Tahminlerinizin aksine bu iki siyah beyaz fotoğraflardan birisi, öğle arası molasında bir araya gelerek sigara veya kahve içerken kendi aralarında az biraz da hasbıhal eden 70’lerin İstanbul Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nde çalışan dönemin belediye işçilerine ait değildir. Bu fotoğraf, yaşlarına ve cinsiyetlerine bakılmaksızın milyonlarca masum insanın gaz odalarında toplu halde katledildiği tarihin görmüş olduğu en büyük, en vicdansız, en vahşi soykırımına imza atılan bugün Polonya sınırları içerisinde bulunan Auschwitz-Birkenau toplama ve imha kampında “insan iradesini kırmak” üzere vazifelendirilmiş dönemin faşist Nazi Almanyası subaylarına aittir.
Sanki bulundukları kamp ortamında her şey hayatın doğal akışında normal bir şekilde ilerliyormuş gibi arkalarında bulunan gaz odalarından dışarıya sızan insan çığlıkları eşliğinde kendi aralarında gayet rahat ve huzurlu bir şekilde sohbet ederek çay kahve içmişler ve işin daha garibi bu rahatlıklarını, mutlu mesut hallerini kayıt altına almak için de bu tarz fotoğraflar çektirerek o lanet “ari” tarihlerine bir anlamda kişisel kayıtlarını düşmüşler, imzalarını atmışlar!
Ünlü siyaset bilimci Hannah Arend, SS subayı Karl-Friedrich Höcker’in albümünden çıkan bu utanç fotoğrafını daha önceleri görseydi eğer, tahmin ediyorum ki siyasi literatüre geçen o müthiş “kötülüğün sıradanlığı” tabirini keşfetmek için Adolf Eichmann’ın Kudüs’te kurulan mahkemesini beklemek zorunda kalmayacaktı. Zira Eichmann’ın ruh halinde kendisini ele veren “kötülüğün sıradanlığı” aslında onun “vahşidaş” silah arkadaşlarının mümessilliğinde başta Auschwitz-Birkenau olmak üzere Nazilerin Yahudileri toplu halde yok etmek üzere buldukları “nihai çözüme” dair imza attıkları her alanda, her platformda kendisini fazlasıyla göstermişti zaten.
Yine tahminlerinizin aksine bu iki siyah beyaz fotoğraflardan bir diğeriyse, Auschwitz-Birkenau toplama ve imha kampında Friedrich Höcker gibi SS subayları tarafından iradesi özenle kırılan ve son nefesini köhne bir odada gaz soluyarak vermek zorunda kalan Nazizede bir kadına ait değildir.
Bu fotoğraf, kanser hastalığı 4.evreye ulaştığı için ne yazık ki sadece 5 yıl ömrü kaldığı söylenen, ancak buna rağmen nefretinden kan damlayan günümüzün kindar ve dindar(!) iktidarı tarafından tam 9 yıl hapis cezasıyla cezalandırılarak ömrünün muhtemeldir ki son yıllarını demir parmaklıkların ardında geçirmesi hedeflenen bir kadına, bir anneye ve bir evlada aittir.
Birbirlerinden çok farklı tarihlerde çekilen bu iki siyah beyaz fotoğrafı birbirlerine sıkıca bağlayan ayrıntı ise, fotoğrafların çekildiği tarihlerde ya da dönemlerde kötülüğün, insanı insan soyundan umudunu keser hale getiren şekilde tümüyle sıradanlaşması; adeta hayatın olağan akışı içerisinde küçük, önemsiz bir alışkanlığa dönüşmesidir!
Ki bu sebeple, artık hayatımızın bir parçası haline dönüşen sıradanlaşmış, örgütlü kötülüğün sebep olduğu ekonomik ve sosyal yıkıntılar arasında can çekişen iyilerin yaşama ve geleceğe dair umutlarının iyiden iyiye tükendiği ve direnmekle ölmek arasında vahşi bir seçim yapmaya zorlandıkları bu karanlık zamanların çaresiz tanıkları olarak yaşamaya çabalıyoruz hayatın bir yerlerinden de olsa tutunarak. Ama olmuyor sanıyorum. Yapamıyoruz. Hayatımızın hemen dibinde alacaklı gibi küstahça volta atan bu örgütlü kötülüğe karşı hiçbir koşulda direnemiyoruz. Direnemediğimiz için de ölmek üzere olan bir annenin çaresiz bakışları tümüyle esir alıyor yorgun nefeslerimizi.
Tıpkı “birdenbire tam 38 yıl öncesine döndüm. Annemle birebir aynı cümleleri kuruyorduk mesela. Yani 38 yıl sonra benim yaşadığımı kızlarımın da yaşayabileceğini hiç düşünmemiştim. Hiç böyle bir şey aklıma gelmemişti. Sonra Selahattin’le vedalaştık. En kısa sürede geleceğini söyledi. Ama ben çok zorlanıyorum.” diyerek o sırada söylediklerine kulak veren herkesi kendisi gibi göz yaşlarına boğan o asil kadının hüznünün tüm hayatımıza usul usul el koyması gibi.. Ya da kişiliksiz, prensipsiz ve tabii hazineden geçindikleri için de cari iktidarlar karşısında ziyadesiyle korkak olan memleket burjuvazisinin aksine tüm tabuları yıkmakla ün salmış ve ön almış yiğit bir iş insanının özgürlüğüne yıllardır el konulması karşısında elimizden hiçbir şey gelmiyor olması gibi…
Arkalarında bulunan gaz odalarından dışarıya sızan insan çığlıklarına aldırılmadan içilen çay kahvelerden, hayatın hemen hemen her alanının gaz odalarına çevrilmesini zerrece umursamadığımız günlere gelmiş durumdayız. Kötülüğün, birbirimizin görmediğimiz, duymadığımız, hissetmediğimiz acıları arasında açılan o derin yarıklarından sızarak sıradanlaştığını, buraların kurtuluşunun ise işte bu gerçeği hep beraber fark etmemizle gerçekleşeceğini ne zaman fark edeceğiz hakikaten çok merak ediyorum. Bu gerçeği fark ettiğimiz zaman anlayacağız ki, aslında özgürlüğüne el konulan sadece Selahattin Demirtaş ya da Osman Kavala değildir.
Kendisine ve sevdiklerine gökyüzünü haram eyleyerek göz göre göre ölüme bırakılan sadece Ayşe Özdoğan değildir. Her ne kadar kendileri fark etmemiş olsalar da o gaz odalarına balık istifi doldurularak topluca zehirlenenler sadece Avrupa’nın dört bir tarafından toplanarak o ölüm kampına getirilen Museviler değildir. Tüm Alman ulusu da o ölümüne solunan gazdan bir şekilde nasiplerini almışlardır.
Dolayısıyla Demirtaş başkan ve arkadaşları ne kadar özgürse biz ancak o kadar özgür olabileceğiz. Özdoğan ne kadar çok mutlu yaşayabilirse, sevdiklerine ne kadar çabuk kavuşabilirse biz ancak o kadar mutlu ve huzurlu olabileceğiz. Aksini düşünmek ya da aksi şekilde duyarsızca davranmak, bizi 40’ların Polonya’sındaki bir ölüm kampının huzur dolu çay sohbetlerinin birer parçası haline getirir ki, o “insanlık dışı”, utanç verici sohbetlerin sonunun nereye vardığını bugün tüm dünya milletleri gayet yakından bilmektedir.
/Ekim, 2021, Adana/