Temel Demirer: Edebiyat Sarsarak, Yıkarak Yenile(ni)r

Yazarlar

“Çığ geliyor. Çağ çöküyor.

Gidiyoruz.”[1]

Sanat, insan(lık) imgelem gücünü doğrudan etkileyip; düşünce ve dil dünyasının belirlenmesinde derin izler bırakan eylemdir; sanatın dönüştürücü gücü, insan(lık)a estetik algı/duruş ile vicdan katar. 

Tam ta bu kapsamda insan(lık)ın beynine, yüreğine seslenip, onda yeni heyecanlar, umutlar, düşler yaratıp/ uyandırır edebiyat da… 

Malum “Bilim gerçekliği tanıtır bize, ama bunu estetiğe başvurmadan, doğrudan doğruya, kavramlarla -nesnelce- yapar. Edebiyat ise çokluk dolaylı olarak, bir yazarın duyarlılığı ve hayal gücü aracılığıyla, güzel bir anlatımla gerçekliği iletir. Bu ayırıcı özelliklerinden ötürü, edebiyatın getirdiği bilgiler-biliminkilere oranla- daha kalıcı olur”ken;[2] Platon, ‘Devlet’ başlıklı yapıtında, edebiyatı -genel anlamı ile- hayatın yansıması olarak tanımlar.

Marie-Henri Beyle Stendhal için örneğin “Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna,” demektir. Georgiy V. Plehanov da “Edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır,” diye ekler. 

Boris Suchkov ise “Sanat ve edebiyat yapıtlarının çizdiği dünya, gerçekliğin körü körüne bir kopyası değildir, ama, dünyanın rengini ve kokusunu kendinde muhafaza eder, şu basit nedenle ki, sanat her zaman için doğanın ve insan hayatının en özlü yanlarını ele almıştır. Her hakiki sanat yapıtının bir bildirisi olması gerekir; bu bir sanat yapıtının var olabilmesinin temel koşulu ve hayatî öğesidir. Sanat, gerçekliğin büyük disiplinine ancak boyun eğebilir, ona yardım edemez,” notunu düşerken; Terry Eagleton ise, “Sağlam ve değişmez değerleri olan ve birtakım ortak özellikleri paylaşan eserler anlamında bir edebiyat tanımı olamaz,” diye uyarır.

Edebiyatın, sadece toplumsal gerçekliği değil, ayrıca insanın en gizli, diplerde yatan gerçekliğini nasıl açığa vurduğunu da “es” geçmeden[3] ekleyelim: “Olağan” (denilenin) hudutları belirsizleştiren edebiyat hayatı güzelleştirmeye yarar ve edebiyatçı da cesur olmakla mükelleftir.

Edebiyatçı yazdıklarının sorumluluğunu taşımak zorundadır. Onun cesareti; söylemek istediği sözden, içinden fışkıran duygulardan, yazıya dökeceği düşüncelerden, anlatılardan, kurgulardan ödün vermemesindedir. Yazarın korkusuzluğu düzenin harcıâlem toplumsal ve estetik değerleri karşısında insanı, sanatı, toplumu, geleceği özgür kılacak değerler adına direnebilmesindedir. 

“İyi de bunlar neye mi yarar”? “Aşk neye yarar” diye sorulabilir mi? Edebiyatın neye yaradığından çok, işlevi/ etkisine kafa yorulmalıdır. Örneğin bir Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski’yi, bir Marcel Proust’u ya da vb.’lerini okuduğumuz -zaman ister istemez!- dünyaya bakış açımız gelişir.

Ama yine de “Edebiyat Ne İşe Yarar?” sorusuna Mario Vargas Llosa’nın yanıtını aktarmakta yarar var: “Edebiyata el sürmemiş bir insanlık, kaba ve ilkel dili yüzünden ürkütücü iletişim sorunları yaşayan bir sağır-dilsizler topluluğuna döner…

Edebiyat bir ortak paydadır…

Edebiyat, bireylerin, hayatlarının tüm özellikleri içinde, tarihi aşmalarını sağlamıştır: Miguel de Cervantes, William Shakespeare, Dante ve Lev Tolstoy’un okurları olarak, zamanı ve mekânı aşarak birbirimizi tanırız ve kendimizi aynı türün üyeleri olarak duyumsarız; çünkü bu yazarların yapıtlarını okurken, insanlar olarak neyi paylaştığımızı, bizi birbirimizden ayıran engin farklılıkların ötesinde hepimizde ortak olanı öğreniriz…

Edebiyat, yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları hayattan hoşnut olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat, asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olanların sığınağıdır. İnsan, mutsuz olmamak ve bütünlenmek için edebiyata sığınır. La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve şaşkın Şövalye’yle birlikte at sürmek, Kaptan Ahab’la birlikte bir balinanın sırtında denizlere açılmak, Emma Bovary ile birlikte arsenik içmek, Gregor Samsa’yla birlikte böceğe dönüşmek: Bütün bunlar, kendimizi bu adaletsiz hayatın, benliğimizi saran birçok özlemi dindirebilmek için birçok farklı insan olmak istememize karşın bizi hep aynı insan olmaya zorlayan hayatın yanlışlarından ve dayatmalarından arınmak amacıyla icat ettiğimiz yollardır…

Edebiyatın bütün büyük yaratıcılarının buluşları, kendi durumumuzun bilinmeyen yönlerini görmemizi sağlar. İnsanlığın ortak derinliklerini keşfetmemizi ve daha eksiksiz anlamamızı olanaklı kılar.”[4]

Melih Cevdet Anday’ın, “Uyumayacaksın/ Memleketinin hâli/ Seni seslerle uyandıracak/ Oturup yazacaksın/ Çünkü sen artık o sen değilsin/ Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin/ Durmadan sesler alacak/ Sesler vereceksin/ Uyuyamayacaksın/ Düzelmeden memleketin hâli/ Düzelmeden dünyanın hâli/ Gözüne uyku giremez ki…/ Uyumayacaksın/ Bir sis çanı gibi gecenin içinde/ Ta gün ışıyıncaya kadar/ vakur, metin, sade/ Çalacaksın,” dizeleriyle müsemma edebiyat yıkıcıdır; varlığımıza/ yaşama anlam verme çabamızdır. Edebiyat hayatı yeniden üretir ve sonsuz kılıp; yenidünyalara kapı açar.

Edebiyat, hayata ve insana dair iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin ne varsa sorumludur ve “Okuduğumuz o iyi kitaplar olmasaydı şimdikinden daha kötü durumda, daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk. İlerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamesi bile okunmazdı… Roman ve öykü olmasaydı, özgürlüğün hayatı yaşanılır kılmaktaki öneminin, özgürlüğün bir zorba, ideoloji ya da bir dinin altında çiğnenmesinin hayatı nasıl bir cehenneme çevirdiğinin farkında olmazdık. Edebiyatın bizi yalnızca güzellik ve mutluluk düşlerine daldırmakla kalmadığı, aynı zamanda her türlü baskıya karşı gözümüzü açtığından kuşku duyanlar, yurttaşların davranışlarının beşikten mezara kadar denetim altında tutmaya kararlı tüm rejimlerin edebiyattan niçin bu kadar korktuklarını ve neden gözlerini bağımsız yazarların üstünden ayırmadıklarını sorsunlar kendilerine,” diye kulağımıza fısıldar Mario Vargas Llosa…

* * * * *

İfade etmeye gayret ettiklerim; “Takdir edilmeyi beklemeden namuslu olamayanların namusuna inanmam.” “Düz yolda hiçbir yere varamayacağımı ve eğri büğrü gitmenin daha düz olduğunu gördüm,” satırlarıyla betimlenen Nikolay Vasilyeviç Gogol’ün, o müthiş öyküsü ‘Palto’sundaki “kâtip-yazıcı” Akaki Akakiyeviç karakteriyle özetlenebilir.

Gogol’ün satırlarında edebiyatın ve sarsıcı/ düşündüren gücüne tanık olursunuz.

Tıpkı “Eğer ciddi bir şey yapacak gücünüz varsa, ucuz şeylere alışmayın. Daha çok çalışın, okuyun ve insanları gözleyin, sinirlenin. Ve sonra, sanatçı olmaya karar verirseniz gücünüzü sakınmayın!” 

“Hiçbir şey insan kişiliğini dış koşulların gücüne itaat etmek ve sabretmek kadar korkunç bir şekilde sakatlayamaz!” 

“Herkesi öldürüyoruz, sevgili dostum, kimini kurşunlarla, kimi sözlerle, kimini yaptıklarımızla. İnsanları hiç fark etmeden, hiçbir şey hissetmeden mezara yolluyoruz!”

“Madem bazı şeyleri anlamaya başladınız, o zaman yararlı şeyler yapmaya başlamalısınız!” satırlarındaki uyarılarıyla Maksim Gorki’nin ‘Ana’sındaki, ‘Benim Üniversitelerim’deki üzere…

Yaptıkları ile yazdıkları/ yaşadıkları uyumluydu Gogol ile Gorki’nin; veya François-Marie Arouet Voltaire’inki gibi soru(n)lu değildi…

Voltaire “Büyük adam” olarak ün yaptı, kuşku yok. İnsanlığı (vardı ama) o var olan ünü kadar büyük değildi. Düşüncelerinden ötürü atılmıştır tabii bu korkunç hapishaneye. Ancak düşünceleri gel git biri olarak kendini aydınlara nasıl kabul ettirdiğini, düzen için neden tehlikeli görüldüğünü anlayamamışımdır. Çünkü döneminin kimi filozoflarının tersine “devrimci” biri değildi. Bazen savundukları ile yaptıkları birbirini tutmazdı da…[5]

Bu onun tutarlılığını doğrudan etkilerken; sahiciliğini de tartışmalı kıldı!

Yazın dünyasında; “Korkulacak zaman, İnsan’ın bir ülkü uğruna acı çekmeyi ve ölmeyi reddettiği zamandır,”[6] diyen John Steinbeck’in hep farklı bir yeri oldu; güncelliğini ve inandırıcılığını hiç yitirmedi.

“İnsanlar ikiye ayrılırlar: Başkaları için yaşayanlar, Başkaları sayesinde yaşayanlar. Sorun olanlar, çözüm olanlar. Ümit kıranlar, ümit verenler. Dert üretenler, deva üretenler. Şikâyet edenler, çare bulanlar. İki insandan biri dert küpü olur çıkar, diğeri deva küpü. Biri şikâyet üretir, öbürü çare. Biri yük olur, öbürü yük taşır!” 

“Çocuklarının büzülmüş karınlarını hisseden bir adamı nasıl korkutabilirsiniz? Onu sindiremezsiniz. Çünkü o, her şeyin ötesine geçen bir korkuyu tatmıştır!”

“Banka insana benzemez. Elli bin dönüm toprağa sahip kişi de insana benzemez. O da canavardır!”

“Diktatör; aslında yönettiklerinden korkandır. Halkının manevi duygularını sömürürler, en temel hak ve özgürlüklerle ilgili kısıtlama getirmeye çalışırlar, eleştiriye ve protestoya hiç tahammülleri yoktur. Sonları hep hazin olmuştur; ya intihar etmişler, ya kaçmışlar ama sığınacak yer bulamamışlar ya da yargılanmış ve cezalandırılmışlardır,” satırlarındaki üzere tarafı çok net olan John Steinbeck’in Pascal Covici’ye mektubunda “Dünyaya sahip değilim, fakat sonunda onun bana sahip olmasına izin verdim. İçimdeki huzur varlığını sürdürüyor,”[7] cümlesindeki  edebiyatta önemli kılan şeylerden biri okurunu hikâyenin içine çeken yalın ama etkileyici üslubu ise, diğeri tarihsel olay ve örüntüleri ustalıkla aktarabilen sahiciliğiyle hayata dokunuşuydu.

Bu noktada sözü, Onu en iyi betimleyen Tomris Uyar’a bırakmakta yarar var: “Steinbeck, iflasların birbirini izlediği, işsizliğin, parasızlığın, açlığın kol gezdiği, insanoğlunun umudunun, var olma direncinin seyreldiği bir tarih anında olanca görkemiyle gerçek umudun türküsünü söylemiştir. Tozpembe olmayan gerçekçi umudun. Onun güncelliğini yitirmemesinin bir açıklaması da bu olabilir.”[8]

* * * * *

Jack London da Steinbeck’lerle aynı ekoldendi…

Yirmili yaşlarından önce bireyci liberal görüşü benimsediğini; ancak sonrasında gördüklerinden ve yaşadıklarından ötürü sosyalist olduğunu ifade eden Jack London, “Devrimleri insanların değil, ihtiyaçların doğurduğuna” inanır.

“Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi bense sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum. Ve işte bu nedenden Martin Eden öldü. Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden başkalarının ihtiyacının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz,”[9] der. Gerçekten de II. Dünya Savaşı öncesinde ve sanayi devrimi sonrasında gelişen, klasikleşmiş yarı otobiyografik yapıtı ‘Martin Eden’ de anlattığı kendisi, yaşadıklarıdır Jack London’ın…

Örneğin “Bir ‘yitik kuşak’ anlatıcısı olarak sürekli ‘kaybedenler’in öyküsünü anlatan Hemingway”[10] de yapıtlarında kendi hayatını okutur!

‘Paris Bir Şenliktir’, ‘Afrika’nın Yeşil Tepeleri’, ‘Silâhlara Veda’, ‘Çanlar Kimin İçin Çalıyor’, ‘Yaşlı Adam ve Deniz’, ‘Kilimanjaro’nun Karları’ vd’leriyle belleklere kazınan Ernest Hemingway; ‘Silâhlara Veda’nın son bölümünü otuz dokuz kez yazabilecek kadar yazdığına tutkuyla bağlı biridir. “Doğru sözcükleri bulmak”tan söz ederken şunu söyler: “Günde yedi tane iki numara kurşunkalem bitirirseniz iyi çalışmış sayılırsınız.”

Bu kadar da değil!

Yaşamı boyunca insan nasıl yaşamalı ve nasıl ölmeli sorularına yanıt arayan Hemingway, “Savaşçı bir idealist, bir dünya yurttaşıdır… Savaşçı bir idealist olduğu doğrudur ve hep öyle kalmıştır. Savaş karşıtı olmasına rağmen İspanya İç Savaşına idealist bir anti-faşist olarak katılması bunun ispatıdır.”[11]

Görüşlerine paylaşılır ya da reddedilir bulunsa da; Raymond Williams’ın, “Ölümünün hemen ardından bir simge hâline geldi,” notunu düştüğü George Orwell, “Yaşamı ve yazdıkları birbirinden ayrılmayan, başkalarının da özeneceği bir yaşam ve yazma üslubu getiren insanlardan biriydi.”[12]

Yaşamı yazıya dönüştürmenin bir örneği olmasıyla önemliydi O; ‘Bir Dokuz Yüz Seksen Dört’ü ve ‘Hayvan Çiftliği’yle…

Ve “Küçük Kara Balık”la Samed Behrengi…

Dilin inceliklerini ve doğup büyüdüğü Tebriz’deki halk kültürü birikimini iyi kavramış öğretmen, devrimci aydındı. Kısa yaşamında İran’da yoksul çocuklarının eğitimden mahrum bırakılışını, kırsal bölgelerin ihmal edilmişliğini dert edindi…

Ezilenlerden birisi olarak, ezilenlerin çocukları için yazdı.

Bir öğretmen olarak tercihi her yeri sınıfa çevirmekti. Eğitimde de halk kültürünün düşsel birikimine yaslandı. Bu da Onu, derlediği masalları, destanlarıyla; bunlardaki cesaret, yiğitlik, öncülük ile İran’daki Şahlığa karşı isyana ve meş’um ölümüne mahkûm etti…

* * * * *

İtiraz eden, çözümleyen edebiyat hayatın içindedir.

Gün gelir “Atlıyorum bir vapura Sirkeci’den, doğru Boğaz’a. Öğle vapurlarında kimseler yok. Ne tanıyan, ne ilgilenen. Tek tek geziyorum Boğaz iskelelerini. Tatil günlerinde değil, herkesin çalıştığı günlerde… Bir roman yanımda, bir de küçük defter. Yetiyor. Bir süre tek başıma olmanın güzelliğini duyuyorum. Yığından kopmanın, güncel olaylardan, sonuçsuz çekişmelerden, birtakım yıkıntılardan sıyrılmanın yolu bu: Kaçmak. Bırakmak bir şeyleri geride. Olsun, küçük kaçışlar olsun bunlar. Birkaç saatliğine de olsa bir kopuş, bir kaçış bu, çevreden, bildik kişilerden, yalan duygulardan… İstinye sularını bıraktım geride. Yeniköy’e doğru yürüyorum. Umuda, yarına, sonsuzluğa,”[13] diyen Oktay Akbal’ın ‘Önce Ekmekler Bozuldu”sundaki gibi…

Gün gelir Yaşar Kemal’in, “yaşlanmaz şair çocuk” diye tanımladığı; “Ben sabahları severim oldum bittim;/ Sabahları, çocukları, bütün başlangıçları,” dizelerinin sahibi ve “Kendimi tekrarlamaktan kurtulmanın yolunu edebiyatın her türünde eser vermekte buluyorum,”[14] diyen Necati Cumalı üzere…

Veya hakkında “Füruzan, tüm kalıpları yıkıyor, kuralları bozuyor, kendine özgü dili, rengi, ritmi, kurgusunu yaratıyor.”[15] “Füruzan taklidi yapmak zor…”[16] dedirten kendine özgü dilini, rengini, ritmini, kurgusuyla Füruzan…

Sonra da “Seyyahlar/ kendi yolculuklarını anlatırlar, sizinkini değil,” vurgusuyla; “Daha çok kız kardeşimin yükseklere kanat çırpmasını istiyorum. Zira özgürlük, hiçbir zaman kadınların kolay kolay elde edebildiği bir şey olmadı,” diyen Ursula Kroeber Le Guin…

“Hem Kendine Özgü Hem Ciddi Edebiyatçı”[17] diye anılan “Le Guin dersini çok iyi çalışmış bir anlatıcıdır.”[18]

Böyle sahici bir yazar daha sağlığında ölümsüzlüğe ulaşmışken; gelecek yüzyıllarda politik, felsefî ve edebî meseleleri ele alınırken; ölümsüzler arasında yaşamaya devam edecek.

Bir de “Ben görünüşüme dikkat çekmek için hiçbir şey yapmam. Birisi isterse yakından bakabilir ve belki de çekici olduğumu keşfeder. Ama ben ona yardımcı olmak için bir şey yapmayacağım,” diyen Susan Sontag…

Altta pantolon, saçlarda bir tutam beyaz, yüzde kendinden emin bir ifade ve zorlu bir karakterdir; düşünür, deneme, öykü, roman yazarı, eleştirmen, insan hakları savunucusu Susan Sontag! 

O, “vicdanların sesiydi.”

Savaşa karşı takındığı tavır ve yaptığı sıra dışı çıkışlarla adından epey söz ettiren Susan Sontag, İsrail’in Filistin politikalarını, Batı’nın Bosna’daki kurbanlar karşısındaki tepkisizliğini, özellikle 11 Eylül sonrasında Amerika’nın Irak’taki savaşını yerden yere vurdu, üstelik sözünü sakınmadan: “Amerikan toplumu aptallaştırılarak, korku ve güvensizlik yayılarak uyutuluyor,” diye haykırdı.

Ayrıca “Herhangi bir işe bir kuralı çiğneyerek başlamak her zaman iyidir,”[19] diye de uyarırdı alışılmadık ve kalıpların dışındaki yazar…

* * * * *

Dediklerimi toparlıyorum.

Edebiyat ve edebiyatçı deyince; “Hakikâte susamışlık, insanlığın en soylu tutkusuydu,” sözünü Jacques Derrida’nın…

“Düşmanın yok mu? Nasıl olmaz? Yoksa sen hiç bir zaman doğruyu söylemedin mi? Sen hiç bir zaman adaleti tercih etmedin mi?”[20] sorusunu Eduardo Galeano’nun…

Ve “Veritatem laborare nimis saepe, aiunt, exstingui nunquam/ Derler ki, hakikât aşırı derecede zulüm görür, ama asla sindirilemez,”[21] saptamasını unutmadan yapılması gerekeni yapın; yapmayanları mahkûm edin…

 

N O T L A R

[*] Güney, No:98, Ekim-Kasım-Aralık 2021…

[1] Max Horkheimer.

[2] Asım Bezirci, “Edebiyat Neye Yarar?”, 11 Eylül 2008… https://www.cafrande.org/edebiyat-neye-yarar-asim-bezirci/

[3] Mario Vargas Llosa-Carlos Fuentes, Edebiyata Övgü, çev: Celâl Üster, Notos Kitap Yay., 2014.

[4] Mario Vargas Llosa, Genç Bir Romancıya Mektuplar, Çev: Emrah İmre, Can Yay., 2012.

[5] Mustafa Kemal Erdemol, “Bastille’deki Özgür Kafa”, Cumhuriyet Pazar, 16 Mayıs 2021, s.6.

[6] Onur Akyıl, “John Steinbeck’ten Bir Ders”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:203, 14 Aralık 2018- 10 Ocak 2019, s.19.

[7] “Beni Sonsuza Dek Yaşamaya Zorluyorlar”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:203, 14 Aralık 2018- 10 Ocak 2019, s.20.

[8] A. Ömer Türkeş, “Umudun Sesi”, Birgün Kitap, Yıl:15, No:203, 14 Aralık 2018- 10 Ocak 2019, s.16.

[9] Bedriye Korkankorkmaz, “London’dan Bir Tutunamayan!”, Cumhuriyet Kitap, No:1623, 25 Mart 2021, s.20.

[10] Feridun Andaç, “Hemingway’i Anlamak İçin…”, Cumhuriyet Kitap, No:1590, 6 Ağustos 2020, s.4.

[11] Belma Ötüş Basket, Sonsuza Dek Hemingway, Bilgi Yayınevi, 2020.

[12] Raymond Williams, Çağdaş Ustalar: Orwell, çev: Nejat Bayramoğlu, Afa Yay., 1985.

[13] Hikmet Altınkaynak, “Oktay Akbal Günü”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2021, s.13.

[14] Mustafa Balbay, “… ‘Yaşlanmaz Şair Çocuk’ 100 Yaşında!”, Cumhuriyet Kitap, No:1620, 4 Mart 2021, s.10.

[15] Zeynep Oral, “Füruzan Diye Bir Olay!”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2021, s.13.

[16] Sevin Oktay, “Füruzan’la ‘Parasız Yatılı’ Üzerine…”, Birgün, 20 Nisan 2021, s.15.

[17] Sevin Okyay, “Hem Kendine Özgü Hem Ciddi Edebiyatçı: Ursula K. Le Guin”, Cumhuriyet Kitap, No:1567, 27 Şubat 2020, s.14.

[18] Gökhan Yavuz Demir, “Ursula’mızın Ardından”, Birgün, 25 Ocak 2018, s.15.

[19] Olcay Mağden Ünal, “Alışılmadık ve Kalıpların Dışında… Susan Sontag!”, Cumhuriyet, 13 Mart 2021, s.14.

[20] Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, çev: Süleyman Doğru-Savaş Çekiç, Sel Yay., 2017, s.382.

[21] Kolektif-Latince Güzel Sözler Antolojisi, der. ve çev: Çiğdem Dürüşken, Alfa Yay., 2015.

İlginizi Çekebilir

Meral Şimşek: Köz; ”Tarihi Özneler Yazar, Nesneler Değil”
Ali Engin Yurtsever:  Oknos’un İpleri ve Devleti Kurtarmak

Öne Çıkanlar