Sürpriz finallerin olağan şüphelisi M. Night Shyamalan’ın The Sixth Sense (Altıncı His) filmini izlemek üzere şimdilerde yerinde yeller esen Adana’nın kadim sinemalarından birinde yine şimdilerde yerlerinde yeller esen eski arkadaşlarımla birlikte büyük bir heyecanla yerlerimizi alırken, Haley Joel Osment’in, küçük yaşından beklenmeyecek şekilde son derece başarılı bir biçimde hayat verdiği Cole Sear’ın aslında film boyunca ölü bir insanı canlandıran Dr Malcolm Crowe’a (Bruce Willis); “I see dead people” itirafında bulunduğu o efsane sahnede elimizde mısırlarla keyifle oturduğumuz sinema koltuklarına grupça mıhlanacağımızı, üstelik hani gün gelecek benim de sonumun, sahip olduğu mistik güçler sayesinde yapmaları gereken şeyleri yapmak için arafta bekleyen ya da bekletilen ölülerle iletişim halinde olan ve bu yönüyle de aslında ölülerle canlılar arasında bir anlamda “ulaklık” vazifesini gören küçük Cole gibi olacağını hiç ama hiç tahmin etmemiştim.
Evet, ben de tıpkı Cole gibi sadece görmek istedikleri şeyleri gören memleket ölüleriyle sürekli olarak iletişim halindeyim. Hatırlayacağınız üzere The Sixth Sense filminde Cole’un hangi özelliğiyle ölüler tarafından seçildiği yönetmen tarafından anlatılmamıştı bize.
Oysa ben herhangi bir yönetmenin izahına ihtiyaç duymadan hangi sebeple seçildiğimi gayet iyi biliyorum. Rahmani teamüllerin aksine ölü olarak değil, canlı olarak arafta sıkışıp kalmış eli kalem tutan bir “yarı ölü” olarak ölülerin isyanlarını, sitemlerini, üzüntülerini ve hatta haklı nefretlerini çok daha kolay bir biçimde anlayabildiğim ve onları bir çırpıda kalemle kağıda dökebildiğim için onlar tarafından “yazıcı” seçilmiş durumdayım.
Ancak, adının yaşıtları arasında “kaçığa” çıkmasına sebep olan bu tüyler ürpertici güçten ve tabii kendisinden yardım bekleyen ölülerden kaçmak için elinde feneriyle odasında kurduğu küçük kırmızı çadırına can havliyle sığınmak zorunda kalan ve bu sekanslarda olağanüstü bir oyunculuğa imza atan Cole’un aksine benim emektar evimin ya da odamın hiçbir yerinde elimde el feneriyle içerisine korkuyla sığınabileceğim küçük ya da büyük herhangi bir kırmızı çadırım olmadı.
Ne, bakımsız bir domatesle onun yaverliğine hınzırca soyunmuş bir iki çelimsiz siyah zeytinden oluşan o mütevazı kahvaltısına daha yeni başlamışken bir nefret dolusu vahşi şarjörün üzerine boşaltılmasıyla hayallerinden, korkularından, sevdalarından vazgeçmek zorunda kalan ve belki de bu sebeple benimle her sabah “kahvaltı” masasında konuşan Deniz Poyraz’ımız, ne de daha hayatının ısınma turlarındayken, tedavisi olmayan iflah olmaz bir kötülüğün ölümden çok daha hızlı koşabildiği bir ülkede ve o ülkeyi tüm kurumlarıyla kendisine tutsak etmiş bir rejimde zamana karşı değil de, küçük çaplı bir polis timinin hem kendisine hem de benzerlerine karşı yıllardır tükenmeyen o tahammül edilemez nefretini sırtına yükleyerek önce elindeki çelimsiz suya, sonra da hayata karşı umutsuzca tutunmaya çalışarak ölüme doğru son sürat koşan ve belki de bu sebeple sürekli olarak elindeki küçük su şişesiyle odamda bana eşlik eden Kemal Kurkut’umuz beni korkutabildi.
Korkutamadıkları gibi kendi uçakları tarafından toplu halde acımasızca yok edilmiş Roboski köylülerinin yanmış, yok edilmiş, yurtsuz bırakılmış o kimsesiz bedenleriyle bile uyuduğum oldu bazı geceleri. Üstelik, nereye kafamı çevirsem isli bir karanlıkta yankılanan o korkunç çığlıklar kafamı çaresizce kaçırdığım her tarafta kurbanını takip eden sinsi bir katil gibi beni bir şekilde gelip bulurken ve tüm isyanıyla kendisine, acılarına, pişmanlıklarına, haklılığına, mağdurluğuna tanık ederken yaptım bütün bunları.
Ardından kendilerinden geriye kalan fakir ayakkabılarını sarıp sarmalayan gözü yaşlı analarına ulaştırılmak üzere onlar adına Kürtçe ağıtlar yaktım gecenin kör karanlığında ve üstelik hiç Kürtçe bilmememe rağmen. Sonra sanki necip devletimizin hikmetinden sual olunmaz haşmetini Kürt vatandaşlarımıza iyice belletmek üzere memleketin doğusundaki her caddeye, her sokağa pervasızca istiflenen ve belki de sadece bu sebeple zırh yerine nefretle kaplanan dev polis araçlarının en küçük kurbanlarından birisi olan Mihraç Miroğlu ile ondan geriye kalan merdiven altı yapımı küçük beden bir Galatasaray parçalısı üzerindeyken ortak sevdamız olan Galatasaray’ımızın maçlarını birlikte izlerken yazdım. Yüreğimi usta bir demirci gibi dağlayan çocuk çığlıklarıyla o ağladı ben yazdım.
Ben yazdım o ağladı! Ardından resmi bir şarapnelle küçük bedeni paramparça edilen ve ancak anasının fistanında evine dönebilen Ceylan Önkol’la, cansız bedeni kendilerini bu kadim ülkenin “ebedi şef”i gibi görenler tarafından zırhlı bir aracın arkasına bir çuval gibi bağlanarak sokak sokak, mahalle mahalle sürüklenen Hacı Lokman Birlik’in aramıza katılmasıyla birlikte hayatlarının baharında yaşamlarına arsızca el konulmuş bu memleketin “sakıncalı” çocukları ve gençleriyle bir anda dolup taştı bizim küçük salonumuz.
Böylece arafta kalmış yarı ölü yarı canlı bir yazıcıyken, Çukurovalı kendi halinde bir ulakken, bu bütünleşme sayesinde bir anda ölümle sınanmaktan bıkıp usanmış koca bir halkın ve onların çocuklarının yıllar ve hatta asırlar boyunca çekmiş oldukları sonu gelmeyen çilelerine omuz veren; mecbur bırakıldıkları bu korkunç çaresizliklerine birlikte tutunmaya çalışırken yaktıkları her bir kadim ağıda göz yaşı olup söyledikleri ve belki de sessizce sığındıkları o her türküye ses olan “tam teşekküllü” bir ölüye dönüşmüş oldum.
Ve o andan itibaren elimde kana bulanmış küçük şişe suyum, önümde canımın sıçradığı fakir kahvaltım ve sevimsiz bir polis arabasının arkasında hunharca sürüklenen cansız bedenimle “I see dead people” diyen kendi ulağımın peşine düştüm.
Ekim bitiyor. 2022, Adana