Suna Arev: Altı delik bir torba…

Yazarlar

İşte gidiyordun, arkana bile dönüp bakmadan gidiyordun ve ayakkabıların parlak rugandı..Ayakkabıları yerdeki çamurlara basmamak için nasıl da direniyordu? Ahh; çamurdan  o ayakkabıların nasıl da utanıyordu…

Arkandan bir tas su döktüm, “Sevdiğim su gibi aziz olsun, sevdiğim su gibi tez elden bana dönsün, sevdiğim kalbimin yatağına çadırını kursun” diye…

Arkandan döktüğüm bir tas su, toprakta kesik bir iz bıraktı, en çok da dökülen iri gözyaşlarımın toprakta açtığı çukurlara benziyordu.

O su izi, işte tam da o zamanlar aramızda kesik bir iz bırakmıştı. Kesilmek nedir bilir misin? Alik, kesilmek, kesik kesik beklemek…

Ah o kesilmek ki, kol değil, bacak değil, baş hiç değil; o kesilmek ki sevdanın en derin içindedir.

Kaç yıl oldu? Bir yıl, iki yıl, üç yıl …İki beyaz sayfaya, mavi bir deniz gibi yayılmış mektupların geldi…Deniz uçsuz bucaksızdı…Ne geleceğim diyordun, ne de gelmeyeceğim. Çok gençtim çok, ah bugünkü aklım olsaydı şunu sormaz mıydım: “İnsan sevdasını, bir ağacı keser gibi keser mi?” Oysa kesmiştin, sana göre hava hoştu, hevesini bedenimi keserek almıştın…

Beklemek nedir bilir misin? Yabani incir kümesine sorsana!

Beklemek ve belirsizlik; ölüm bile, ahh ! Ne kolaydır bekleyene.

Bütün yaşıtlarım evlendi, bütün yaşıtlarım beşik salladı…Artık mektupların da gelmedi.

Devedikenleri arasında, evinizin çevresinde dolaşıyordum…bir haber, bir umut, bir teselli arıyordum. Gecenin bir yarısı, evinizin penceresinde sarı bir ışık yansa, içimin titremesine aldanıp sen gelmişsin sanırdım. Zaman ve beklemek sonra insanın tesellisinin düşmesi.

Taşlanıp uzaklaştırılan yaralı bir köpeği andırıyordum sonraları, ananın, babanın hatta kardeşlerinin bana bakışları bir taş olup yüreğimin tam da ortasına değiyordu…Ahh orası, işte tam orası nasıl da acıyordu.

İşte ilk beyaz saçlarım, artık kopararak kaybedemeyeceğim, çoğaldıkça bağıran, çoğaldıkça acıyan beyaz saçlarım…

 Vara yoka ailenin, benim anam babamla edilen kavgalarına ne demeli?

“Hem ben iyi biri olsaymışım Alik de beni alırmış ya…Alik benim gibi birini ne yapsınmış ki ? Alik, pamuk gibi bembeyaz kızlara layıkmış ya, ben kimmişim, kim oluyormuşum ki,kim…”

 Teselliler birer birer düştü yakamdan, teselliler anlımı yaran tuz damlalarıydı.

Seven adam Kâf Dağı’nın ardında  olsa gelirdi. Ben de Zümrüdü Anka olur gelirdim fakat sen hiç gelmedin…. Doyulmamış heveslerin vardı…

Altı delik torbanı aldın sırtına gittin, hiç dolmayacak o torbanla bir türlü  gelmedin.

Gelmedin gelmemesine de, kalbime bir ok gibi saplanan kara haberin geldi.

” Var git yuvanı kur, benden sana hayır gelmez, boşuna bekleme..!”

Bir gün dönecektin buralara, bir gün altı delik torbadan parlak yıldızları düşüre düşüre dönecektin. Bıraktığın acı, seni buraya, kaybolmayan incir kümesinin dibine kadar getirecekti.

Benim varıp kuracağım yuva kumru kuşlarının bahtınaydı. Bana göre sevmek, öyle varıp gitmekle, yuva kurmakla olmuyordu.

Baharda kengerler olurdu…Bıçağı köküne attığımızda beyaz bir süt gibi kanayan kengerler…Altı delik torbayı dolduramayan kengerler…Güzün, bir rüzgarla savrulan yersiz yurtsuz, rüzgarın sürüklediği, dağa taşa vurduğu kurumuş kengerler…

Kengerlere benziyordum işte, her güz savrulan kengerlere.

Bir gün gelecektin biliyorum, bir gün…Ve işte geldin!

Şimdi çıkar ayağındaki ruganları, çıkar da yurdum kirlenmesin!

Altı delik torbanı, bir ceviz ağacına as! Sallandıkça ormanda kızını bırakan babanın masal ağıdına benzesin.

Sallandıkça yüreğimi taşlara vuran, “kim öldürdü, ben öldürdüm” diyen Pepuk kuşları ötsün!

Bir kış günü, kurtların uluduğu bir zamanda babam çığ altında kaldı. Kara ocak başında, anamla yalnızdık artık. Ahh anam ! Ne çok gözyaşı akıttı bana. Ne çok dilek ağacına çaputlar bağladı. Babamdan sonra da yaşama isteğini kaybetti…

Bir sabah onu ocağın başında kurumuş bir değnek gibi buldum. Oturmuş öylece sönmüş alev külüne bakıyordu. Zamanlı zamansız, her can ölüyordu…

İnsan sevdiklerini gömünce, kimseye öfke beslememeyi öğrenirmiş. Sana da kızmıyorum, hatta acıyordum ya.

Sebep ki; altı delik bir torbanın sahibiydin. Ne koysan düşecek, ne toplasan yok olacaktı. Duygusuz ve sevgisiz bomboş bir torba, altında kocaman bir delik.

Ne koysan düşüp kaybolacak, kenger misali oradan oraya savrulacaktı.

İşte döndün, kesik dut ağacının başındasın. Ey vah ki, mezar taşları cansız, mezar taşları soğuk ve sessiz.

Geç kaldın çok geç, bir ahu göz bakışına, onun avuçlarından su içmeye, seni yürekten sevene çok geç kaldın.

Şimdi çıkar ayaklarından ruganları, çıkar ki yurdumu kirletmesin, sevgiyi kanatmasın.

Kesik dut kütüğü üstünde elleri koynunda başı omuzlarına düşmüş yaşlı bir adam yapayalnız oturuyordu.

Altı delik bir torba ceviz ağacına asılı. Tam da kenger zamanı…Alik ve Fatik masalını Pepuk kuşları anlatıyordu. Dik Sileman şahit, yatağını koruyan incir kümesi şahit.

 –Kim öldürdü , Kim öldürdü !

-Ben öldürdüm ,ben öldürdüm…

-Altı delik bir torba uğruna ben öldürdüm ben! diyor…

İlginizi Çekebilir

Temel Demirer: SADAT’lı Türk(iye) Realistesi İle Seçim(sizlik) Olasılığı
Çetin Çeko: Olası Ankara-Şam yakınlaşmasında Rojava Kürtleri kazanımlarını nasıl koruyabilir?

Öne Çıkanlar