çoğu çalındığından, yok edildiğinden ve tartışmalara konu olduğundan, sözlü tarih -mücadeleye ilişkin anlatıların aileden aileye aktarılması- davamızı sürdürmek ve haklarımızda ısrar etmek için merkezi bir öneme sahip olmuştur. Benim için anılar, siyasi meselelerin bedenlerimize nasıl yerleştiğini ve hayatlarımızı nasıl şekillendirdiğini anlamak için çok önemli.

Kendi anılarımı yazmaya başladığımda kendimden şüphe duyuyordum: Hayatımda belgelemeyi hak edecek ilginç ya da özel bir şey olmadığını düşünüyordum. Yine de yazmak için bir dürtü hissettim ve bu çalışma sırasında bilincimi şekillendiren güçleri keşfederek aslında içinde büyüdüğüm dünyayı sorguladığımı fark ettim: queerlik, erkeklik, Filistin, nesiller arası direniş, şiddet ve yerinden edilme soruları. Anı kitabı benimle ilgili olmaktan çok bu daha geniş siyasi ve toplumsal gerilimlerle ilgili hale geldi. Yedi yıl önce bu kitabı yazmaya başladığımda, yirmi yıldan uzun süredir konuşmadığım bir çocukluk arkadaşıma aşk mektubu yazdığımı sanıyordum. Ancak bitirdiğimde, başlangıçta hayal ettiğimden çok daha politik bir kitap yazdığımı fark ettim.

Şu anda Cape Town’dasınız ve apartheid karşıtı aktivistlerle kendi dekolonizasyon deneyimleri hakkında yıllardır sürdürdüğünüz diyaloğu devam ettiriyorsunuz. Oradaki çalışmalarınızdan ve Güney Afrika deneyiminin Filistin için ne gibi dersler içerdiğini düşündüğünüzden biraz bahsedebilir misiniz?

Son birkaç yıldır Güney Afrika’da önemli miktarda zaman geçiriyorum. Şu anda, Mayibuye arşivlerine ev sahipliği yapan ve Siyah Bilinç Hareketi’nin entelektüel gelişiminde önemli bir yere sahip olan Western Cape Üniversitesi’nde araştırma görevlisiyim. 2019’daki ilk uzun ziyaretime kadar, yerleşimci sömürgecilik ve apartheid kavramlarıyla olan ilişkim büyük ölçüde akademikti ve Güney Afrika’nın pratikte beyaz yönetime nasıl meydan okuyabildiğini ve demokrasiye nasıl geçebildiğini anlamak istiyordum.

Asıl mesele Filistin’de Güney Afrika deneyimini taklit etmek değildi: Filistin kurtuluşunun aynı yolu izleyeceğini ya da izleyebileceğini düşünmüyorum. Bir hareketin, kendisinden daha fazla güce ve kaynağa sahip işgalci bir rejime karşı başarılı bir kurtuluş mücadelesi için gerekli yetenekleri nasıl geliştirdiğini anlamaktı. Gelişen jeopolitik koşullara nasıl tepki veriyor? Stratejik kararlarına ne yön veriyor? Filistinliler halk tabanını harekete geçirmeye odaklanmanın ötesine nasıl geçebilir ve siyasi güç geliştirmeye başlayabilir?

Demokrasiye geçişinden otuz yıl sonra Güney Afrika, ırksal eşitsizlik ve apartheid rejiminin ekonomik modelinin kökleşmesi gibi önemli zorluklarla karşı karşıyadır. Ancak 1994’te apartheid karşıtı hareket beyaz egemenliğini yıkma, tüm Güney Afrikalılar için demokratik yönetimi benimseyerek devleti dekolonize etme, yerleşimci/yerli ikiliğini bozma ve Siyah Bilinci, Pan Afrikacılık ve Afrika Ulusal Kongresi’nin ırkçılık karşıtı yaklaşımıyla ilişki kurma konusunda inanılmaz derecede başarılı oldu. Tüm bunlar Filistinliler için üzerinde düşünülmesi gereken önemli sorulardır.

Ve sadece Filistinliler değil. Örneğin en güçlü yerleşimci kolonisi olan ABD, bu soruları ele alma konusunda Güney Afrika’nın çok gerisinde kalmıştır. Kendi sömürgecilik ve kölelik mirasıyla ya da emperyalist bugünüyle yeterince yüzleşemedi. O halde Güney Afrika üzerine çalışmak hem Filistinliler hem de daha adil bir dünya düzeni için bugün özgür bir Filistin için çalışmanın ne anlama geldiğini düşünmenin bir yolu gibi görünüyordu.

İsrail’in Gazze’ye karşı yürüttüğü tarifsiz yıkıcı savaşın üzerinden on bir aydan fazla bir süre geçti. Sen geçenlerde bir makalende yazdın,  İsrail’in ateşkes görüşmelerindeki uzlaşmazlığı ve son dönemdeki bölgesel tırmanışları hakkında- sizce bu gidişatı tersine çevirmek ve bir anlaşmaya zorlamak için ne tür bir baskı gerekir?

Netanyahu hükümeti kalıcı bir ateşkesi kabul etmeye niyeti olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Soykırımın sona ermesi için ABD’nin İsrail’i silahlandırmayı ve kitlesel katliamlar yapmasına olanak sağlamayı bırakması gerekirdi ancak Biden yönetimi bunu yapmaya hiç niyetli görünmüyor. Müzakereler bu anlamda siyasi bir tiyatrodan ibarettir; her iki hükümet de ideolojik ve siyasi olarak Gazze’deki yaşamı ortadan kaldırmaya açıkça kararlıdır.

İsrail’de Netanyahu’ya savaşı sona erdirmesi için ciddi bir baskı var; bu baskı ülkenin yol açtığı soykırım şiddetinden duyulan pişmanlıktan kaynaklanmıyor, Çünkü İsrailli siyasetçiler, askeri ve güvenlik yetkilileri ve halkın önemli bir kesimi savaşın hedeflerine ulaşmadığını ya da İsrail’in çıkarlarını güvence altına almadığını kabul etmeye başladı. Bu durum ABD için de geçerli: Netanyahu’nun politikaları yüzünden ülke bölgede sonu gelmeyen bir savaşa daha dahil oluyor. Amerikalılar neden ülkelerinin kendi ulusal güvenliklerini tehdit eden bir savaşa sürüklenmesinden rahatsızlık duymuyor?

Eğer bir ateşkes anlaşmasına varma umudu varsa bu sorularla yüzleşilmelidir. Ve ölümlere son vermek sadece bir başlangıç. İsrailli liderler dünyanın en yüksek mahkemelerinde soykırımla suçlanmalıdır; uluslararası hukuk sistemimizin gelecekteki bütünlüğü İsrail’in cezasız kalmasına son verilmesine bağlıdır. Bu arada Filistinliler olarak zorlu sorularla karşı karşıyayız. Buradan nereye gideceğiz? Gazze yaşanmaz halde. Nakba’dan bu yana en büyük vahşeti yaşıyoruz. 7 Ekim’den bu yana, yetmiş altı yıl önceki o felaket sırasında kaybettiğimizden çok daha fazla insan kaybettik.

Geçtiğimiz yılın kolektif ve kişisel acısının yasını tutmamız nesiller sürecek. Ancak 6 Ekim’e geri dönülemeyeceği konusunda şimdiden netiz. Bu aşamada, apartheid devam ettiği sürece İsrailli Yahudiler için de hiçbir güvenliğin olmadığı açıkça görülmelidir. Belki de artık nehir ile deniz arasında özgürlük, adalet ve eşitliğin nasıl bir şey olduğunu konuşmaya başlayabiliriz.

/Çeviri: A.Halûk Ünal/

 

İlginizi Çekebilir

30 yıllık tutsak Şakir Akkurt’un tahliyesi 6 ay ertelendi
Aborjin Senatör’den İngiliz Kralı’na tepki: Burası senin toprağın değil

Öne Çıkanlar