Sıcak yaz günleri, toprak damlı siyah bazalt taşlardan yapılmış evimizin damında tahta serili yün döşeklerde uyurduk.
Sabah ezanı ile gözlerimizi açar, güneşin doğuşunu seyrederdik. Aşağıda Süryani mahallesinde, inekler, buzağılar, öküzleri toplayan sığırtmaçların ıslık sesleri, çoban köpeklerinin havlamaları duyulurdu.
Elektrikler yoktu, sular derin kuyulardan çekilirdi. İki dükkan bir çarşı oy İdil İdil diye tezahürat yapılan futbol maçlarının oynandığı Mağale dediğimiz sahada toplanan şehrin büyük baş hayvanları,bağların arasında ki patika yollardan meraya çıkarken,arkalarından koyun keçi sürüleri giderdi.
Çok geçmeden kiliseden çan sesleri gelir,şehir uyanır çarşı pazara köylerden ürünler gelirdi.
Ürünlerin hepsi organikti, daha kimse suni gübre nedir bilmiyordu,ürünlerin genetikleriyle oynanmamıştı,insanlar GDO ile tanışmamıştı.
Kavun karpuz, accur, şımamoklar, üzümler, incirler, narlar, domatesler, patlıcanlar, kabaklar biberler, yoğurt konulan bakır bakraçlar, köy peynirleri, canlı canlı tavuklar, balıklar kendilerine ayrılan yerlerde rengarenk dizilir, kokuları uzaktan hissedilirdi.
Kamıştan yapılan sepetlerini alan halk alışverişe çıkar,sonbahar günleri kış hazırlığına başlardı. Salçalar, turşular, kuru üzüm pestiller yapılır,buzdolabı olmadığı için taş ve toprak evlerin en serin yerinde tel dolaplarda saklanırdı.
Lojmanların yanında küçük beyaz şirin bir ilk okulumuz vardı, açılmasına az zaman kalırdı.
Siyah önlüklerimiz, beyaz yakalarımız, lastik ayakkabılarımız vardı. Çantalarımız yoktu, defter ve kitapları koltuğumuzun altına alır, kurşun kalemleri silgileri, önlük ön ceplerine koyardık. Okul sayesinde resim çektirir nüfusa kayıt olurduk.
On yapraklı sarı saman kağıdı eski nüfus cüzdanımı hala saklarım.Dolma kalem ve siyah mürekkep el yazısıyla çok düzenli yazılmış, adım soyadım, doğum tarihim künyem hoşuma giderdi.
Sararmış sayfalarda ilkokul birinci sınıfa giderken çekilmiş eski fotoğrafıma bakınca, siyah beyaz belirsiz solmuş halime gülerdim.
Şehrin tek fotoğrafçısı Süryani Behnan amcayla kardeşi Hanna’yı hatırlarım, mavi gözleri sarı kıvırcık saçları hep aklımda.
Berber dükkanlarının beyaz badanası, iki metal koltuğu, kocaman işlenmiş ceviz çerçeveli aynaları, ahşap sarı sapları olan uzun beyaz tüylü traş fırçaları, aynı marka kremler, limon kolonyaları, sürekli bilenen keskin parlak usturalar, temiz havlular dikkatimi çekerdi.
Kışın saç bir sobada meşe odunları alev alev yanar, soba nar gibi kızarır, üzerinde sıcak su güğümü hep hazır olurdu.
Ek iş olarak üç ayaklı siyah beyaz fotoğraf çeken kocaman makineleri dükkanın önünde dururdu.Behnan usta siyah perdenin içine kafasını sokar, ‘’dikkat’’ çektikten sonra, fotoğrafları çekerdi.
Çocukları arkadaşımdı,yıllar sonra Avrupadan getirttiği içinde otuz altı poz taşıyan, fotoğraf makinesi ve aparatı olan kocaman flaşıyla düğünlerde bayramlarda resim çekerdi.
Nüfus cüzdanıma bakınca doğum günüm hep dikkatimi çekerdi.Birinci ayın birinde yılın ilk günü 01.01.19.. tarihinde doğmuştum.Yani sert bir kış günü, belkide karlar yağmış, toprak damlı evimizde, gözlerimi dünyaya açmış olabileceğimi düşünürdüm.
Annem bunun doğru olmadığını, İdil’de Süryanilerin olduğu Aşağı Mahallede ki evimizde, nisan ayının sonları Hristiyanların Paskalya Bayramında (yumurta bayramı), güneşli güzel bir bahar günü doğduğumu söylemişti.
Sonra takılır o kadar kara bir çocuktun ki çarşıdan özel kezvan sabunu alır defalarca yıkardım seni, belki beyazlaşırsın diye.
Kürtçe bir komedi tiyatro oyununda bu durum tiye alınmıştı. Tiyatrocu Murat Batki seyircilere soruyordu,-neden Kürtler hep 01.01. tarihinde doğmuşlar ? herkes şaşkın şaşkın bakarken, cevabını da kendi veriyordu.-Şayet dokuz ay onbeş gün doğum takvimini esas alırsak herkes 21 mart Newroz bayramı günü doğmuş olmalı? diyordu.
Resmi evraklarda gerçekler yazılı değildi,doğum yerim olarakta ‘’Harapşeref’’ köyümüzün eski adı vardı.Aynı cüzdanda köyü ibaresinin karşısına ‘’Dirsekli’’ köyün değiştirilmiş adı yazılmıştı.
Köyümüz ilçeye iki kilometre mesafedeydi çok yakındı. İlçede Süryanilerin Kiliseleri içinde olan bir kaç mezarlıkları vardı. Müslüman aileler az olduğu için ölülerini köyümüzün tarihi kabristanına götürür gömerdi.
Ardıç ağaçlarıyla dolu asırlık mezarlıkta,babamın babasından yedi ecdadımıza kadar aile mezarları vardı.Yüksek bir tepede yer alan mezarlığın arkası köy,etrafı bağlar ve Saklan deresiyle çevriliydi.
Kuzeyde kocaman bir meşe ağacı vardı,etrafı kesme taşlarla çevriliydi,adına Kokel deniyordu, bir nevi dilek ağacıydı.Yakın zamanda yıldırım düşmesi sonrası asırlık ağaç yanmıştı.
Geride Kokel harabesi kalmıştı,kadınlar dilek için gitmeyi sürdürüyordu.Ayrıca üzerinde kılıç resimleri olan bir çok tarihi mezar taşları yan yana diziliydi.Mezarların savaşta ölen komutanlara ait olduğu söylenirdi.
Mezarlıkta çok büyük bir Dağdağan ağacı vardı,altında yosun bağlamış kesme beyaz taşlardan yapılmış bir anıt mezarın içinde iki mezar dikkati çekerdi.
Rivayet edilir ki birbirini çok seven Guli ile Zeri’nin acıklı aşk hikayesinin anıt mezarıydı .Kız bir iftira sonucu öldürülünce Guli de canına kıymıştı,mezarları yan yanaydı,yaşları küçüktü,henüz onyedisinde kıymışlardı bu gençlere.
Ölünce beraber oldular aynı yere mezarları yapıldı,başlarında asırlık bir dağdağan ağacı yeşermişti.Definecilerin açgözlülüğü sonucu, kazmışlar tahrip etmişlerdi.
Hıristiyan din görevlilerinin, kilisede vaftiz esnasında tuttukları yazılı bir defterleri vardır. Bu kayıtlar resmi nüfus kayıtlarından daha sağlamdı.
Bir çok miras ve velayet davasında mahkemelerde bu kayıtları delil olarak gösterdiğimiz olmuştu.Çünkü vaftiz olanın anası, babası doğum tarihi bu kayıtlarda yazılırdı.
İlçede tek Avukat olduğumdan, bir çok miras, toprak, yaş tashihi, evlenme, boşanma davasını bu sayede çözmüştük.
Doğduğum ilçenin adı da değiştirilmişti. Hezex 1937 yılına kadar Mardin’nin Cizre ilçesine bağlı bir Süryani nahiyesiydi.
Evlerinin altı siyah bazalt taş, üst katı topraktan yapılan kerpiçten beyaz badanalı, kocaman avlulu bahçeli ‘’Oli’’ denilen iki katlı evleriyle şirin bir yerleşimdi.
Tarım ve hayvancılık başlıca geçim kaynakları olduğu için,alt katlarda hayvanların kalacağı yerler ile buğday, arpa, yiyeceklerin Kuvar dediğimiz topraktan yapılmış ambarlarda depolandığı odalar vardı.
Üst kattaki bir hol iki göz odadan biri misafir odasıydı.Tahta sedirlere yün döşekler üzerinde,beyaz el işlemeli yastıkları,bir camlı tahta vitrin,eski bir radyo en değerli aksesuarıydı.
Burada yaşayan halk kadim bir halktı, onbinlerce yıldır Mezopotamya topraklarında yaşıyorlardı. 1937 yılında İlçe yapıldı,halka sorulmadı, adı değiştirildi, ‘’İdil’’ oldu.Halk hala bugün Hezex diyor,İdil sadece resmi yazışmalarda geçiyor.
Süryanilerin yaşadığı Aşağı Mahalle de siyah beyaz taşlardan yapılmış eski değirmenin iki sokak üstünde kocaman toprak damlı bir taş evimiz vardı.
Evimizden Bayara sırtları,tarihi taş kilise,şehrin kocaman siyah taşlarla çevrili gölü,saklan deresi gözükürdü.
Babam ilçe Merkez Cami imamıydı. Bir oğlu daha dünyaya gelmişti. Nisan ayıydı, nergislerin güllerin, reyhanların en güzel açtığı, doğanın yeşile büründüğü, ağaçların gelinler gibi süslendiği bir gündü.
Çok sevdiği en yakın arkadaşı Bursa’lı Başçavuş Hasip’in tayini çıkmıştı, yolculayıp uğurlarken haberi almıştı. Arkadaşının adını bana vermişti.Benim adım Hasip olmuştu, bölgede çok az bilinen bir isimdi.
Yıllar sonra İdil’e gelip camide müftülükte babamın karşısına çıkmış,’’beni tanıdın mı’’ ? diye babama sormuştu.
Aradan yirmi yıl geçmişti,babam tereddüt geçirince ellerini uzatmış, beyaz tırnaklarını gören babam kucaklaşmıştı.Kirvesi Hasip başçavuş, yıllar sonra emekli olmuş,bembeyaz gür saçları sivil kıyafetiyle görev yaptığı İdil’e babamı ziyarete gelmişti.
Hasretle kucaklaştılar, çok çok gizli anıları vardı,bir birine güven duyarlardı.Bir hafta misafirimiz oldu,Suriye sınır boylarında gezdiler,eski arkadaşlarını ziyaret ettiler.
Yıllar sonra İstanbul’da Hukuk fakültesini okurken Bursa’ya gitmeye karar verdim,otobüsle yola çıktım, Bursa’dan Küçük Kargılı bucağına gittim.
Herkes Hasip başçavuşu tanıyordu, kocaman bir çiftlik kurmuştu.Beni görünce duygulanmıştı, adaşı Hasip büyümüş Hukuk fakültesi öğrencisi olmuştu.
Gündüz çiftliğinde gezdirdi,çok güzeldi akşam çiftlik evinde güzel bir akşam yemeyi hazırlamıştı.Masada kızarmış etler, ot yemekleri, çok güzeldi, sofrada yetmişlik rakısı duruyordu.
Ben çekingendim, daha o sıralar bira şarap dışında rakı içmezdik utanmıştım, ayran içerek eşlik etmiştim.Suriye sınırında görev yaptığı yılları ve babama olan güvenini anlatır dururdu.
Amcamlarımın,halalarımın sınır ötesinde köyleri vardı.Bin Xat-Ser Xat denilen şimdi AKP’nin 900 km.duvar ördüğü Rojava’daydı.Babam amcamlar çok sık gider,gelirlerdi.
Çok özel bir arkadaşlıklıkları olduğunu anladım,mahrumiyet bölgesinde bölgeyi çok iyi bilen babamla kurdukları arkadaşlık, dostluk çok güçlüydü. Yaşımız gereği her şeyi konuşamıyorduk,iyi biliyor ve anlıyordum ki çok büyük sırları vardı.
Nüfus cüzdanına kaydım ‘’01.01.19..’’ olarak yazılmıştı.Resmi kayıtlara göre baharda doğsamda kışın yeni yılın ilk günü doğmuşum gibi kaydedilmiştim.
Sonra aile nüfus kayıt tablosuna bakınca, kardeşlerimin hepsinin doğum tarihi birinci ayın, birinci günüydü, sadece yıllar değişiyordu.
Orta okulda okurken bir arzuhalcının yazıhanesinde çalışıyordum,ara sıra nüfusa gider,dilekçe yazanların nüfus kayıt örneklerini alırdım,baktığımda onlarda birinci ayın birinde doğmuşlardı.
Sonra avukat oldum,davaları giriyorum, özellikle ceza davalarında kimlik tespiti çok önemlidir,kimlik tespiti yapılmadan iddianame okunamaz,sorguya geçilemezdi. Bazen hakimlerle gülerdik, galiba Kürtlerin hepsi yılbaşında doğmuş,derdik.
Bölgede yaşayan Kürtler, Araplar, Süryaniler, Ermeniler, Ezidiler tuhaf bir şekilde hep aynı gün,yani birinci ayın birinci günü doğmuşlardı.
Yurttaş anlaşılan kayıtsızdı,nüfusta kayıt altına alınırken, askerlik, vergi, vatan borcu başladığından artık nüfus cüzdanı sahibi oluyordu.
Nüfus Müdürlükleri ilerde miras, ceza ehliyeti konularında ihtilaf çıkmasın diye,biyolojik ve nesnel koşulları dikkate alarak uyanıklık yapıyordu.Gebelik süresi dokuz ay on beş gün hesabı üzerinden gidiyorlardı.
İki doğum arası bir yıl olduğuna göre usul ve füruundan nesepte arıza çıkmazdı.Bu nedenle Ankara’dan başkentten gelen talimat ve genelgeler doğrultusunda nüfus memurlarımız, şip şak çekilen fotoğrafları on varakalı cüzdana yapıştırarak,bazen bir muhtar ilmühaberi ile yetinerek, nüfus cüzdanına doğum tarihini yazıyordu, ‘’birinci ayın biri.’’
Bizde doğum günü kutlama geleneği yoktur. Memurlar çocukların doğum tarihini daha doğru kaydederlerdi.
Ocak ayının birinde doğanlar oğlak burcundandı,oysa ben iflah olmaz bir boğa burcu sakiniydim.Fala inanmasam da, çok sık karşılaştığım bir soruydu.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde ilk nüfus kağıtları bir sayfa ve çizgili kağıda yazılıydı.Bu nüfuslarda doğum tarihlerinin çoğunun 01.07 diye başladığı dikkati çekiyordu.
Sonra Cumhuriyet dönemine geçildi, 1927 yılında ilk nüfus sayımı yapıldı. İlk nüfus cüzdanları 1928 yılında Osmanlıca 32 sayfa olarak basılmıştı.
1976 yılında tek kartlı cüzdana,2001 yılında kimlik numarasına günümüzde artık çipli dijital kimlik kartlarına geçiş yaşanmıştı.T.C.Kimlik numarası üzerinden artık hr yurttaş makul bir şüpheli olarak izleniyordu.
İnsanların köksel kalıntılarına merak hep vardı. Şehirlerin, halkların geçirdiği değişim farklıydı. Dil, kültür, inanç zamanla değişiyordu.
İlçemizin ilk ismi Zarih’ti (ziraatçi,tarımla uğraşan) sonra Cumhuriyete kadar Hezex (cesur anlamında) olarak geçiyordu.
En son Timurlenk’in istilasına uğramıştı. Süryaniler şehrin ortasında bulunan,kuzeye ve güneye açılan uzun karanlık su dehlizlerin olduğu çeşmeye Timurlenk adının verilmesine çok kızıyorlardı.
Çeşmenin yukarısında Babzeccal Ateş tapınağı,yanında tarihi Meryem Ana kilisesi vardı.
Çünkü Timurlenk Hezex’i talan eden yakan yıkan bir barbar olarak anılıyordu. İdil belediyesi siyah bazalt taşlardan çeşmeye kemerli girişler,merdivenler yapmıştı.suların aktığı karanlık uzun dehlizlerin temizlenmesi,çeşmelerin yenilenmesi için belediye başkanlarıyla konuşmuştum.
Son olarak 2016 yılında İdil ilçesine giriş ve çıkışlar yasaklanmıştı.Tarihi mahallede hiç bir güvenlik sorunu olmadığı halde, güvenlik nedeniyle patlayıcılarla çeşme harap edildi toprakla dolduruldu.AKP iktidarı Timurlenk’ten beterini yapmıştı.
Babam bir arkadaşıyla Kışla mahallesinde askeri birliklerin, terk ettiği, bir kışlayı satın almışlardı. Cezaevi olarak kullanılan tarihibir kilisenin yanında kocaman dut ağaçlarının olduğu yerde birkaç siyah taşlı, toprak damlı ev vardı.
Babam en büyük olan Dört odalı kocaman taş evi almış yerleşmişti. Bu bina ilçenin ilk Kaymakamlık ve Adliye binasıydı, her odada bir görevli vardı.
Otomobiller ve yollar henüz yoktu,şehre bağlanan toprak yolda askeri cipler, cemseler dolaşırdı.Bir Hasko denilen bahçemizin çeşmesinden askerler kadana denen katırlar ile su taşırdı.
Babamın üç rahvan atı vardı,onları harmanlık yerlerde göl kenarında gezdirirdik.
Doğanın güzelliği, bereketi, insanların sıcaklığı bu küçük şehirde hissedilirdi.Memurların ilk tayin yeri ve göz ağrılarıydı.İlk çocukları burada doğar çoğu çocuklarına İdil adını verirlerdi.
Mehtapları öylesine meşhurdu ki insanı kendinden alır, farklı dünyalara çeken bir gücün manyetik kollarına bırakırdı.
Bir kaç komşu, arkadaş olunca, en sıcak dostluklarda, paylaşımlarda, aşklarda burada yaşanırdı.
Çok eskiden bir Kaymakamın eşinin ‘böylesi güzel bir mehtapta yazdığı ’İdilname’’ isimli şiiri elden ele yıllarca dolaşır okunurdu.
Rivayet edilir ki yazın, damda güzel bir mehtapta Süryani şarabı eşliğinde efkarın tavan yaptığı, duyguların şahlandığı bir anda bu şiir yazılmıştı.
Çocukluk yıllarım güzel geçiyordu.Süryani ve memur çocukları olan arkadaşlarımla,güzel oyunlar oynardık.Bunlar kelavir, ziç, kap, gar, kaşo makaradan yapılan pervane uçaklar, tel el arabaları, top oynamak en sevdiklerimdi.
Birlikte tarlalardan taze nohut, bostanlardan karpuz kavun ve şımamok, bağlardan üzüm, badem, incir, armut, çalmak müthiş bir zevkti.
Herkesin bağı ve bostanı olmasına rağmen,biz çocuklar dadanır muziplikten yapar eğlenirlerdik.
Birinde armut ağacının tepesindeydim, elinde av tüfeği ile Süryani bağ sahibinin -in aşağı sesiyle,irkildim ve inip kaçmıştım.
Birinde de arkadaşlarım dört beş karpuz kavun koparmış,topluca etrafına oturmuş yerken,bostan sahibine yakalanmışlardı.Bostan sahibi karpuzları kafalarında kırmıştı,üzerleri kırmızı karpuz suları,sarı kavun çekirdekleri perişan halde kaçarken rastlamıştım onlara.
Bizim bahçeye Birhasko’ya getirip, elbiselerini yıkayıp kurumalarını sağlamıştım.Meğer bostan sahibi bunları görünce pusuya yatmış, çocuklara bir ders vereyim demişti.
Süryani Werdi teyze çocuklardan illallah etmişti.Kuruttuğu üzüm, incir cevizli sucukları, bembeyaz örtülere yaydığı pestilleri iki katlı kilisenin damına sermişti.
Çocuklar dama çıkamıyordu, duvarlar yüksekti, bir araya gelip bir yol yöntem aramışlar sonunda bulmuşlardı.
Kedinin kuyruğuna ip bağlayacaklar, dama fırlatacaklar,çekince kedi tırnaklarını pestillerin olduğu beze geçirecek,aşağıya çekecekler alacaklardı. İkinci denemede başarılı olmuşlardı,Werdi’nin gazabından korunmak için, korkusundan bir hafta mahalleden kaçıp gizlenmişlerdi.
Komşumuz Süryani Meryem Beyrut’a, ilk çocukluk arkadaşlarım Amerika,Arjantin ve Avrupa’ya göç ettiler. Böylesine kaynaşan, oyunlar oynayan çocuklar, bayramlarda beraber gezerdik. Sonra Süryaniler,Ezidiler köylerini şehirlerini terk edip Avrupa’ya göç ettiler.
Bir yılda hıristiyanların iki müslümanların iki toplam dört bayramı da kutlanır şeker yumurta toplarlardık.Birde kirvelerimin kaldığı,Kivah isminde Ezidi köyümüz vardı,onlarında iki bayramı eklenince altı bayram olurdu.
Yedinci ve hepimizin ortak olarak kutladığı Newroz bayramında, aynı türküleri söyler, ateşi yakar,birlikte halaya dururduk.
Resmi devlet bayramlarında Müslüman din adamı olan babam ile Süryanilerin dini temsilcisi hep beraber katılırdı. Aslında aynı aşirete mensup olmanında bir bağı vardı.
Yıllar sonra, velim olan P.Yusuf Sağ Süryani katoliklerin lideri olarak bir dini bayramda,yanında ki Hahambaşı İsak Halev ile Rum ve Ortodoksların liderlerine dönüp,’’aslında biz Hasip beyle aynı aşiretten akraba sayılırız.Bakmayın tarihe, Kılıç korkusuyla onlar müslüman oldular, biz kendimizi koruduk’’ diye takılırdı.
Söyledikleri doğruydu, bir gerçek daha vardı 1915 yılında ‘’Fermana Fillaha’’ yani sultanın hristiyan fermanı yalnızca Ermenileri değil,Süryanileri de kapsamasına rağmen,ayakta duran direnen ve aşiret bağlarıyla Memanların (aşiretimizin) desteğini alan Hezex Süryanilerinin direnişini ve korunmasını da tarih not eder. Şemun’i Hanna’nın emrinde yirmi bin silahlı güçten söz edilirdi.
Hezex Evliya Çelebinin seyahetnamesinde, çepeçevre bağları bahçeleri ile ünlüydü.Karşısında güneyinde sönmüş yanardağ Gire Elim vardı.Kuzeyinde Gabar dağları yükselir,batısında Midyat/Nusaybin doğusunda Cizre gibi kadim tarihi şehirler ve Cudi dağı vardı.
Timurlenk’in istilasına uğrayan şehrin, Pers kralı Darius açısından çok önemli bir stratejik merkez olması dikkat çekiyordu.
Tarih bir farklı gerçeği daha yazıyordu,Antakya ilk kilise ve Metropolit iken Hezex tarihte hristiyanların ikinci metropolit merkezi olarak geçiyordu.
Meryem Ana Kilisesinin arkasında bugün dahi ayakta duran, harçsız siyah bazalt taşlardan yapılan Bab Zeccel Ateş tapınağı, bize tarihin antik ayinlerinden fısıldıyordu.Timurlenk çeşmesine yakın iki ibadet yeri Milattan öncesi ve sonrası inançların birer merkezi olarak İdil’in tarihi hakkında bir fikir veriyordu.
Ateş ve güneş yaşadığımız kadim topraklarda kutsaldı.Bazen tanrı, bazen anlaşılamayan tarihi doğa olaylarında bir bilinmeyendi. İkiside ısıtır aydınlatırdı, masallarda, hikayelerde, şarkılarda tapınaklarda, kaya resimlerinde hep vardı. Kolyelerde, yüzüklerde, kadınların Dak dediği dövmelerde nedense hep ateş ve güneş vardı.
Son olarak dayımın taziyesi için 21 Kasım 2017 tarihinde İdil’e gitmiştim. On bin fit havadayız,bulutların ipeksi dansı içinden süzülerek,hosteslerin ikram ettiği sıcak sandviç yanında çay içiyorum.
Kaptanın ‘’Şırnak Şerafettin Elçi Havalimanına inişe geçiyoruz’’ anonsu üzerine koltuklarımızı dik duruma getirdik,kemerleri bağladık.
Diyarbakır surlarının, Hevsel bahçelerinin üzerinden,yakılıp yıkılan tarihi Sur mahallesine, Gazi köşküne, Dicle nehrinin kıvrımlarını izliyerek Botan çayını solumuza alarak uçağın şaşmayan rotası üzerinden gidiyoruz.
Aşağıda Dargeçit (Kerboran) gözüküyor. Halilan üzerinden, Hasankeyfi sular altında bırakacak olan Ilısu barajına bakıyorum.Henüz su tutmamış,ama yakında muhtemelen bu kış karlar eriyince, bahar yağmurları sularıyla dolacak ve geride on binlerce yıllık bir tarihi suya gömecek.
Çağımızın en büyük,en hazin tarihi, kültür doğa katliamına tanık olacağız. Hasankeyf’te Zeynel Abidin türbesini, dev tekerlekli tırlarla taşıyan iktidar, çok tanrılı dinlerin, ateş ve güneş tapınakları, Havra, Kilise Camileri, minareleriyle sulara gömecek.
Uçak daha da alçalmıştı,artık dayılarımın köyü Hespist üzerinden geçiyorduk. Basak Dera bölgesi,Hedil Ömeryan mıntıkası ve Alikanların köyleri, derin vadilerin kanyonların üzerine sıralanmıştı.
Solda Gabar dağları yamacında Fındık beldesi,dağın kavuğunda, aşağıda Basa (Güçlükonak) gözükmüştü.Hespist köyü halkın ‘Nuvala Qoriye’ diye adlandırdığı, derin kanyon, Bor ırmağı ve Dicle’ye karıştığı nokta,çocukluğumun, gençliğimin en güzel anılarıyla doluydu.
Googlede haritadan dahi görebildiğim,Bor ırmağı ve Dicle’nin birleştiği noktada, büyük dayımın pirinç tarlasının köşesinde ki büyük beyaz kaya olduğu gibi duruyordu.
Bu kaya bahar sularıyla yıkanır,tertemiz olurdu.Yeşil soğan, ırmak kıyısında kayalıklarda topladığımız acı tere tadında ‘’tüzük’’, otlu peynir , tandır ekmeği, ırmakta yakaladığımız balıklar, çocukluğumun en keyif aldığım anlarıydı.
Buradan sonrası Dicle’nin kıvrıldığı,Alodino kalesinin üzerinden uçarak,Finik kalesini geride bırakarak, Tilila köyü ve tarihi harap bajarın üstünden uçağımız tam inişe geçmişken, birden pas edip yükseldiğinde yolcular heyecanlanmıştı. Havalimanında iki uçak vardı, birisi kalkış pozisyonu almıştı, peron üç uçağa dar geliyordu.
Uçak köyümüz üzerinde dolaşmaya başlamıştı.Sonra Hoser’e yöneldi, Bedirhan begin komutanı Tahire Mehmo’nun Zevik köyü üzerinden uçarken,Süryanilerin kaldığı tarihi Dara köyleri zeytinlikleri, Kasrik Boğazı, Cudi dağları, sol camdan gözüküyordu.
Ortaokulu okuduğum Cizre ilçesi üzerinden Pira Bafid, sağa yönelen uçakta, Saklan deresi,İmerin (Dicle) nahiyesi Suriye’ye uzanan muhteşem düz tarlalardan, Derik gözüküyordu.
Cizre’nin Nur ve Cudi Mahalleleri savaştan çıkmış gibi harabeye dönmüştü.Bodrum katlarında katledilen insanları düşündüm.
Uçak Saklan deresi, Kavile Bana, Hoser üzerinden doğudan piste iniş yapmıştı. Uçağın merdivenlerinden inerken, havalimanın tanıdık görevlileri hoş geldin deyip selamlaştılar.VİP bölümüne yöneldik,yeğenim ve amcamın oğlu karşılamaya gelmişti. On dakika sonra evde olacaktık.
Yedi Haziran 2015 seçimlerinden sonra İdil’e ilk gelişimdi. Büyük acıların yaşadığı topraklara, Diyarbakır, Mardin, Kızıltepe, Nusaybin, Midyat’a gitmiştim, sekiz yıl vekili olduğum ilime bazı zorunlu nedenlerle gidememiştim. Dayımın ve bazı akrabalarmızın vefatı nedeniyle, taziye ziyaretine gelmiştim.
İdil girişi rampanın başında bir Kalekol inşa edilmiş, beton duvarlar,arama noktaları kurulmuştu.İlçeye giren tüm araçlar aranıyor, yolcuların kimlikleri bilgisayardan GBT incelemesinden geçiyordu.
Avukat kimliğimi uzatıyorum,normal olarak OHAL hukukunda dahi avukatlar aranmaz,kimliğe bakılır geçilirdi.
On dakika bekledikten sonra, ilçeden hızla gelen sivil beyaz doblo bir araç yanımıza yanaştı.İçinde dört sivil polis görevlinin olduğu araçtan genç bir polis memuru yanımıza geldi.
İlçeden ayrılana kadar, güvenlik nedeniyle bize refakat edeceklerini söylediler. Proğramımızı, nerede kalacağımızı, nereye gideceğimizi sordular. Geleceğimi öğrenmişler abimin işyerine gitmişlerdi.
Güvenlik sorunum olmadığını, ilçenin çoğunun akrabam olduğunu söyledim.Görevli bize verilen emir böyle, dedi. Daha öncede avukat olarak İdil’de sıkıyönetim ve OHAL dönemini yaşamıştım.
Bu kez çok farklı bir ‘’Savaş hali’’ uygulaması vardı. Güvenlikten öte adeta gözetim altındaydık.Nereye gidiyoruz, kiminle görüşüyoruz, herşeyin rapor edilmesi gerekiyordu.
Aklıma 1992-93 de konsept yılları geldi. Milletvekilleri gidince görüştükleri herkes gözaltına alınırdı. Şehir merkezine Güneydoğu Kırtasiyenin önüne geldik,büyük abim bizimle Atakentte bulunan taziyeye gelecekti.
Şehrin eski hali yoktu yıkılmış, yurttaşa imar yasağı getirilmişti.Evinin bahçe duvarını dahi yapamıyordu.Sadece TOKİ, yakılan yıkılan evlerin yerine, çok çocuklu ailelerin sığımayacağı yetmiş seksen metrekarelik blok apartmanlar yapıyordu.
Eski Kaymakam lojmanını geçince parti binamızın, Belediyenin yerle bir olmuş görüntüleri bizi karşıladı.Eski Öğretmen Evini yıkmışlar, yerine dev gibi bir Kalekol inşa ediliyordu.
Belediye ise yıkıldıktan sonra, Kültür Merkezi binasına taşınmıştı.Biraz ötesi Birhasko ,annemim kaldığı bahçeli ev vardı.Çeşmesi suyu olduğu için, resmiler memurlar Subaşı diyordu.
Atakent Mahallesinde caminin altında ki taziye evine vardık, fatihamızı okuduk,çaylarımızı içtik.Çoğu akraba beş ayrı taziye daha olduğu söylenince,karanlık olmadan bir kısımını ziyaret edelim, diyerek dışarı çıktık.
İstanbul’dan getirilen, SODEP ilçe başkanı olduğum dönem öncesi, CHP ilçe başkanı olan dayılarımdan İzzetin Nergis’in yeğeninin taziyesine gittik.
Akşam geride kalan tek amcam Mala Hüseyin’in ziyaretine giderek sürpriz yaptık.Son olarak çocukları kemik yaşı ölçümü yapmış 126 yaşında olduğunu söylüyorlardı.Gözleri görüyor kitap okuyabiliyordu.
Kulakları ağırlaşmış, konuşmak için sesimizi yükseltmek zorunda kalıyorduk.İlk sorduğu eşiminde gelip gelmediği oldu, çok seviyordu, sonra çocukları tek tek sordu.
Çaylar gelince felsefe, Kürt edebiyatı, Feqiye Tayran, şiirler, anılar durmadan anlatıyordu.
Suriye’den Türkiye geçişini anlatırken,durumum çok iyiydi,buna rağmen Cumhuriyet kurulunca, ‘’ Şam şekire Welat şerine’’ deyip, sekiz ceddimize kadar yaşadığımız,Asri Kabristanı ile Harapşeref köyümüze gelişini anlatıyordu.Söze başlarken,
-Ben dört sultan gördüm (Abdülhamit, Reşad,Vahdettin, Abdulmecid) sonra Cumhuriyeti.Hiç bir arkadaşım kalmadı.Müzip yeğenlerden biri takılıyor. -Amca dört değil beş sultan gördün, diye.
Akşam eve dönmüştük.Abim yeni yapılan apartmana taşınırken, çok direnmiş, eski taş evlerden yapılan evlerimizde kalorifer yoktu.
Önce şehir merkezine,kırtasiye dükkanına uğradık. Güvenliğimi sağlayan, gece dahil nöbet tutan görevliler, proğramı sordular, yeğenlerim bilgi verdi.
Harapşeref köyüne gidecek Asri mezarlıkta bir fatiha okuyup,elli yıl muhtarlık yapan amcamın oğlu Hacı Mustafa’yı ziyaret edecektik.İlçe çıkışında mezarlık önü kalekol arama noktasıydı.
İlçe sınırlarının ötesinde Jandarma görevi devir alıyordu.Polisler orada bekledi,dönünce tekrar görevleri sürecekti.İlçenin tüm çıkışlarında arama noktaları vardı.Köyümüz Harapşeref çıkışında büyük bir jandarma kalekolu ve arama noktası yapılmıştı.Hespist ve Fil yol ayrımında üç köyden gelenler hergün kimlik-GBT işleminden geçiyordu.
George Orwell’in 1984 romanı aklıma geldi.Büyük gözaltı vardı.Günümüzde gelişen teknik, insansız hava araçları, radarlar yetersiz kalmış olacak ki,ilçemiz İdil ve iki kilometre ötede olan köyümüz Harapşeref arasında araç okuma radarları, OBS ler vardı.
En ilginç görüntü Saklan deresi üzerinde olan köprünün içine demir ağ çekilmesi ve üzerinin dikenli tellerle kaplı olması dikkati çekiyordu.Şehrin Midyat çıkışı, Barım köyüne oradan İpek yoluna çıkan güney çıkışına da kalekol yapılmıştı.
Yabancı birisi buraları tanımayan birisi, Irak Musul’a veya Rakka’ya giden bir güzergahta olduğunu sanırdı.Şehir yasakları, çatışmalar sonrası, durum Şırnak ilinin ve diğer ilçelerin tamamı için aynıydı.
Büyük bir gözaltı ve savaş hali durumu, güvensiz tedirgin, kaygılı bir ruh haline evrilmişti.Konuştuğumuz halk en çok aşağılayıcı ve kimliğine değerlerine yönelik hakaretlerden yakınıyorlardı. Bir yaşlı amca anlattı;
-Hergün köyden ilçeye giderken gelirken aynı kalekol arama noktasından geçiyoruz.Onlar bizi biz onları artık tanıyoruz.Yine bekletme,bilgisayardan tarama bahanesiyle tutma oluyor.Bazı ırkçı görevliler bizimle dalga geçiyor.Bayrağı gösterek;
-Baksana nasıl nazlı nazlı dalgalanıyor.Diğer bir görevli soruyor;-İçinizde İslam var mı? dayanamadım,bir gün dedim ki.
-Kimlikler sizde bizde İslam soyadında kimse yok.Biz Allaha şükür hepimiz müslümanız.Anlatırken gözleri buğulandı, kelimeler boğazında düğümlendi,dedi ki
-İnan bize en çok dokunan dilimizden, kimliğimizden, inancımızdan dolayı yaşadığımız aşağılamalar onur kırıcı davranışlardır.Kızılcıktan yapılma bastonuyla toprağı eşeleyip;
–Hepimiz bu dünyadan göçüp gideceğiz,insanlık onurunu ayaklar altına alarak,ne yapmak istiyorlar,anlamıyorum.
Çözüm süreci ve ateşkes dönemleri toplam beş yıl çatışmasızlık yaşanan günlerde,Şırnak ilinde çatışmalar ölümler durmuştu.Barış ve huzur ortamı vardı.
Arada kesilen ateşkesler bitince üç yıl ağır sonuçları olan bilançoyu ortaya koyuyordu. Operasyonlar, gözaltılar,tutuklamalar durmuyordu.
Şırnak’ın iki dönem tüm belediye başkanları görevden alınmıştı.Son olarak 15 Temmuz darbesiyle tüm il ve belediye encümenleri, başkanlar, vekiller görevden alınmaya başlanmıştı.Bir şehrin tüm temsilcileri yasaklıydı.
En güçlü olan iktidar partisi dahi yüzde onun altında oy alıyordu.OHAL hukuku devamlı kılınmış,kayyumlar, atananlar seçilmişlerin yerine kurulmuştu,milletin iradesini gasp etmişti.
Asker polis sayısı arttırılarak, kalekollar inşa edilerek askeri çözüm yanlışlığını sürdürenler tutanamıyordu. Seçim hileleri,devletin operasyonlarda ortaya çıkan ırkçı milisler, karanlık yapılar, patlayan bombalar yiten canlar, günlük sıradan olaya dönüşmüştü.
Yıl 2021 bugün birinci ayın biri,çocukluğumdan hiç bir eser kalmamıştı.