“Yazmasam deli olacaktım.”[1]
“Yazar” deyince aklıma gelir Burgazada’lı Sait Faik Abasıyanık…[2]
Boşuna değil elbette…
Gülen Erdal’ın 1954 tarihli ‘İzlerimiz’ dergisinde yaptığı son söyleşisinde kendini şöyle anlatır O: “Balık tutmak, kahvede oturmak, yanımda çok sevdiğim köpeğim, insan tanımak, Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşmak, arada bir içmek, hikâye yazmak, velhasıl hiçbir şeye bağlanmadan avare gezmek bütün gün. İşte ben böyle hayattan zevk alırım, buna yaşamak derim.”[3]
Yaşayan ve “Söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum, tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım,” vurgusuyla yazan biriydi O…
* * * * *
Bir keresinde sorarlar ona: “-Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz?”
Yanıtlar: “- Çocukluğumda da ilk gençliğimde de bir şey olmaya değil, olmamaya karar vermiştim. Sözümü tuttum gibime geliyor, siz istediğiniz kadar bana meşhursun deyin”!
Paha biçilemez öykülerin yazarıdır.
Avare, nerede akşam orada sabahçı bir yaşam tarzı; bohem hayatı; fazla içki ve sirozdan ölmüştü. Geride tadına doyulmaz öyküler bırakarak…
17 Mayıs 1953’de Yaşar Kemal Onun için şu satırları kaleme alıyordu: “Akşam üstleri tünelden Taksim’e doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, -yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır- pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hâli vardır ki (daha doğrusu her hâli) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez… Bazı adam vardır, insan yüzünde hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık… Bu adamın üstünden, başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikâyeci Sait Faik’tir.”[4]
* * * * *
Hayal ettiği dünya: “Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hep mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerinin bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya…
Sevilmeye layık, küçücük kızların orospu olmadığı, geceleri hacıağaların minicik kızları caddelerden yirmi beş lira pazarlıkla otellere götürmediği, her genç kızın namuslu bir delikanlıyla konuşabildiği, para için namus, ar, hayâ, hayat, gece, gündüz satılamadığı bir dünya… Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya… Kafanın, kolun çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye salahiyetle kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya” idi…
Ayrıca soruyordu: “Hep kötüler mi var? Dört bir yanımız sefalet, hastalıkla mı çevrili? Her gördüğümüz zalim, katil, egoist, hasut, kindar, yarı deli, ahlâksız mı?”
Yanıtı; “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” idi Sait Faik Abasıyanık’ın…[5]
* * * * *
“Birbirine yabancı insanlarla dolu koca şehirlerden” söz ederdi…
“Büyük hayaller kuralım sevgilim,” der ve eklerdi öfkeyle: “Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?”[6] sorusunu…
Kolay mı? “İnsanı dolu günleri değil, boş günleri dolduruyor,” diyen yazmıştı…[7]
* * * * *
“Ben bayrakları değil, insanları seviyorum.” “Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir,”[8] ifadesinde özetlenmesi mümkün bir insandı.
“Karanlıktan, riyadan, zulümden, hürriyetsizlikten korkar gibi ürküyorum…”
“Dünyada hiçbir şeyden, zalimlikten iğrendiğim kadar iğrenmem. İnsanoğlunun en büyük savaşı zalimliğe karşı açılmalı…”
“Bu dünyadan hiçbir iş yapmadan göçüp gitmek de fena bir şey…” diye haykıran sorumluluklarla yaşadı.
Ve en önemlisi, “Seni ne kadar sevdiğimi yalnız gözlerimle anlatmak, yalnız yüzümün ortasına düşmüş ince bir saadet çizgisi ile her şeyi ifade etmek isterdim,”[9] diyecek kadar sırılsıklam aşıktı yaşama…
* * * * *
Sadece aşık değil, yaşamı -uyarılarıyla- savunandı, şu satırlarındaki üzere:
“Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı…”
“Dünya değişiyor dostlarım.
Günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz.
Günün birinde yol kenarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz.
Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak.
Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.”
Özetle “Onu Çehov’dan, Gorki’den, Maupassant’dan, dünyaca ünlü herhangi bir öykü yazarından bir milim aşağı göremem,”[10] notunu düşen Ataol Behramoğlu’nun ifadesiyle O; “Edebiyatta da artık pek karşılaşılmayan bu doğa betimi, bu doğa sevgisi, renklerin sıralanışı, yitirdiğimiz nice şeylerin özlemini duyumsatır.
Bir renk ustasıydı. Bir renk sevdalısı. Renkçi bir ressam gibi paletindeki renkleri ve renk karışımlarını birbiri ardına yerleştiriyor tablosuna…”[11]
* * * * *
Yaşamı sevdiğinden mi nedir?
“Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak!”
“Ölüm var arkadaş, ölüm. Şu köşkün sahibi de ölecek, şu horoz da,” diyecek kadar sorunluydu ölümle…
* * * *
Bilmem bilir misiniz?
Ailesinin maddi desteğiyle geçindiğinden pasaportunda işsiz yazardı Sait Faik’in.
Yurt dışına çıkmak için pasaport başvurusu yaptığında, mesleği sorulunca, “Muharrir” der. Ancak bundan tatmin olmayan memur, meslek hanesine “işsiz” yazar.
Amatör olarak boksla ilgilenirdi. Gençliğinde bir yumrukta bir kişiyi hastanelik etmiş, 48’inde de karaciğerine mağlup olup hayata veda etmişti.
Para tutamazmış. Önceleri annesi maaş verirmiş, daha ilk haftadan bitermiş, sonra haftalık vermeye başlamış, onu da ilk günden bitirirmiş. En sonunda parayı nereye harcadığına akıl sır erdiremeyen annesi günlük vermiş harçlığını. O da hiç mi hiç önemsemezmiş zaten parayı.
İstanbul Lisesi’nden öğretmeninin altına raptiye koyduğu için okuldan atılıp Bursa Erkek Lisesi’ne gelip, ilk hikâyelerini burada yazmaya başlayan hikâyecidir.
Kimi zaman aralarında Orhan Veli’nin de bulunduğu arkadaşlarıyla balık tutar, tuttuğu balıkları satıp geçimini sağlamaya çalışırmış. Balıkları tutamadığı ya da satamadığı zaman da annesinden istediği kadar para alabildiğinden çok rahat bir hayatı olduğundan dönemin diğer yazarlarının çektiklerini pek de çekmemiştir. Mesela yakın arkadaşı Orhan Veli öldüğünde cebinde yalnızca 28 kuruş varmış. Ama yine de bu rahat hayatı benimsememiş, diğer birçok yazarın-şairin yaşadığı entelektüel hayatı yaşamak yerine hep halkın içinden biri olmayı tercih etmiştir.
Öyle ki bir keresinde kendisinin de ödül alacağı Beyoğlu’ndaki bir ödül törenine balıkçı kıyafetleriyle gitmiştir.
Edebiyata yaptığı katkılardan dolayı 1953’de uluslararası ‘Mark Twain Derneği’ fahri üyeliğine seçilmiştir.
* * * * *
İlginç bir hayatı vardı…
18 Kasım 1906 günü Adapazarı’nda doğdu.
1913’de Rehber-i Terakki’de okula başladı.
1922’de ise Adapazarı İdadisi’ne (lisesine) yazıldı.
Aile, 1924 yılında İstanbul’a göç edince, orada da İstanbul Erkek Lisesi’ne kaydoldu. Disiplinsizlik yaptığı gerekçesiyle İstanbul Erkek Lisesi’nden 1925’de atılınca öğrenimine Bursa Erkek Lisesi’nde devam etmek zorunda kaldı. İlk öyküsü olan ‘İpekli Mendil’i o yıl, edebiyat dersinin ödevi olarak yazdı.
Bursa Erkek Lisesi’nden 1928’de mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydını yaptırdı.
İlk yazısı ‘Uçurtmalar’, ‘Milliyet’ gazetesinde 1929’da yayımlandı.
1930’da ilk kez yurtdışına çıktı. Babası onun iktisat okumasını istiyordu ama bunun yerine değişik şehirlerde, değişik konularda derslere girdi. Sonunda babasının talebiyle 1934’de ülkeye döndü.
1935’de Halıcıoğlu Ermeni Yetim Okulu’nda Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Öğrenciler üzerinde hâkimiyet kuramaması nedeniyle çıkan bir tartışma sonucunda işten ayrıldı.
Babası, 1936’da Sait Faik’e Odunkapısı’nda zahire alım satımı yapmak için bir dükkân açtı. Ancak bu işi kısa sürede batırdı.
İlk yapıtı ‘Semaver’ Remzi Kitabevi’nce baskı maliyetini babasının karşılamasıyla yayımlandı. Kısa bir süre için Marsilya’ya gitti. Babası Mehmet Faik Bey yakalandığı ağır bronşitten kurtulamadı ve 1938’de vefat etti.
1939’dan itibaren ‘Sarnıç’ ve ‘Şahmerdan’ yayınlandı.
‘Çelme’ başlıklı öyküsü yüzünden askeri mahkemede yargılandı; 1940’da beraat etti.
‘Akşam Postası’nda 1942’de muhabir olarak çalıştı; mahkemelerde yaptığı röportajları izlenimleriyle birleştirerek ‘Mahkemelerde’ başlığıyla yayımladı.
‘Yeni Mecmua’da 1940-1941’de tefrika edilen ‘Medar-ı Maişet Motoru’ Yokuş Kitabevi’nce yayımlandı. Kitabın basım maliyetleri Sait Faik, annesinden aldığı para ile karşılandı. Kitap yayımlandıktan birkaç gün sonra Bakanlar Kurulu kararıyla toplatıldı.
‘Medar-ı Maişet Motoru’, Varlık Yayınları’nca 1952’de ikinci kez basılırken Sait Faik, kitabın adını ‘Birtakım İnsanlar’, romanda geçen ‘Medar-ı Maişet’ adlı motorun adını da ‘Ceylan-ı Bahri’ olarak değiştirmek gereğini hissetti.[12]
* * * * *
“Sait Faik ilk modern öykücülerimizden sayılır. Çağdaş edebiyatımızın onun ‘paltosundan çıktığı’ söylenir.”[13]
“Yalnızlığın yarattığı yazar”dı.[14]
“Sait Faik’in yüreği, toplumu kucaklamaktan, toplumuyla soluk alıp vermekten hiç yorulmadı.”[15]
Ve bu özellikleriyle O; Orhan Veli’ye, “Bir sanatkâra, fesli redingotlu Bab-ı Ali dilinin yakışmayacağını anlamış bir yazar, bir sanatkârın halkın dilinden, konuşma dilinden faydalanması gerektiğine inanmış bir yazar olduğunu biliyorum. Onun, dili, tadı tuzu kalmamış, beylik kalıplardan kurtarmaya çalıştığını. Kelimelerle değil de halk dilindeki cümle oyunlarıyla, türlü evirip çevirmelerle zenginleştirmeye çalışıyor,”[16] dedirtip; Turgut Uyar’a da şu dizeleri kaleme aldırttı:
“bir adam balık tutuyordu/ sait faik gördü
bir kız adamakıllı güzeldi/ sait faik gördü
bir sokakta bir avuç güneş vardı/ sait faik gördü
bir güzel deniz yayılırdı/ sait faik gördü
yosma bulutlar vardı bilmezsiniz/ sait faik gördü
bir güzel yaşamak vardı bilmezsiniz/ sait faik gördü
şimdi sokaklar boş kaldı/ şimdi temiz defterler boş kaldı/ sait faik öldü
demek öldü. öldü dediniz öyle mi?/ sait faik ölmüş anladınız mı?/
ben anlamadım!”[17]
* * * * *
“İyi de Onu en iyi ne anlatır, betimler” mi? Elbette ‘Şimdi Sevişme Vakti’ dizeleri:
“çıplak heykeller yapmalıyım./ çırılçıplak heykeller/ nefis rüyalarınız için/ ey önünden geçen ak sakallı/ kasketli,/ yırtık mintanından adaleleri/ gözüken/ dilenci/ sana önce/ şiirlerin tadını/ aşkların tadını/ kitaplardan tattırmalıyım/ resimlerden duyurmalıyım,/ resimlerden…
şu oğlan çocuğuna bak/ fırça sallıyor/ kokmuş manifaturacının ayağına/ dörtyüzbin tekliğinden/ on kuruş verecek.
seni satmam çocuğum/ dörtyüzbin tekliğe./ ne güzel kaşların var/ ne güzel bileklerin/ hele ne ellerin var, ne ellerin
söylemeliyim/ yok/ yok… meydanlarda/ bağırmalıyım,/ bu küçük/ güllerin buram buram tüttüğü/ anadolu şehri kahvesinde/ kiraz mevsiminin/ sevişme vakti olduğunu.
resimler seyrettirmeli, şiirler/ okutturmalıyım./ baygınlık getiren şiirler.
kiraz mevsimi, kiraz/ küfelerle dolu pazar./ zambaklar geçiriyor bir kadın./ bir kadın bir bakraç yoğurt/ götürüyor/ sallıyor boyacı çocuğu fırçasını/ belediye kahvesinde hakla o eski,/ o yalancı/ o biçimsiz bizans şarkısı.
sana nasıl bulsam, nasıl bilsem/ nasıl etsem, nasıl yapsam da/ meydanlarda bağırsam/ sokak başlarında sazımı çalsam/ anlatsam şu kiraz mevsiminin/ para kazanmak mevsimi değil/ sevişme vakti olduğunu…
bir kere duyursam hele/ güzelliğini, tadını,/ sonra oturup hüngür hüngür/ ağlasam/ boş geçirdiğim bağırmadığım/ sustuğum günlere/ mezarımda bu güzel, uzun kaşlı/ boyacı çocuğunun/ oğlu bir şiir okusa/ karacaoğlan’dan/ orhan veli’den/ yunus’tan, yunus’tan…”
N O T L A R
[*] Görüş, Kasım 2021…
[1] Sait Faik Abası Yanık.
[2] Bkz: Temel Demirer, “Yalnızlığın Çoğul Senfonisi: Sait Faik Abasıyanık”, Patika, No:91, Ekim-Kasım-Aralık/ 2015… Temel Demirer, “Öykü(müz) Deyince veya Sait Faik ile Sabahattin Ali”, Sanat ve Hayat, No:46/3, İlkbahar 2016… Temel Demirer, “Sait Faik’in Düş(ünce)leri”, Patika, No:104, Ocak-Şubat-Mart 2019…
[3] Nurduran Duman, “Hangi Sait Faik”, Cumhuriyet Kitap, No:1650, 30 Eylül 2021, s.19.
[4] Yaşar Kemal, Bu Diyar Baştanbaşa, Yaşasın Edebiyat, No: 7, Mayıs 1998.
[5] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağı’nda Var Bir Yılan, Varlık Yay., 1957.
[6] Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam, İş Bankası Kültür Yay., 2013.
[7] Sait Faik Abasıyanık, Kayıp Aranıyor, Yapı KrediYay., 2005.
[8] Sait Faik Abasıyanık, Semaver, İş Bankası Kültür Yay., 2013.
[9] Sait Faik Abasıyanık, Sevgiliye Mektup, Bilgi Yay., 1987.
[10] Ataol Behramoğlu, “Sait Faik, Hem Şair Hem Ressam”, Cumhuriyet Pazar, 26 Ocak 2020, s.7.
[11] Ataol Behramoğlu, “Şimdi Sait Faik Okumak”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2019, s.3.
[12] Hazar Aksoy, “Sait Faik ve Medar-ı Maişet Motoru”, Yeni Yaşam, 18 Kasım 2019, s.11.
[13] Faruk Duman, “Haritada Bir Nokta Olmak”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2018, s.15.
[14] Gamze Akdemir, “Nedim Gürsel: İnsanlarıyla Sait Faik”, Cumhuriyet, 4 Mart 2019, s.13.
[15] Zeynep Oral, “… ‘Yazmasam Deli Olacaktım’ ya da Sait Faik’i Anarken…”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2020, s.13.
[16] Orhan Veli Kanık, Yaprak, No:19, 1 Şubat 1950.
[17] Turgut Uyar, Varlık, Temmuz 1954.