Rejim sadece güvenlik güçleriyle, istihbart örgütleriyle kendini korumuyor. İstihbarat örgütünün 5.kolu olarak çalışan gazeteciler, süsleyip, püsleyip piyasaya sürülen şaklaban sanatçılar, rejimin arpalıklarından beslenen işadamları, istihbarat roporlarına göre karar veren mahkemeler ve bunların hepsiyle içiçe çalışan mafya örgütleriyle kendini korumaya alıyor.
Bu durum sadece bugüne ait değildir. Bu gerçeklik tarihin her döneminde varolan ve bu rejim devam ettikçe de varolacak olan kaskatı diktatoryal, sömürü ve baskı rejiminin ayakta durmak için kullandığı organlarıdır.
Onun için diyorum ki tartışmayı partiler üzerinden değil rejim üzerinden yürütmek gerekir. Evet siyasal partiler de rejimin organlarıdır ama, rejim partilerin hükümet etme durumuna göre değişmiyor.
İktidara getirilen parti ya da partilere tanınan ekonomik alandır, ekonomiye ilişkin düzenlemelerdir. Ekonomik alan ise rant alanıdır.
Yani partilere deniyor ki, bizim ihtiyaçlarımızı karşılayın, ekonomik alanla ilgili düzenlemeleri yapın ama “bal tutan parmağını yalar” misali bir kısmını da götürebilirsiniz.
Dikkat edilirse dünyanın hırsızlıkları, yolsuzlukları yapılır ama istisnaların dışında ekonomik suçlarla ilgili kimse hapis yatmaz. Onlar da usülüne göre yolsuzluk, hırsızlık yapamayanlar, yüzüne,gözüne bulaştıranlardır.
Peki kim bu rejimin sahipleri ve gerçek yöneticileri? Ülkeyi yönetenler kim? Neye göre yönetiyorlar? Nasıl yönetiyorlar?
Başından beri rejimin gerçek sahipleri asker, istihbarat ve bürokrasidir. Bunların da görünenleri değil görünmeyenleridir. Yani özel harp dairesi, özel ordu güçleridir. Kısacası gladyodur, derin devlettir.
Başından itibaren kırmızı kitap denilen, anti-komünist, anti-demokrat, anti-Kürt ilkelerini içeren kitapta yazılan çerçeveye göre yönetmektedirler.
Sovyet sistemi çöktükten sonra komünizm tehlike olmaktan çıktığından şimdi anti-demokrat ve anti-Kürt çerçevesinde yönetmektedirler. Bütün korumlar buna göre şekillenmiş ve çalışmaktadırlar.
Ama derin devletin elemanlarının ezici çoğunluğu Balkan ve Kafkas göçmenlerinden oluşturulmaktadırlar.
Bunun nedeni azınlık psikolojisiyle çoğunluğa yaranmak için daha gaddar olmalarıdır.
Bu gelenek Osmanlı’nın Enderun siyaset geleneğidir. Osmanlı’da Hristiyan çocuklar alınır Enderun okullarında eğitilir ve devlete memur yapılırdı. Aynı gelenek şimdi daha sinsice sürdürülmektedir. Ama ağırlıklı olarak Balkan ve Kafkas göçmenleri bu alanda yetiştirilmektedir.
Balkan ve Kafkas göçmenleri içinde elbette demokrat, devrimci, ilerici insanlar da var. Bunlar zaten ilericiliğin gereği olarak demokrasi mücadelesinin içindedirler.
Rejimi yürüten kurumların içindekileri de birbirlerine denetlettiriyorlar.
Bir örnek; Ahmet Türk birgün o zamanın genelkurmay başkanı olan Doğan Güreş’le görüşmeye gitti. Gelince bize şöyle dedi, “Doğan Güreş ile konuşurken konuşmamızda Kürt sözcüğü geçince arkasına, sağına, soluna tedirginlikle baktı.”
Soru şu; O dönem bir başçavuşun bile gazete manşetlerini belirlediği, askerin dediği her şeyin talimat olarak algılanıp hukümetlerin uyguladığı sürecte genelkurmay başkanı konuşmada Kürt kelimesi geçince kimden korkuyor? Genelkurmay başkanının da üzerinde kim vardı?
İşte size derin devlet!
ÖZET: Rejim aynı rejim değişen tetikçilerdir. 1920’lerde İstiklal Mahkemeleri vardı, 80’lerde sıkıyönetim mahkeleri vardı, 90’larda DGM’ler vardı. Bugün de Ağırlaştırılmış Ceza Mahkemeleri var.
1920’lerde Nazım’lar, Sabahaddin Ali’ler yargılanıydu, 70’lerde Aziz Nesin’ler, Musa Anter’ler yargılanıyordu. 80’lerde Ahmet Türk’ler, Mehdi Zanal’ar, Terzi Fikriler, 90’larda parti, gazete yöneticileri, bugün Demirtaş, Kavala ve HDP yöneticileri yargılanıyor.
Dün Topal Osman vardı, bugün Çakıcı, Peker…var.