Deniz Poyraz öldürüldü, daha öncekiler gibi öldürüldü. Kalleşçe öldürüldü. Tarihi boyunca ne dostlukta ne de düşmanlıkta mert olamamış, “namertlik nedir, kitabı var mıdır” diye sorulacak olursa, şaheserini yazmış bir devletin her zaman elinin altında bulundurduğu sefil bir katil tarafindan öldürüldü. Ve Kürt halkı bazen topluca bazen de tek tek öldürüldü ama hep öldürüldü, yaşama hakları TC tarafından her zaman elinden alınarak öldürüldü.
Net ve görünür olan bir gerçeğin anlaşılmaması, görünür olmaması için konuyu çetrefilli hale getirmek amacıyla yapılan herşey gerçeği ne kadar bulanık bir hale getiriyorsa, cevabı belli olan bir sorunun da cevapsız kalması için aynı yöntem izlenip onlarca komplo teorisi ortaya atılıyorsa, o konu da sorular içinde boğulmaya mahkumdur.
Öncelikle doğru cevaplar almak için doğru sorular soralım. TC devleti demokratik mi, zorla ele geçirdiği sınırları içinde yaşayan halkların varlığını kabul ediyor mu, talan, yağma, soykırım uyguladığını kabul ediyor mu, kendi sınırlarının dışında emperyal amaçlı politika izliyor mu, yasaları ve toplumsal hayatı insan hayatına değer veren, demokratik örgütlenmelerin önünü açacak nitelikte mi, devlet denilen kavramın kutsal olmayıp, geçici bir üretim ilişkilerinin geçici bir dönemine karşılık geldiğinin bilincinde mi? Bu soruların cevabı herkesin bildiği cevaplardan oluşuyor. Görüldüğü gibi daha temel sorulara bile cevap verirken nitelik ortaya çıkıyor.
Ortada bir demokrasi veya kardeşlik sorunu olarak nitelendirilebilecek bir sorun yok, ortada bir işgal sorunu var ve bu işgalin çıkış noktasından başlayarak soykırım, talan, yağma sorunu var. Ortada Kurdîstan, Pontos, Ermenistan sorunu var. Böyle bakmadıktan sonra doğal olarak “efendim cumhuriyet kurulmuş ama işte feodal gericiler, emperyalist güçler” diye saçmalamanın sonunun olmadığını kanıtlamaktan öte birşey konuşulmaz.
Demokrasi, barış, vicdan ve bir canlıya duyarlılık gibi kavramlar kısa sürelerde oluşacak değerler değildir. Kuşaklar boyunca eğitim gerekir. Örneğin hiç Kurdîstan’da Türk olduğu, Türkçe konuştuğu için birinin bıçaklandığı, öldürüldüğü görülmedi ama TC’nin birçok şehrinde bunlar defalarca yaşandı, yaşanmaya da devam edilecek. Bu nedenle sorunu “demokrasiyi kurmanın, barışı inşa etmenin” zorluklarına bağlamak, çözümü gelecek kuşaklara ertelemekten öte başka bir anlamı yoktur.
Bütün halkları soykırımdan geçirmek bir yana kendi muhaliflerini de darağacına gönderen, böylece dikensiz gül bahçesi yarattığını sanan Kemalistler neden yüzyıl boyunca demokrasi ve barışa dayalı bir toplumsallık kurmayı hedeflemediler, gerçekleştirmediler? Sabahattin Ali, Serteller, Nazım, Dino ve daha birçok kendi aydınları da kıyımlardan paylarını almadılar mı? Dillerine dolamayı pek sevdikleri PKK’de yoktu o zamanlar?
Anlaşılması ve kabul edilmesi gereken gerçeklik ortadadır, bu nedenle kem küm etmeye gerek yoktur. Öyle hayranlık duyulacak demokrasileri varmış da ona kurşun sıkılıyormuş. Bir de gözümüzün içine baka baka bunu söyleyebiliyorlar.
Daha özgür, daha adil, daha eşit ve demokratik bir ortamda yaşamak için ilk i̇ş bu devletin ve bu yapısının ortadan kaldırılmasıdır. İnsanları gerçek sorumlunun TC değil de, faşist veya dinci ya da kerameti kendilerinden menkul sosyal demokrat geçinen partiler olduğu ve bu nedenle bu partiler işlevsizleşince devletin de demokratik bir yapıya kavuşacağı hayaliyle oyalamak sonuçsuz bir çabadır. Ve kitleler gerçek talep sahiplerinin peşinden giderler bir süre sonra.
Sürekli “hesap soracağız, barışı kuracağız” söylemlerinin ardındaki politik adımların ne olduğunu bilmek hakkımızdır. Yargısı, siyaseti, kurumları ve halkıyla birlikte tepeden tırnağa faşist, ırkçı ve sömürgeciliğe bulaşmış bir güruhun neyiyle olacak bunlar? Az sayıdaki bir avuç Türkiyeli devrimcinin mücadelesi de kendi sesinde boğulmaktan öteye gidemiyor ne yazıkki. Komünist partileri, İşçi partileri, sendikaları daha “Kurdîstan bir sömürgedir” tespitini bile yapmaktan imtina ediyorlar, sorunu üniter bir devlette çözülebilecek “demokrasi” sorunu olarak görüyorlar.
Öldürülenlerin cenaze törenlerine izin alınması bile artık kazanım olarak görülüyor. Zindanlar, evler, mahalleler bir ateş yuvasına dönüşmüş. Insanlar dayanılmaz koşullara karşı, insanüstü bir direnç gösteriyorlar. İçeriği olmayan “herkes için adalet” gibi süslü sözlerin karşılığı yok, nasıl olsun? Gelip bizleri öldüren, onurumuzu çiğneyen katillerle hangi adaleti sağlayacağız? Alın Şenyaşar ailesinin uğradığı zulüm, Roboskî, T. Elçi, Sur, Cizre temel bir iki örnektir.
Sorun nettir, sömürgecilerle süren savaş bir üst aşamaya evrilmiştir, hep söylenen terane gerçeklik kazanmıştır; bu durum artık her iki taraf için de beka sorunu olmuştur. Bunun bir savaş olduğunu TC bilerek hareket ediyor, yasaları, kurumları aynı safta dizilip mevzi alıyorlar ama bizlere halen nutuk atılıyor. Hesap vereceklermiş, nasıl verecekler, sömürgeci yargılarıyla mı verecekler?
Deniz Poyraz’ın katledilmesine duyulan patlamanın doğru anlaşılması gerekir. Bir patlama noktasına gidiyoruz, öfke kederimizle birlikte içimizden taşıyor artık. Mücadele ve kurtuluş ertelenemeyecek kadar kendini dayatmaktadır. Demokrasicilik oyunu, hafiften dillendirilen yeni ve sahte çözüm süreçleri öfkemizi, kederimizi teselli edemeyecektir. Onuru hergün çiğnenen bir halka söylenebilecek, verilebilecek başka gerçeklikler olmalıdır. Bu sefil katile verilecek basit bir cezanın ne anlamı olacak, bir süre sonra çıkmayacak mı? Hadi diyelim ağır ceza verildi, peki sömürgecilik ne olacak?
Yapılması gereken cenaze törenlerinde ağıtlar yakıp, öfkeyi kontrol altına alıp, kederi teselli etmek değildir. Yapılması gereken bu insanlık dışı devlete karşı direnen savaşçıların kaderine yoldaşlık etmektir, hepimizin yapabileceği birşeyler vardır. Ya onurumuzla kendi tarihimizi yazacağız ya da böyle yaşamaya devam edeceğiz.