Müslüm Yücel: Ahmet Güneştekin’in sergisi ve sonrası

Yazarlar

Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’daki sergisine gittik ve hepimiz, bu sergiden bir şeyler öğrenerek geri döndük… Ancak, öğrendiklerimiz eksik olsak gerekti ki, döndükten iki gün sonra, Ahmet’in- Amed’in sergisine gölge düştü. Birkaç genç, birkaç genç olarak değil, bir ad ve kendilerine bir unvan vererek- Amed’in Çocukları adıyla, sergiye karşı bir eylem yaptı; sloganlar atıldı ve eserlerden biri aşağı atıldı. Herkese açık ve ücretsiz olan sergide, bizzat, elden davet edilmeyenlerin mızıkçılığı da buna eklenince, sergi anlaşılmadan, daha doğrusu, sergi ve sergideki eserlere bakılmadan eleştirildiğinden, politik bir mecra açıldı.

Oldukça ham düşünen, sanattan nasibini almayan kişiler, sergiye gösterilen ilgiden rahatsız oldu. Doğaldır. Sergi mi, sergiye davet edilenler mi eleştiriliyor, bu belli değildi. Hele, yapılan estalasyon, hiç mi hiç anlaşılmadı. Çoğu kimse Ertuğrul Özkök’ün halayı ve yapıtlar önünde çekilen fotoğraflara gömülü kaldı.

Dünyanın en ünlü tablolarından Guernica’dır ve bu tabloyu izleyen çoğu kimse, mutlaka, bu tablo önünde bir fotoğraflarının olmasını isterler ama hiç kimse, niye çektin, “acılarımızı niye böyle sergiliyorsun” diye bir itirazı dile getirmez…

Konu şu: Önemli tablolar önünde, izleyenler, kendini sergilemek isterler ve bunun bir tamamlayıcısı olurlar. Acı ya da sevinç olduğu yerde kalmaz, kendini biraz ileri götürür; biçim değiştirir… Sanat yapıtına da izleyen, kendince katılır; bu, bir sanatçı için çok güzel bir duygudur. Şiir üzerinden söyleyecek olursam, Mallarme’nin “boş kağıt” meseli bu anlamda dikkat çekicidir; boş kağıt, beyazdır, çıplaktır- erotiktir ve kağıt, siyahla işaretlendiği zaman savunmasızlaşır. Ancak beyaz da boş değildir, buna doğrudan çıplak da diyebiliriz, doğrudan arzu da…

Ahmet’in yaptığı estalasyonlar, tahminimizin ötesinde büyük bir ilgi gördü. Kendi adıma baktığım her yapıtta aklın sonsuzluğunu gördüm; her yapıt, Maurice Blanchot’un deyimiyle ne bitmiş, ne bitmemişti, her yapıt, vardı; çünkü hiçbir yapıt, gerçek olarak ortaya çıkmazdı, üstelik burada gördüğüm her bir yapıt, evrensel bir doğruya da işaret ediyordu: Her yapıt yalnızdı; yapıtların, sahibi ordaydı ve bizde ne kadar gülsek ne kadar da eğlensek, ne kadar yıllar sonra Diyarbakır’a gitmenin sevincini dile getirsek de, asıl konuşan, dinleyen/ dinleten yapıtlardı. Bu yapıtların bize söyleyecekleri vardı. Bu yapıtlar, Kafka’nın deyimiyle hiçbir zaman “ben” demiyorlardı, sürekli “O” diyordu; O büyük ve soylu olandı, yapıtın içinde konuşuyordu ve ben de açıkça şunu görüyordum; eser sahibi dünyaya gelmemiştir, o dünyaya sığınmıştır. Ahmet’te yapıta sığınmıştı, yüzünde bu vardı, hatta, otelde, sergide karşılaşırken bile, biz ve nerdeyse yoktu; bu, güzeldi, ilkti.

Bir kitaptan, bir filmden ne anlarız? Anladığımız, kendimizi kattığımızdır. Bir kitapta altını çizdiğimiz yer, katıldığımız yerdir. Resimde, yanında durup poz verdiğimiz haldir. Ahmet’in sergisi, Ahmet’i geçti; sudur etti, Ahmet’in resimlerinden, hayatından taştı… Bugüne kadar belki hiçbir sergiye gitmeyen, ajitasyonla hayatını sürdüren, her konuda konuşan ama bir fikri olmayan pek çok memur akıl, serginin yankısını anlamadı; kendince, meseller uydurdu, yok efendim hafıza budur, şudur diye tanımlar geliştirdi, kitaplar ve alıntılar cabasıydı; eleştirilen ise, sergi değildi, sergide, serginin- estalasyonun bir parçası olan insanlarıydı.

Sergide çok insan vardı. İki gün önce de söylediğim gibi kendi adıma sevindim, binlerce kişi çift sıra halinde akın edercesine sergiye geldi. Başka şehirlerden, başka ülkelerden gelenler vardı. Serginin final gecesinde “Kardeş Türküler” pek çok dilden şarkılar söyledi. Vedat, hiçbir şarkıyı söylemedi, söylediği her şarkıyı yaşadı, yaşattı. Ertuğrul Özkök de vardı. Basın açıklamasında söz aldı, konuştu. Özkök, Reşat Nuri’nin Yeşil Gecesi’nin adamlarından Şahin Efendi’ye benziyordu. Şahin Efendi, yıllar sonra, (sanki) “İtikadını kaybettiği zaman içinde açılan boşluğu nihayet doldurmaya muvaffak olmuştu. Vaktiyle yeşil bayrağa ne kadar taassup ve inhisar ile gönül bağladıysa şimdi de muallimliği öyle seviyordu.”

Özkök’de estalasyonun bir parçasıydı. O da bunun farkındaydı. Acı da tamamlanmamış bir şeydir; tıpkı sanat eseri gibidir, ona biçimini zaman verir. Çünkü estalasyon, yukarıda ima ettiğim gibi ustasından çıkar ve izleyen onu, “tahrip” eder, kendini katar; ona yeni bir biçim verir; biçim, sanat içinde kaldığı müddetçe, sanatçı bundan haz alır, çünkü eseri büyüyordur; hatta, yapılan ekler de, eserin kendisinden nasıl çıktığına, kendisinin nasıl bir izleyiciye dönüştüğüne gülümsüyordur da… Yeni bir biçim karşısındadır, buna kulak veriyordur; eserin tınısı budur, sanatçı, izleyenlerle, eserine kulak verir; duyduğunu, görür… Estalasyon, tanım olarak yerleştirmedir, en büyük özelliği metis olmasıdır: Hibrittir/melezdir. Orada, sanatçının eseri, izleyenle, ona yapılan eklerle biraz daha açığa çıkar…

Ahmet’in sergisi, Duchamp’ın “Büyük Cam” ve “Gelin”, şiirde ise Mallarme’nin “Zar atımı” ya da boş kağıt fikirleriyle daha iyi anlaşılabilir. Ahmet’in işi şiirsel bir metindir; bir düğün alayının içinden, bir cenazenin geçmesidir bu… Şunu da bize yapıt söylüyor; bu yapıt, tamamlanmamıştır…

Yapıta gelen saldırıya gelince- Amed’in gençleri sanatı, sanat içinde yorumlamamışlardır. Onu, sanatsal olarak, politik argümanlarla beslemişlerdir, estalasyonun gereği olan tahrip, onlar için darp etmeye dönmüştür. Ki bu darp bize acı veriyordur; çünkü bu gençler, bizim üzerimizden söz söylüyorlardır. Kendileriyle ilgili bir şey yoktur; imgeyi dışlamışlardır ve salt, içi boş sözlere sığınmışlardır, ayıp etmişlerdir. Ahmet’i de suçlamışlardır; sanatsal bir suçlama değildir, politiktir, doğrudan sergiye gelenlere dönük eleştiriler söz konusudur ve Surla ilgili, içlerinde kalmış olan sözleri, Ahmet üzerinden söylemişlerdir. Ahmet’in misafir ettiği kimseler üzerinden söylemişlerdir; estalasyonun, tanımı üzerinden, sanata müdahale, benim gibi birçok insanı üzmüştür… Bu bir pipo değildir, önermesiyle, hatta politik olarak söyleyecek olursam; onlar, birer tabut değildi; onlar, öcü alınmamış acılardır. Ayakkabılarsa Hrant Dink’in delik ayakkabıları, hala bitmemiş mahkemesiydi, Soma’daki madencilerdi…

İlginizi Çekebilir

Uğur Güney Subaşı: Bir Teröristle Bir Artık!
Müslüm Yücel: Kürtler ne istiyor?

Öne Çıkanlar