Nurcan ve tüm kızkardeşler adına..
”Artık sevmiyorum seni; ama niyetim yok senden af dilemeye
Sevmiştim bir zamanlar; bunun için işte, bağışla beni (*)”
Gidenler vardı, gidecek olanlar, gidip de döneceklerler ve bir de hiçbir zaman dönmeyecekler, dönemeyecekler…
Gri bir kentti orası, sıcak ülkelere sınır tüm dehlizlerde Müslüm Gürses çalıyordu. Hayat diyorlardı balkonlarına, öğretilmiş düşmanları öteki’lerdi; yani Kürtler, yani Aleviler, yani Ermeniler…
İşte bu gri kentte aynı coğrafyanın aynı dilini konuşan iki insanı buluşmuştu .Belki kimsesizlik, belki sevgisizlik içinde geçen çocuklukları, belki çıkarsız , art niyetsiz sevgi arayışı onları birbirine yaklaştırmış; bu cehennem yerinde yüreklerinde karşılıklı sevgi yeşertmişlerdi…
Adam sevmişti kadını, ya da kadın o zamanlar inanmıştı adama… ”Sevmek” diyordu adam; ”siyah saçlarına tutturduğun bir tokanın koynumdaki kokusudur, yüzüne düşen kirpik gölgesi, hüzünlü gözlerinden küçücük ağzına düşen tatlı bir tebessümdür…”
Ey aşk ,ey sen ne yücesin al, canımı seninim işte…
Adam diyordu ki; ”Ey sen ülkem kadar esmer, ey sen ülkem kadar bereketli ve ey sen ülkem kadar güzel olan…Ne var ki ülkem kadar yaralısın, işte o yaraya ben merhem olmaya geldim. Yüreğim elimde, çıkarsız çırılçıplak… Ey sen kapıları kapatan şu garip yüreğe bakmaz mısın? Yalansız, çıkarsız katıksız , malsız ve de mülksüz; sadece aşk işte..:”
Adam diyordu ki, ”Öteki’yiz biz, yalnız, yapayalnız , tek servetimiz aşk, tut elimi gör beni.Tut da gör! Aşk adına göğsümü gere gere bağırdığım, o sonsuz çığlığı, hey gidi zalim duymaz mısın?”
Gri kentin duvarları duyar da kadın duymaz mı? Adamın çırılçıplak çığlığı ılık bir kan gibi taşıyan aşk, yavaş yavaş yürüdü yüreğine kadının…
Kadın aldı sevdayı bir parça ekmeği öpüp başına koyar gibi… ekmek ki aşk kadar kutsaldı…
Sevgisiz büyümüş çocuklardı onlar…Onlar ki yaralı ülkeleri kadar talan edilmiş ömürlerden geliyorlardı…İki gönül bir olur da, samanlık seyran olmaz mıydı? Ellerinin rengi bile aynı olan bu iki genç kondular aynı kalbe…çıkarsız, yalansız ve mülkiyetsiz bir yuva kurdular…
Ey hayat ne zorsun sen, fakat bundan onlara ne? Zira o yüce, o herkese nasip olmaz aşk vardı artık..İki buğday tenli el tutundu birbirine, göçtü İstanbul’a…Aşk bir de deniz gördü orada, kıyıda çekilmiş bir resim kaldı iki masum yürekte… iki uçacak kuş gibi tedirgin bir o kadar da duru…
Güzelliği ve aşkı kollamak adına, kimselere bel bağlamadan çalışmak üretmek gerekiyordu. Ne güzeldi alın tuzuna banmış ekmeğin o eşsiz tadı.
Kimseler üşümesin diye çorap sattılar, koca köyler vardı orada, yerlileri süpürülmüş sürgünlerle umut adına gelmiş yeni sürgünler vardı. Hayat güzeldi aşk vardı, zorluklar neydi ki? Sevmek iki eli birleştirip üretmekte başlamalıydı. İşte Kadıköy, Bakırköy, Arnavutköy…Hep çorap sattılar her renkten çoraplar kimse üşümesin, herkes ısınsın diye aşkla çorap sattılar…
Hayat zor, yaşam bedel isterdi ve aşka ekmek de gerekliydi. Para büyüklerin aşk küçüklerindi…Ey aşk ne güzeldi, yokluğa katık…Aşk ki yenemeyeceği ne vardı? Aynı ülkenin sınırları içinde başka bir ülke gibiydi İstanbul. Gri kent kadar sıcak, gri kent kadar ekmeğine de cömert değildi…
Düzen, alın teriyle geçinene hiç de mert değildi. Bu metropol kentinde iki sınıf vardı; en üsttekiler ve onların ayakları altında ezilen en alttakiler..
Günlerden bir gün ateş çemberi de daralıyordu, hiç akıllarında olmayan bir şey oluştu; Avrupa; Avrupa yolları göründü onlara da…Çorap tezgahlarını bıraktılar ötekilerin en yoksuluna…İki esmer el kenetlendi birbirine ve düştü Avrupa yollarına…Yeniden, yeniden başlayacak , zorluklara yine aşkla cevap vereceklerdi.
Seviyordu kadın, seviyordu adam, yürek diyordu kadın, güneşim diyordu adam… Yağmur ülkesine gideceklerdi; kadın, al diyordu senin işte ruhum ama gözlerimi de al , o da senin işte al!!
Ve gittiler; elveda yoksulluk, yaşasın aşk diyerek gittiler…
Nice zorluklarla geldiler, cennet diye anlatılan bu topraklara. Yeni doğmuş bir bebek gibi, her şeye yeniden başlayacak, her şeyi yeniden aşkla yaratacaklardı. Söz iyi günde kötü günde aşkla beraber olmaktı…
Şanslı da sayılırlardı zira onlardan önce gelenler de vardı. İlkin çalışıp borçlarını ödeyeceklerdi. Sonrası, ‘samanlık seyran’ değil miydi?
Başlarını sokacak bir çatı, beraber bölüşecekleri bir parça ekmek nelerine yetmezdi..
Onlar ki toprak ananın bağrından kopmuş, genç üretken ve çalışkanlardı. İlkeleri ki kimsenin emeğine dokunmadan şu kısacık hayatta mutlu olabilmekti işte; hepsi bu kadardı.
Ne iş olursa yaptılar… kâh elleri parçalandı, kâh ayakları kanadı ama ne önemi vardı bütün bunların çünkü, emekle bütünleşen aşk kutsaldı. Ancak çoğaldıkça para zaman da vicdansızlaşıyor, adamdaki aşk duygusunu ezip geçiyordu…kadının aşkı ise yele savrulmuş harman yığını gibiydi…
Parayı Lidyalı keşfettikten sonradır ki değişmiş düzen, kimilerine göre elinin tersiyle ittiği, kimilerine göre de elinin içine topladığı, kimine sıcak, kimine soğuk , kimine ezeceği güç, kimine yaşamını feda ettiği ölümdü para…
Para adama sıcak, kadına soğuk geliyordu… Zira para aşk bendini yıkmış bir sel gibi o kutsalı boğuyordu… Ey vah ki kadın yüzme de bilmiyordu. Sular yükseliyor, kadın okyanusun en derinine itiliyordu…
” Kötülük dedi simyacı, insanın ağzından giren şeyde değildir, oradan çıkandadır…”
Para, ağızdan sürekli dökülen kötülüktü artık ve aşkı öldürüyordu…
Yürek yasası da güçten yanaydı, aşk can çekişiyordu ve aşk meftasına yalnızca kadın ağlıyordu.
Gri kent, o tozlu sınır kent, o aşkın doğum yeri ne kadar da güzeldi. Dönmeyi önerdi kadın, sustu adam. Susmanın ne kadar can yaktığını öğrendi böylece. Susmak tatlı bir hazza dönüştü adamda, susmak ki kadını öldürüyordu.
Adam sustu, ölüm gibi sustu adam. Paylaşılmayan her şey tükeniyor, tükeniş adama zevk , kadına ölüm veriyordu.
Aylar yılları, yıllar aşkı tüketiyordu.. Gri kent eski bir anıydı artık. Hırsa ve egoya yenilmiş bir anı. Eski bir harabe…
Sonra sular yavaş yavaş çekildi, kıyı boyu serilmiş ölüler yatıyordu kadının ışığı sönmüş gözlerinde… Toplayamayacağı kayıplar mezarlığı. İşte tam da buraya; şimdi ücrete düşmüş aşkını gömüp gidecekti..
Ağzında Yevgeni Yevtuşenko’nun “artık sevmiyorum seni” şiiriyle..
“Bana rahmet yerden yağar ” diyen paramparça kadın; organlarını topladı bohçasına… ışığı sönmüş gözlerini de aldı yanına ve gri kentin terk edilmiş sokaklarına geri döndü.
Ve adama dedi ki;
Sevmiştim seni bir zamanlar, işte bunun için affet beni.
—
(*) Yevgeni Yevtuşenko