Suna Arev: Kocaman, sessiz ve manidar bir mezarlık hikayesi

Yazarlar

11 Eylül’de saatler 23:55’i gösterdiğinde Darmstadt kentinin kilise çanları acı acı çalar.  Kiliselerin çanları kentin en karanlık günlerinden kalma en önemli anın hatırlanması, yaşananların unutulmaması ve savaşın yıkımlarının gelecek kuşaklara anlatılması için çalınır.

11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gecede Darmstadt semalarında uçan yüzlerce İngiliz savaş uçağının asıl hedefleri Rohm, Haas ve Merck gibi kimyasal madde üreten fabrikaları bombalamaktı. Ancak yaklaşık 300 İngiliz bombardıman uçağı kentin üzerinden düz bir çizgiyle ilerlemek yerine , yerleşim yerlerini çapraz bombalamaya ve yangın ateşlerine tuttu. 

Kentin Ortaçağ’dan kalma bütün ahşap evleri tutuştu. Yangın kent merkezi ve çevresinden başlayarak bütün mahalleleri sardı ve yangına müdahale şansı olmadı.O dönem 120 bin nüfuslu Darmstadt kenti sakinlerinden 12 bin kişi de yanarak can verdi. Yangından geriye 60 bin de evsiz insan kaldı. 

Haas , Rohm gibi kimya fabrikaları ise hiç hasara uğramadı.  Merck’in ise sadece bir bölümü hasar gördü .Öldürülenlerin çoğu savaş esirleri, fabrikanın yabancı işçileri, kadınlar ve çocuklardı. Darmstadt yangını tarihe ağır ve acımasız bombalama örneği olarak geçti. Bombardıman ve yangınlardan geriye ağır bir yıkım kalmıştı. Bu kent savaşta en çok yıkıma uğrayan kent olarak kaldı. Bu nedenledir ki bir dönemler Hessen Eyaletine başkentlik yapmış bu bilim kentinin her sokağı, her bulvarı ve evleri ” Bir hatırla, bir düşün” anılarıyla doludur.

Her yıl 11 Eylül – 12 Eylül günlerinde bu kentte bir dizi etkinlikler düzenlenir . Yıkımın ve savaşın yarattığı facia resimleri sergilenir. Dünyayı sevgi ve barışın egemenliğinin kurtaracağı konferansları verilir…

18 Eylül Cumartesi günü savaş karşıtı bir grup kadın aktivistin düzenlediği, ’’Ölülere Saygı’’ gününe davet edildim. Etkinlik 1 ve 2. dünya savaşlarında yaşama hakları ellerinden alınmış  olanların Orman Mezarlığın’daki mezar taşlarına adları kazınan binlerce insan içindi…

Etkinliğe yaklaşık 20 kişi katılmıştı. Çoğunluğunu Almanların oluşturduğu bu gruptan farklı uluslardan kadınlar da vardı. Afrikalı , Balkan,  Ortadoğu ve Latin Amerikalı kadınlar..

Rehberimiz bir Brezilyalı…Ufak tefek, ulusal giysiler içinde, sırtında bir kazma ve kazmanın sapına bağlı bir çıkın, çıkının içinde taşlaşmış egzotik meyve kuruları var. Ölümle alay eder gibi dans ediyormuşcasına önümüzde yürüyor ve bize mezarlık binasını tanıtıyor.

Darmstadt kentinin batı eteklerine kurulmuş 33 hektar ve yaklaşık 650 metre uzunluğundaki bu mezarlık 1914 yılında; 1.Dünya Savaşı başlangıcında kurulmuştur ve mimarisi at nalı şeklindedir. Orman Mezarlığı’na giriş de çarpıcı bir mimari ile karakterize edilmiştir.

Ağır kapaklı taç kapı ve yarım daire biçimli revakların yanı sıra doğu ve batı yarı cephesinde simetrik olarak tasarlanmış , kubbeli ikiz yapı ile aynı konut binası göze çarpıyor. Bu yarı sarmal dor sistemi kolonların arka kısmında 945 çömlekleri depolamak için bir columbarium duvarı bulunmaktadır. ( Yakılmış ölülerin külleri.)

Ön avluda mezarlıkların ortasında iki yanında aynı sütunlarla çevrili iki çeşme akıyor. Bu mezarlığın en ilginç özelliği 1.Dünya Savaşı’nda kentte bulunan 6 mezarlıktan sonra ölülerini gömecek yer olmamasından kaynaklanıyor. Orman Mezarlığı ölülerin çok, gömülecek yerin az olması nedeniyle burada inşa ediliyor.

Buna 2.Dünya Savaşı da eklenince 33 hektarlık bu alan çömlekteki küllere bile yeterli görülmeyecek izlenimi veriyor. 

 

Kubbeli bu sarmal yapıda ilerlerken ,okul öğrencilerinin boyadıkları duvar resimleri ve yazıları ile karşılaşıyoruz. Çocukların ölen yakınları ya da arkadaşları için boyadıkları hüzün resimleri..Sonra tabutlara yerleştirilmiş son yolculuklarında epeyce süslenmiş ölü fotoğrafları …Sarmal yoldan tüm duvarlara işlenmiş fotoğraflar arasında bir masa üzerine konulmuş cam kavanozda su içinde yüzen bir insan kalbiyle karşılaşıyoruz. Bundan sonradır ki ses bokslarına yüklenen kalp atışları hafif bir kilise ilahisiyle gezinin sonuna kadar tanrısal bir hava ile bize eşlik ediyor.

Sarmal yapının iç duvarlarında küçücük odalar loş ışıklarla aydınlatılmış. Her oda farklı bir yaşamı ve ölüm anını anlatır nitelikte. Bu yapıdan alt kata ilerlerken şeffaf üç masa üzerinde üç büyük dinin simgesi kitaplar var ,Tevrat, İncil, Kúran ve hemen yanı başında gözleri dünyaya kapalı bir Buda heykeli. 

Herkes kendi inancına yönelip dualar ediyor, işte burada farkediyorum ki aramızda Budist hariç her inançtan kişiler var. Bu inançlar binlerce yıldır güncelliğini koruyor ve hala çok etkili..İncil’in başında sürekli haç çıkaran bir kadın son vedasını ediyor. Genç ve öyle zayıf ki boynunun sol yanında bir çocuk kafasını andıran ,omuzlarına düşmüş koca bir ur taşıyor. Ürkütücü… Kadınla göz göze gelirken bakışlarımı boynuna kaydırmamaya özen gösteriyorum. Gözleri boynundaki ölüm buyruğuna asılı gibi.

Alt kata iniyoruz. Brezilyalı rehberimiz ateşin etrafında dans eden bir Kızılderili gibi ilerliyor. Altta üç ahşap tabut var, isteğe göre kişiler bunun içine uzanıp üç dakika ölümü düşünüyor…Sonra yazılar ,kayıplar , isimler, şekiller bütün duvarlara işlenmiş zamanı ve sevdiklerini geri çağırma nidaları ile boşlukta salınan bir harita gibi. 

Yazılanlar arasında en çok Anne (Mama) sözcüğü göze çarpıyor…

Son olarak büyük ve yuvarlak bir salonda yerlere saçılmış minderlere oturuyoruz. İsteğe bağlı olarak kişilerden buradan edindiği duyguları soruluyor. Sonuç; ‘Dünyanın malı dünyada kalır…’

Salonun ortasında yerde bir kutu içerisinde beyaz çakıl taşları var. Herkes bir çakıl taşı alıyor ve kaybettiği bir sevdiğinin ismini yazıyor. Ben abimi yazıyorum; üç harfli ömrü kadar az üç harf… Çakıl taşlarını rafları dolduran ölülerin isimlerinin yanına bırakıyoruz.

Kızılderili dansı,  kulaklarımıza tırmanan kalp atışları ve hafif kilise müziğinin rehberliğinde gezimiz son buluyor. Mezarlık binasının hemen yanında bir kafe var. Burada herkesin bir dilim pasta ve bir kahve içme hakkı var .Organize eden grup tarafından ayarlanmış…

Biz de eski bir gelenektir;  taa Sümerlerden kalma, ölüyü toprağa gömdükten üç gün sonra mezarın başında yemekler , içecekler ve meyve dağıtılır . Biz bunları annemden kalan bir gelenek gibi hiç yemezdik. Bize ağır ve acı gelirdi. Ne garip ki burada da aynı duyguyu yaşadım ve yiyemedim. Hemen karşıda Krematoryum var.( ölülerin yakıldığı yer).

İnsana Nazilerin yaptığı insan yakma fırınlarını hatırlatıyor. İnsanın bu durum karşısında içtiği bir damla suda bile ağzının tadı değişiyor…Sanki havada ölü kokusu var… Ağır ve isli bir koku, bütün ormanlık alana yayılmış.

Gezi yeni tanışma ve vedalaşma ile sona eriyor. Daha çok tanrıya yakınlaşma ve günah çıkarmaya benzeyen bu gezi içime sinmiyor.

Ertesi gün 33 hektarlık bu mezarlığın ölülerin gömüldüğü arka yakasını bisikletle yalnız dolaşmaya karar veriyorum.

Büyük taç kapısıyla  açılan ölüler evi, büyük bir kent görünümünde . İç duvarlarda kolonların arka kısmında 945 küçücük kutu içinde çömlekler duruyor. Bazı çömleklerde tüm aile bireylerinin külleri bir arada iç içe karışmış. Belirli bir zaman süresince satın alınan bu kutuların süresi dolunca dış kapak ve isimleriyle sökülmüş boş, kimsesiz yapayalnız duruyor. Ve yeni kül sahiplerini bekliyor. İsim, soyisim doğum ve ölüm tarihleri. Duvarın önünde yanmış mum ve solmuş çiçek demeçleri arasında kısa notlar da var.

” Seni unutmadık Anne” ,” Sevgili dede ,rahat uyu…” Bir taş kalbe iliştirilmiş yazıda “Hala seni seviyorum , Jack ve bekliyorum” diye yazıyor. Bir başkası ise ” Bu güller kadınından ve hala buradayım…” diye sesleniyor.

Mezarlık yalancı bir cenneti andırıyor, düzenli, güllerle, sıralı selvilerle donanmış. Belirli aralıklarla yapay çeşmeleri var ve çiçek sulama bidonları asılı. Gülsüz mezar yok gibi ve bazı aile anıt mezarları küçük gösterişli evleri andırıyor.

Yol boyu mezarlar parsel ve numara sistemiyle kolay bulunuyor. Amacım 11 Eylül İngiliz bombardımanında 12 bin 300  kişinin yanarak öldüğü ve toplu olarak gömüldüğü alanına ulaşmak.  Alanın girişinde büyük bir levha asılı üzerinde “1914 , 1944/ 1945 kurbanları” yazıyor. Alan bir döner kavşak olarak tasarlanmış ,alt galerinin duvarlarından bronz levhalarıyla ölenlerin isimleri yazılmış. Savaş mezarlığı 1950’nin başında inşa edilmiş. Bu alanın kavşağında doğu ucunda büyük beyaza boyanmış bir haç bulunmakta ve üzerinde şöyle yazılmış:” Bizim tarafımızdan unutulmayacaksınız”

Bu anıtın hemen önünde bir zamanlar Schwarzbeck’in kurbanlar figürleri grubu da varmış. Yerde yatan üç bronz kabartmadan oluşan üç  kabartma , uyuyan bir ailenin simgesi; anne ,baba ve çocuktan oluşuyormuş. Fakat 2017’de bu kabartmalar çalınmış.Yeniden yapma tasarıları var…

Duvarlardaki bronz levhalara 4 bin kurbanın isimleri kazılmış. Diğer 8 bin 300 isime artık ulaşılamıyor. Ana yolun batı tarafında afetler için hazırlanmış boş bir mezarlık alanı var sanki yeni bir savaş yangınını çağırır gibi. Kavşağın üç döner bölümü 2.Dünya Savaşı kurbanlarının isimleriyle doluyken üst giriş kısmı 1. Dünya Savaşı’ndaki kurbanların isimlerine ayrılmış. Kavşağın ortasında beyaz güllerle donatılmış bir çelenk 11 Eylül anmasından kalmış hala sıcak duruyor.

Yol boyu Müslüman mezarlığına da uğruyorum. İlk göçmen mezarı 1997 tarihine ait ve artık burada kalıcılar ve yurtlarına gidemeyecekler duygusu ağır basıyor. Baş uçlarında dikili mermer taşlarda isim, soyisim ve bazen de geldikleri yurt isimleri yazılı ve bazıları çok genç ölüler…

Burada sonsuz bir hasret garip bir özlemin yolculuğu göçün getirip gömdüğü acı hatıralar yumağı var.

Mezarlıklar yazık ki burada da ayrı Hristiyan Mezarlığı, Yahudi Mezarlığı, Müslüman Mezarlığı…Öldükten sonra bile birbirine karışmayan toprak.

Ülkemde ise ölülerin çıkarıldığı, mezarlarını tahrip edilip kırıldığı, kemiklerin savrulup atıldığı, mezarlıklar gerçeği var…

Derler ki  dünyada yangın hiç söndürülmedi ve öksüz çocuklar hala annelerini arıyor…

İlginizi Çekebilir

Hakan Tahmaz: HDP’nin deklarasyonu, yeni bir yol arayışı
Uğur Güney Subaşı: Bölücü Elbise!

Öne Çıkanlar