Suna Arev: Huzurevi ve son istasyon

Yazarlar

Burası üç yıl öncesine kadar, dolgun başaklarını tüm ağırbaşlılığıyla toprağın cömertliğine eğen bir buğday tarlasıymış. Yaklaşık beş dönümüne kare şeklinde, dört katlı bir huzurevi inşa edilmiş. Yaşadığım kente on beş kilometre uzaklıktaki bu dikdörtken yapı, kollarıyla bir tek kendini; içindeki yaşlılar gibi bir tek kendini, sımsıkı kucaklamış gibi, kasabanın dışında ıssız ve yapayalnız.

Yapı aynı zamanda kasabanın eski ve yosun tutmuş duvarlarından koparılmış göbek bağına benziyor.

Büyük gösterişli camdan giriş kapısı, uzun bir koridora açılıyor. Hemen karşıda işçilerin kart basma kutusu, kutunun hemen yanında açılan bir cam çerçeve var. Cam çerçeve içinde çok sık değiştirilen, büyük harflerle yazılmış, ölen yaşlının adı, soyadı, doğum ve ölüm tarihi.

En altta.”SENİ ASLA UNUTMAYACAĞIZ” cümlesi…

Bu cümleyle verilen söz ne yazık ki başka bir isme kadar geçerli oluyor. Her şey, herkes burada çabuk unutuluyor.

Koridor boyunca muhasebe odası, birinci ve ikinci şef odası, başvuru ve sağlık odalarından oluşuyor.

Daha içerilerde sadece şifre ile girilen bir bölüm var ki burası yirmi beş odadan oluşan sıfır bölümüdür ve burada sadece Alzheimer hastası yaşlılar kalıyor. Sonra büyük asansörüyle dördüncü kata kadar aynı planla inşa edilmiş. 

Ortak yemek odası ve tek kişilik yirmi beş oda…Her oda içinde tuvalet ve yaşlılara özel yıkanma banyoları bulunuyor. Birbirine yapışık karşı binada ise hala kendilerini idare edebilen, öğlen yemeklerini yürüyerek gelip yiyebilen, sonra tek kişilik odalarına çekilen yaşlılar kalıyor.

Huzurevinin taş döşemeli geniş bir bahçesi var. Dört bir kenarı dikenli pembe güllerle donanmış. Hemen, hemen her gün gelen bir de cenaze arabası var. Upuzun, camları perdeli.

Bir çoğunun hemen, hemen hiç ziyaretçisi yok gibidir. Çoğu da kısa bir törenin ardından sadece ölülerini almaya gelir. Burada ölenlerin ardından hemen odaları, iki görevli tarafından boşaltılır, beraber getirdikleri son anıları, kitapları ve bazen kırılmış çerçeveli fotoğraflarıyla avlunun bir köşesinde yağmur ve kara direnerek çöp gününe kadar bekler, çöp kamyonlarına yüklenip gider ve sahipleri gibi onlar da unutulurlar.

Burası devletten bağımsız, özel bir huzurevi. Çoğu işçiler kadın ve Polanyalı. Sendikasız ve işyeri temsilcisiz, gece ve gündüz çift vardiya çalışıyorlar…

En alt giriş bölümünde, büyük bir mutfak var, üç aşçısı ve sekiz personeliyle, günlük taze yemek ve pastaları burada pişiriyoruz. Ben ve Lisa dışında hepsi erkek işçiler. Lisa üç oğluyla yalnız başına bu kasabada oturuyor. Akşamları bir kafenin ek iş olarak da temizliğini yapıyor. Lisa üçüncü aşçı..

İkinci aşçı Manfred, yaşlı kendi halinde mütevazi biri. Birinci aşçı Simon, üç mutfağa da hakim. Alman, Yunan ve İtalyan mutfağı diplomaları bürosundaki duvarı süslüyor. Simon benim yaşadığım şehirde kalıyor, her sabah onu yolumun üzerindeki bir duraktan alıyorum. Simon ehliyetini kaybetmiş. On beş yıl olmuş yenisini alamıyor. Bazıları esrar diyor, bazıları içki, altı yıl oldu hiç sormadım.

Simon beter cimri, beter egoist, kendisinden en az on yaş büyük Manfred’e bile bazen öyle bağırıyor ki Manfred ona sadece sessiz, acıyarak bakıyor. 

Huzurevi şefi bir kadın altmış yaşlarında ama genç bir kız gibi, bakımlı her öğlen yemek kontrolü için mutfağa gelip bütün mönünün tadına bakıyor. Simon iki eli göbeğinde şefin ağzına bakıyor. Şef beğenince de, eline şeker tutturulmuş çocuk gibi seviniyor. 

Oysa bütün yük bizim omuzlarımızda o sadece tarif ediyor.

Simon’un yeni başlayan şeker hastalığı var, son zamanlarda epeyce zayıflamış. Beş odalı, babadan kalma bir de evi var. Üst katta kızkardeşi, en alt katta seksen yaşında annesi oturuyor. Ama Simon kendine ait olan katı kiraya vermiş, oldukça eski, kötü bir çatı katında kalıyor.

Bütün yiyeceğini buradan artakalan yemeklerden sağlıyor. Simon, çok sigara içiyor ve çok öksürüyor. Simon, uzun boylu, masmavi, iri ama içi hep kırmızı gözleri var. Çirkin sayılmaz, yakışıklı da…

Anna dört kadınla birlikte kafe bölümünde çalışıyor, o da benim oturduğum kentten buraya işe geliyor. Bizden sonra iş alıyor. Anna kısa boylu, elli yaşlarında şirin mi, şirin bir kadın. Bir yurtta büyümüş, kimsesiz…

Simon onu buraya işçi olarak aldırmış. Anna öyle iyi, öyle art niyetsiz, öyle yardımsever, öyle duygusal ki o kadar olur. 

Anna’nın bütün bu içtenliği kadar büyük bir de derdi var. Simon’a kara sevdalı, o kadar da kör aşık. Simon öl dese ölecek, her sigara molasında, Simon’un dizlerinin yanında oturur, acılı gözleriyle ondan aşk dilenir. Bazen yapmacık bir kedi gibi sırnaşır, bazen de belki hiç görmediği babası gibi elleriyle onun yüzünü okşar.

Simon, gülümser sadece…Gülümser.

Simon Anna’yı sevmiyor…O aslında kimseyi sevmiyor. Simon’un başka, çok başka bir arkadaşı var, onun adı Ronald…İnce, uzun dal gibi bir genç. Otuzunda ya var, ya da yok. Omuzlarına dökülmüş, gür ve sapsarı saçları var. O da oturduğumuz kentte kalıyor. Beyaz Rus ailesi evlatlıktan resmi olarak reddetmiş. Çekingen, ürkek, dost ve sıcak bakışları var, sesini duymazsak model bir kız gibi…Simon onu bu yemekhanenin artıklarıyla besliyor.

Anna izinli olduğu zaman da bir motorrad ile kafe bölümüne uğruyor…Anna, Simon’un kurbanı. Simon bir sünger gibi Anna’nın tüm kanını çekiyor, onu cansız, enerjisiz , kırık dökük bir biçimde savaşın tam ortasında bırakıyor.

Simon, çok açık bir NARSİST.

Lisa, işinde usta, eli çabuk ve temiz. Yeni açılacak şubeye şef olarak atanacak; öyle seviniyor ki… Ama Simon’un bir dudağı yerde, bir dudağı gökte. Çünkü kimse Simon’u geçemez!!!. Huzurevinin şefi Lisa’ya takmış…

Ve bir gün öyle bir şey oldu ki Lisa gitti…

Huzurevinin avlusuna her perşembe bir kamyon dolusu yiyecek gelir. Kahvaltılık, meyve, sebze ve kuru baklagillere kadar her şey.  Malları hiç kontrol etmeyen Simon birden bire hafiye kesildi. Ben ve Manfred birbirimize bakıp gülümsüyoruz. 

Lisa bir mola arası birinci kattaki giyinme odasına gitti. Burada hepimize ait anahtarlı dolaplar, duş ve tuvalet var. Simon soğuk hava deposuna bir koşu gidip geldi… Lisa henüz birinci kattaydı. Ben ve Manfred hiç bir şey anlamadık. Manfred bana bakıp başını sallıyor ve babacan babacan gülümsüyor.

O gün işimizi bitirdik, herkes giyinip aşağı indi. Simon beni oyalıyor. Manfred, Lisa ve diğerleri de indi..Simon şefin bizimle konuşacağını söylüyor. 

Sonra şef geldi. Dedi ki, ‘’hepinizden özür diliyorum ama aranızda bir hırsız var ve ben onun kim olduğunu biliyorum…’’ Lisa titredi ve yanan bir soba gibi kızardı. Sonra şef Lisa’nın karşısına geldi ve çantanı aç dedi. Bütün personel oradaydı..

Lisa’nın çantasında peynir, salam ambalajlı paketler vardı…

Ben uzun süre böyle utanıp titreyen birini daha hiç görmedim…

Lisa o günden sonra bir daha işe gelmedi.

Ertesi gün Simon’u duraktan alınca hiç konuşmadık…Simon’da bir zafer havası vardı …

İyi bir referansla ben de işten ayrıldım… Simon bana nasıl yalvarıyor; onu altı yıl boyunca ben ve Anna bu işe bedava taşıyorduk…Dönüşleri torba, torba paketlerle hep Anna’ileydi ve bunu herkes biliyordu..

Sonra Manfred ayrıldı işten. Zaten emekliydi. Ben işten ayrılınca bir baba gibi sarıldı ve dedi ki, ‘’Yolun açık olsun…’’

Lisa , bir hafta yataklara düştü, zaten zayıf olan bedeni eriyip döküldü. Sonra havaalanında bir iş buldu. Ben, bir Türk firmasında dört ay kadar çalıştım ama emeğimin karşılığını hemen hemen hiç alamadım. Sonra elimdeki referansla belediyenin bir iş koluna başvurdum, kabul oldu..

Üç yıl oldu… Anna, Lisa ve Manfred’le telefonda görüşüyorum…Lisa, Müslüman bir Faslı ile evlendi. Mutlu olduğunu söylüyor… Anna’nın tek derdi Simon’un ilgisi..

SİMON’UN ÖLÜMÜ

Pandemi günleri. Yeni bir yıl geliyor. Sokaklar ve evlerin pencereleri ışıklandırılmış; her yer ışıkla umut arar gibi aydınlık.

Bir akşam Lisa’dan şu notu alıyorum; “Simon ölmüş…”

Altta elleri duaya kalkmış bir emoji.

Lisa’yı arıyorum ..

Diyor ki, ‘’Son zamanlarda şekeri hep yükseliyormuş ve bu da yüksek tansiyona neden oluyormuş, iki gün işe gitmemiş ,telefonlara da cevap vermiyormuş, sonra kız kardeşi yedek añahtarıyla evine gidip kapıyı açınca, mutfakta boylu boyunca yüzü koyun, kardeşinin ölü bedeniyle karşılaşmış…’’

Simon öldü…57 yaşındaydı…Öyle fakir öldü ki, öyle fakir o kadar olur.

Anna; ahh Anna, öyle temiz yüreğin var ki sen aslında bir cevhersin.

Ben o cenaze törenine geleceğim kız kardeş, elini tutacağım. Elimde Anka Kuşu işlemeli bir mendil var, ben bu mendille sıcak gözyaşlarını sileceğim…

 

 

İlginizi Çekebilir

Halil Dalkılıç: Bo ‘yekîtiyê’ çav ê li ser Başûr bin…
Figen’in (Yüksekdağ) Dizeleriyle Şiir Üstüne

Öne Çıkanlar