Uğur Güney Subaşı: Düşülen Cehennem

Yazarlar

İçerisine doğduğum Müslümanlık dini başta olmak üzere yeryüzündeki tüm semavi dinlerle olan zayıf rahmani bağımı, 1993 yılında lise tozunu daha yeni yutmaya başlamış yeni yetme bir delikanlıyken emektar televizyonumuz sayesinde çığlık çığlığa tanık olduğumuz Sivas barbarlığı ya da vahşetiyle tamamıyla kopardığım ve bu yürekli kararım sebebiyle de genç yaşıma rağmen üzerime kabus gibi çöken “mahalle baskılarına” kahramanca direnerek asla geri adım atmadığım için, hayatımın hiçbir döneminde Allah’la kulları arasındaki o en temel bağlardan birisi sayılan dinsel dünyaya sonsuz itaatin bir mükafatı sayılabilecek olan cennet mefhumuna dair bir hayalin, bir planın ya da bir beklentinin içerisinde olmadım.

Bu sebeple de, her ne kadar zamanını ve nasıl gerçekleştiğini tam olarak hatırlayamasam da, kardeşin kardeşi karanlıklarda acımasızca boğazladığı o karanlık, o puslu 70’lerin ikinci yarısına doğru sıcak bir Çukurova ilinin soğuk bir aralık akşamında ancak “suni sancı” ile başlayabildiğim bu “çekilmez”, bu “tahammül edilemez” hayat serüvenimin an itibariyle artık sonuna geldiğimi ve hatta tümüyle sona erdiğini zor da olsa kabullendikten sonra yaşam sonrasında bir sonraki durağımın artık “cehennem” olacağına dair hiçbir şüphe istihdam etmiyordum.

Zira olası bir yaratıcının daha 16’sında bile olmamasına rağmen kendisine isyan bayrağını çekerek ne gönderdiği kutsal kitaplara ne de elçilerine biat edeceğini korkusuzca ilan eden böylesine isyankar ve dikbaşlı bir kulunu cehennem dışında ahiretin başka bir departmanında ağırlaması ya da gönlünce cezalandırması asla söz konusu olamazdı!

Dolayısıyla günahlarımın bedelini ödemek üzere ağırlandığım bu mahşeri cehennemde, kendileriyle aynı topraktan beslenen komşularını sırf başka bir dilde sevdikleri ve ağladıkları için onları toplu halde hunharca katletmeyi düşünen, (düşünebilen) ve bu korkunç düşlerini hayata geçirmeyi planlamaları için de birileri tarafından bonkörce cesaretlendirilen, sonra da yine o aynı birilerinin açtığı kin ve nefret kapısından geçerek insanlığımıza dair ne varsa korkmadan, çekinmeden, utanmadan ateşlere veren memleketin kadim ırkçı canileriyle buralarda karşılaşmış olmak asla şaşırtıcı olmadı benim açımdan.

Olmadı, çünkü az ya da çok burada bulunan herkes günahlarının bedelini ödemek için yanacaktı. Ancak arınmak üzerine yaratılmış bu cehennemde oldukça garip, tuhaf bir durum var sanki! Zira ben cehennemi dünyevi suçların ve günahların cezasının çekildiği “gidilen” bir yer olarak kabuslarımda canlandırmışken, ya da hayal etmişken bu cehennem, suçları ve günahları adeta su gibi işleyen bazı azılı günahkarların yakılarak ya da yanarak cezalandırılmaları yerine onların “cehennemde cennet” hayatını yaşamaları ve rahat etmeleri için insan eliyle özel olarak düşünülüp tasarlanmış “düşülen” resmi bir platform sanki! 

Katillerin yerine kurbanların yandığı, yağmacıların yerine yağmalananların hesap verdiği, namussuzların yerine namusluların ezildiği, insanların dilinden, ırkından, mezhebinden dolayı dışlandığı, hor görüldüğü ve hatta öldürüldüğü, haksızlığın, hukuksuzluğun oluk oluk aktığı, onurun, haysiyetin, edep ve ahlakın ayaklar altına alındığı insanlık dışı tuhaf, vahşi bir oluşum.

Yaradanın cehennemine gitmek için kendimi “teslim olmuş” vaziyette böylesine sıkı bir biçimde hazırlamışken ve tabii onun tarafından cezalandırılmayı kabullenmişken; yıllardır onun en itaatkar kulları olduklarını iddia edenlerin kendilerine itaat ve biat etmeyenleri “yakmak” için kin ve nefretlerinden özel olarak imal ettikleri yapay cehennemlerine düşmüş olmaktan dolayı anlıyorum ki; ben ne yazık ki ama ne yazık ki bu lanet hayatta hala nefes almaya devam ediyorum ve daha fenası bizler için tümüyle cehenneme dönüştürülmüş bu hayatta daha çocuk sayılacak yaşlarımda isyan bayrağını çektiğim yaradan tarafından değil de, onun dindar(!) ve kindar kulları tarafından acımasızca cezalandırılıyorum. Böylece birinde sadece hak edenlerin, diğerindeyse sadece hak etmeyenlerin cezalandırıldığı iki cehennemin birden kadrolu tanığı; bir anlamda kurbanı oluyorum.

Çok ama çok üzgünüm.

 

/Ağustos 2021, Adana/

İlginizi Çekebilir

Suna Arev: Perdeyi arala, camı kır
Müslüm Yücel: Jacques Rancıere’in Anlaşmazlık’ı üzerinden iç savaş 

Öne Çıkanlar