Suna Arev: Tahta bavullardan tahta tabutlara-2

Yazarlar

Sirkeci Garı’nda kara trenlere takım elbiseli, kravatlı, kolalı gömlekli “hammaddeler” kitleler halinde biniyordu…Sağlamdı hepsi de. En fazlası 30-35 yaşlarındaydı. Çoğu kırsal kesimdendi ve okur yazar bile değildi.

Doğrusu, Alman doktorlar çok titizdi. İşçi adaylarını çırılçıplak soyundurmuş, dişlerinden ayalarına kadar tepeden tırnağa kontrol etmişlerdi…Türk hükumeti, diğer  ülkelerin yaptığı gibi yapmamış, “sağlam gönderiyoruz, sağlam istiyoruz” anlaşmasını bile onaylamamıştı.

Gideceklerdi ; Anadolu tarihin en büyük işçi göçünü, süreç içerisinde milyonlarla tamamlayacaktı…

Sirkeci Garı ‘nın dili var mıydı? Ya da yüreği? “Hammaddelerin” çırılçıplak ve tahta bavul ellerinde bir anıtlarını dikecek taşları da mı yoktu? Umutları, hayalleri, belki de bitecek yoksullukları, hepsi ama hepsi o tahta bavullara sığmıştı işte….Etleri Alman burjuvazisine, kemikleri Türk Hükumetine aitti…Gidiyorlardı…

Tren, Anadolu’ ya sırtını dönmüş ilerliyordu. Hemen hemen hepsi ilk defa, kırsal alandan çıkmış , ilk kez bir şehir görmüşlerdi….şaşkın, garip ve heyecanlıydılar…

Balkanlar’dan geçiyorlardı. Tarihe karışmış imparatorlukları bir zamanlar buraları at nallarıyla titretmişti.
Bunu biliyorlar mıydı? Elbetteki hayır…

Gittiler; üç gün, üç gece, yorulmuş, banyo yapmamışlardı ve daha şimdiden hasret türküleri söylüyorlardı.

Avusturya’da Alp sıra dağları görünüyordu. Kimisi için orası Ağrı Dağı’nın bir benzeriydi, kimisine Toroslar kadar yakındı… Belki de geride kalmış Allahu Ekber dağlarına benziyordu, kim bilir..?

Güneşli güzel bir coğrafyadan gelen göçmen işçileri sisli ve kasvetli bir Avrupa havası karşılıyordu. Almanya düzenliliydi, sıra sıra güzel evlere şaşkın gözlerle bakıyorlardı…Çünkü kendi evleri kerpiçtendi, mimari dersen hak getireydi. Ve şimdi kesin bu güzel evlerden birine yerleştirileceklerdi!!!

Geniş meydanlarda İda dağından kopmuş, mitolojik heykeller ,taşlarda can bulmuştu.
Bunları biliyorlar mıydı? Geldikleri coğrafyanın, talan edilmeden önce uygarlığın ve medeniyetin beşiği olduğunu öğrenecekler miydi?

Sonunda Münih tren istasyonuna varmışlardı…Fabrika sahipleri ellerindeki listelerde, ‘hammaddeleri’ ayıklıyorlardı. Bazı  fabrikalara 10, 20, 30, 40, 50 kişi bazılarına 100 kişi alınıyordu….Münih ‘ten Stuttgart’a, Nürnberg, Mannheim, Essen, Hamburg ve Frankfurt’a doğru;  ağır sanayi kentlerine otobüslerle taşınıyorlardı. Neyse ki bir tercümanları vardı..

Fabrika kenarlarına kurulmuş barakalara, terkedilmiş tren vagonlarına ve kamplara yerleştirildiler. Bir tencere, bir tava, bir de tabak kişi başına dağıttılar. Üst üste kurulu ranzalardaki yatak ve yastıkları ot ile doldurulmuştu. Bazı yerlerde banyo bile yoktu …

Herşeyi kendileri halledeceklerdi…

Büyük ve gösterişli evlerden uzak, dilsiz, yol yordam bilmez sapasağlam ‘Hasan’lar ne kadar da yalnızdılar…Oracıkta takım elbise ve kravatlarını çıkardılar, tahta bavullarına koydular ve işçi tulumlarını giydiler..

Mercedes, Opel, BMW, John Dere gibi uluslararası firmalarda; otomotiv sanayinde ve ayrınca yerin bin metre altında, 40 derece sıcaklıktaki madenlerde çalıştılar. Yolları süpürdüler, çöpçülük yaptılar. Almanların yapmak istemediği bütün işlerde Anadolu’dan seçerek getirilen işçiler çalışmak zorundayı. Ne de olsa yoksulluk başa belaydı…

Bu yüzden en ağır, en zor, en pis işlerde köle gibi calıştılar. Dil bilmiyorlardı fakat, el-kol işaretleriyle kısa sürede yaptıkları işin bir parçası haline geldiler. Onların iş sonrası gidecekleri bir evleri de yoktu. Pazar günleri istasyonlarda buluşuyorlardı ki bu onların tek sosyalleşme alanlarıydı. Burada aynı dille özlem gideriyorlardı.

Dilsizlik, kimsesiz ve tecrübesizlik onların bazen üzerinde resim olmayan, kedi- köpek mamaları alıp yemelerine bile neden olabiliyordu.

Öyle çalışıyorlardı ki, öyle üretiyorlardı ki çok kısa bir sürede Alman ekonomisinde üretim yüzde yüzseksenbeş arttı. Artık hep Turkiye ‘den işçi talep ediyorlardı. Milyonlar aķın akın akın Sirkeci’den yola çıkıyor, Almanya’da fabrikalarda ve hizmet sektöründeki iş kollarında soluğu alıyorlardı…

O günlerde Almanya’da fabrikalar Türkiyeli işçileri çalıştırmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Kimi fabrikalar ” misafir Türkiyeli işçilere” normal oturma ve çalışma izni almak için direniyorlardı. Türkiyeli işçilerden korkmuyorlardı. Çok çalışıyorlardı ve istendiği takdirde ülkelerine geri yollayabileceklerdi.

Öyle ki, Nisan 1973 tarihli haftalık N.Obesevateur Dergisi şöyle bir haber yayınlayabilmişti.

“Ama Türkiyeli işçiler sosyal sorunlarında patronlarına dert olmuyorlar, işçi mücadelesi gelenekleri yok, başka hiçbir dile benzemeyen dilleri içinde kapanıp kalıyorlar. ‘Sesini kes ve çalış ‘ilkesine uygundurlar. Gerçekten de bütün fabrikalarda bu tür işçiler çalışsaydı ne iyi olurdu degil mi?”

Bunu yazabiliyordu Almanlar…İşçiler ise iliklerine kadar sömürülüyor, yavaş yavaş sağlıklarını da yitiriyorlardı. İşçilerin durumu buyken Alman ve Türk basını da onlardan övgü ve gururla söz eden manşet haberleri yayınlıyordu..

Münih tren istasyonunun dili var mıydı? Ya da yüreği? Bu işçiler için işci tutumları ile bir tabut üzerinde eriyen bir bedenlerinin anıtını dikmek için bir taş bile mi yoktu? Bağıracak sesi de mi yoktu? Milyonlarca işçi, milyonlarca parçalanmış aile…

Zamanla oturum hakkıyla ailelerini getirdiler. Bir çoğu bunu başarabilidi ama ya ailesini getiremeyenler…ya da dul kalan gelinlerin ağıtları?

Anadolu’nun bağrından ve Almanya’nın ağır sanayi fabrikalarından ağıtlar yükseliyordu. “Vay gidi Karadeniz, Almanya acı vatan , El kapıları, Hamburg’un geceleri…” O dönemin en acı çığlıklarıydı…

Tarihin en büyük işçi göçünü Almanya fabrikalarına yollayan Türkiye, buradaki emekçilerin alın terinden, emeklerinden faydalanıyordu. Buradan Türkiye’ye yatırım ve döviz akıyordu. Ayrıca bu işçilerin emekleri sayesinde Alman sanayisi büyümüş, Avrupa’daki son söz ve yaptırım gücü Almanya’nın olmuştu…

Misafir işçiler özverili çalışmalarıyla artık Almanya’ da kalıcıydı. Zamanla bu da anlaşıldı.

Fakat bu ‘hammaddeler’in (sofuluklarını )da korumak gerekiyordu… Bizzat  Türkiye’nin girişim ve çabaları ve yine Alman sanayi sisteminin desteklediği kontrol merkezleri, yani camiler açılmaya başlandı… Nur yüzlü!!! Cemaat liderleri buradaki emekçi kitleleri dizayn ediyor, yönlendiriyor ve kullanıyordu…

Camilere bitişik olarak açılmış ticaret merkezlerindeki rant yeşil sermayeye akıyordu…

Süreç içinde tarihin büyük skandalları yaşandı. Tarih bir de buradaki emekçilerin dişinden tırnağından arttırdıkları birikimlerin nasıl dolandırıldığını yazacaktı…

/Devam edecek…/

İlginizi Çekebilir

Zülküf Kurt: Papa Francesco ile Kobanê Davası arasında bir bağ var, bir bağ yok
Ali Engin Yurtsever: Erdoğan’dan Sonrası-3

Öne Çıkanlar