Benim gibi savaş tarihi ile yakından ilgilenenlerin çok iyi bileceği üzere, savaşın şehirlere sızdığı zamanlarda düşmanın zırhlı birliklerinin en ön saflarında yer alan ilk tankını şehrin dar sokaklarında vurabilmeyi; yani bir şekilde durdurabilmeyi başarabilirseniz eğer, o sırada imamesi kopmuş tespih taneleri gibi ardı ardına sıralanmış olan aynı zırhlı birliğe ait diğer tüm tankları da seyyar bir mezarlığa dönüştürmeniz kaçınılmaz olur.
Ben, savaşlarda oldukça geçerli olan bu “durursan düşersin, düşersen de yok edilirsin!” tarihi mottosunun “bize bilen değil, bizden lazım!” anlayışıyla iflah olmaz bir kötülük filosuna dönüşen 3. milliyetçi cephe iktidarı tarafından da harfi harfine uygulandığını düşünüyorum. Onlar da tıpkı bir sokak arasına çaresizce sıkışıp kalmış demir yığınları gibi dururlarsa, durdururlarsa eğer tekmil-i birden yok edileceklerini düşünüyorlar. Bu öğrenilmiş korkuları sebebiyle de kötülükte, vicdansızlıkta, acımasızlıkta ve tabii utanmazlıkta ayaklarını gazdan hiç ama hiç çekmiyorlar.
Cezaevinde hayatını şüpheli bir şekilde kaybeden Garibe Gezer’in cansız bedenini yakınları ve arkadaşları teslim alırlarken devletin polisliğinden iktidarın yeminli ve nedense her daim öfkeli “milis kuvvetliğine” hızla dönüşen bir takım saygısız kişilerin bu yaralı insanlara karşı sergiledikleri o insanlık dışı, o iğrenç tavırlarının sosyal medyaya yansıyan görüntülerini ilk izlediğimde, görev başındaki mevcut zalimlerin o batasıca ayaklarının kötülüğün pedalinin üzerinden hiçbir zaman için kalkmayacağına; kalkmadığı gibi de söz konusu o pedale var olan tüm resmi güçleriyle birlikte sonuna kadar yüklenmekten asla imtina etmeyeceklerine bir kez daha ikna oldum tüm kaygılarımla…
Zira anladım ki ses duvarının bile kolayca aşılabildiği bu yüksek kötülük hızıyla birlikte dili, dini, ırkı, yaşı, cinsiyeti, ideolojisi ve hatta suçu ne olursa olsun hayatını kaybetmiş bir evladın cansız bedenini onun yolunu gözleyerek ömrünü tüketmiş olan göz yaşlı, yüreği buruk anasına adeta temizliği yeni bitmiş sakil bir halı gibi paketleyerek düşmanca teslim etmenin nasıl bir alçaklığa, nasıl bir insanlıktan çıkma haline tekabül ettiğinin anlaşılması pek de söz konusu olmuyor haliyle..
Olmadığı için de saraylar içerisindeki gerçeklerden kopuk o şatafatlı hayatlarına ve gösterişli ibadetlerine hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi; sanki bu ülkede çocuklar keskin nişancıların hedef tahtasına oturtulmamış; o yavruların naaşları evlerdeki buzluklarda saklanmamış gibi kaldıkları yerden kolayca devam edebiliyorlar.
Kürt siyasi hareketi başta olmak üzere cari iktidarları için potansiyel tehlike olabilecek tüm muhalif kesimleri kesilmesi, törpülenmesi ve hatta zamanı ve yeri geldiğinde itinayla yok edilmesi elzem olan birer “fazlalık” ve “aşırılık” olarak görerek, onlarla siyaset platformunda demokrasinin evrensel kuralları çerçevesinde yiğitçe mücadele etmek yerine, bir düşmanla savaşır gibi savaşarak onları yok etmenin peşine düşüyorlar. Köstebek gibi karanlığı eşeleme pahasına her türlü insani hasletlerini bir çırpıda kapı dışarı ediyorlar.
Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, hangi şeytani hilelerle gerçeklere kayyım atamaya kalkışırlarsa kalkışsınlar, artık ziyadesiyle yıpranmış, bir hayli yorgun düşmüş böylesine bir memleketin bu kadar yüksek hızdaki bir yolculuğa artık daha fazla dayanması, tahammül göstermesi asla söz konusu değildir. İnsanlığa karşı ciddi suçların ve günahların yıllar boyunca yüklenicisi olmuş bu kötülük filosu dar bir sokak arasında er ya da geç durdurulacaktır, buna inancım, inancımız sonsuzdur.
Ve göreceksiniz ki, bu suç filosuna önderlik edenin durmak zorunda kalacağı; yani seçimler yoluyla iktidardan indirileceği o kutlu gün gelip çattığında diğerlerinin de “gaz pedali mahallini” kıçlarına asfalt değmişcesine kaçar adım terk etmeleri hiç de uzak bir ihtimal olmayacaktır!
Başkanı bırakın.
Aralık, 2021, Adana