Erdal Kızılırmak: Sınıf, kitle ve toplumsal mücadele

Yazarlar

Bu yazı kaleme alındığında; 2022 yılı 1 Mayıs eylem-etkinlikleri tüm yeryüzünde gerçekleşmiş, yeryüzünün farklı coğrafyalarında, kapitalizm ve onun barbarizmine karşı itirazlar yükselmişti.

“İtiraz” kelimesini kullanıyoruz zira, yaşamı değiştirmek için hamle yapmakla itiraz farklı şeylerdir. 21.Yy’ın ilk çeyreğini bitirmeye yaklaştığımız tarihin bu anında, kapitalizm 2008 küresel mali krizinin artçı etkilerini, yeni türev değerler ile aşmaya çalışırken, pandemi ile yüzleşmiş, kuzey ve güney yarımküre arasındaki gelişmişlik farkı daha açılmış, Avrasya ve Batı bloku arasındaki fay hattı, Ortadoğu’dan “aniden” Ukrayna’ya sıçramış durumda.

Emperyalizmin krizlerini aşmaya çalışırken kullandığı en önemli argüman; kuşkusuz “savaş ve çatışma” oluyor. Arap baharının ardından, Suriye’de halklar aleyhine derinleşen Emperyalist müdahaleyi, Yemen, Azerbaycan-Ermenistan savaşları izledi. Nihayet uzunca bir zamandır sıkışan  Ukrayna-Rusya gerilimi ise sıcak savaşa ve işgale evrildi.

Küresel kapitalizm uzunca bir süredir derinleşen krizi ile boğuşuyor. Bu krizi, geçmiş dönemlerden ayıran birkaç önemli ayıraç bulunmakta. 2008 Yılına dek, mali krizler ulusal ekonomilere fatura edilirdi.  O döneme dek %14’e %86 olan, reel ekonomik değerlerin, finans kapitale oranı, bugünlerde ölçülemeyecek kadar arttı.  Diğer yandan “Uruguay Round” olarak bilinen gıda ve tarım ürünlerindeki gümrük ve ticaret entegrasyonu (Siz bunu gelişmemiş ülkelerin aleyhine olarak okuyunuz) ile bugün her kriz, mutlak biçimde bu piyasayı da vurmaya başladı.

Diğer yandan, nükleer teknoloji, genetik, ilaç, tıbbi cihazlar, savunma teknolojisi, yazılım, otomotiv, elektronik ürünler ve uçak sanayi sektörlerinde gelinen küresel “tröstleşme” ulusal ekonomilerin, kendi iç potansiyelleri ile zıtlık içeren ekonomik kompozisyona düşmelerine yol açtı. 1990’lara dek kapalı pazara dayalı ulus ekonomileri, bu tröstleşmeye  faklı biçimde tepki verebiliyordu.

Bu durum, “Das Kapital’de” ipuçlarını veren, Finans piyasalarının sermaye birikimi konusunda üstlendiği role ek olarak, bugün artık bir adım ötesine yani “kaos aralığına” taşındığı ve gerçek ekonomilerin çok daha baskın “türev değer piyasaları” ile tanımlandığı koridora girdiğine dair ipucu olabilir.

Bugünün Dünyasında, herhangi bir Ülkede yaşayan emekçinin kriz esnasında kapitalizme maliyeti “kredi geri ödeme yükü” olarak kalmıyor, hane halkı geliri ile temin ettiği, küresel sisteme entegre edilmiş gıda alımını da kısıtlamak zorunda kalıyor. Bunu,  turizm, iletişim, barınma gibi harcamaları kısmak izlerken, tüm yatırım araçlarından uzaklaşması da bireyin kapitalizme kriz esnasındaki yükünü daha  da derinleşiyor.

Böylece kapitalizmin küresel ölçekte her yıl asgari %2 büyüme zorunluluğu dahi;  kritik biir hedef haline geliyor. 21. YY’da kapitalizmin kriz karşısında sektörsel ölçekte “dinlenme limanları” azalıyor yok oluyor.

20.Yy’ın ikinci yarısından itibaren, kapitalizmin “sınıfa” yaptığı müdahaleler birkaç evre ile bugüne geldi. Çok uluslu şirketler, ulusal ekonomiler arasında entegre çoklu alt şirketlere ve daha sonra emek-hammadde tedarikinde esnek şirketlere dönüştü. Bu şirketler, emek mücadelelerine daha hızlı tepki verebiliyor, coğrafya ve ülkeler arasında yer değiştirebiliyor, hammadde ve işgücü temininde mevzuatları yerle bir edebiliyor, bir  kaç sektörde organize olduğundan ekonomik krizlere karşı daha hızlı kaçış delikleri bulabiliyordu.

Diğer yandan “sınıfa” yapılan en kritik hamlelerden biri de, “kredi sistemine” bağlanmasıdır.  Geçmiş dönemde en başat hali ile işçi, işveren ile bir ücret ilişkisine girerken, bugün “kredi sistemi” emekçinin artıdeğer sömürüsünün ana hattına bağlanmış,  aynı sermaye grubu emekçiyi fabrikada sömürürken, finans kurumu da, artı-değer’den bakiye kalan ücretini de ayrıca sömürmekte ve zamana yaymaktadır. Kredi sisteminin emekçide yarattığı pasifist tutum alma eğilimleri ise, sosyolojinin konusudur.

Bu kredi sisteminin tarım sektörü, köylülüğün tasfiyesi, yeni işsiz yığınların kente göçü, küçük toprak sahiplerinin rekabette iflas etmeleri gibi etkileri de sarsıcıdır.

Bugün, “artı değer” tanımı kredi sistemi ile birlikte yeniden tanımlanmalıdır. Bu kredi sistemi 1990’lara dek 10 yıl ortalama ile verilir iken, bugün 25 yıla yaklaşır durumdadır. Ortalama çalışma süresine denk gelen bu süreler yakın gelecekte, birleşik bir sömürü aygıtına dönüşecektir.

Klasik sendikal hareket, klasik işyerinde yapılacak mücadele biçimine dair somut önermelere sahipken, kredi kuruluşu karşısında artı-değer sömürüsüne maruz kalmış ve benzeri emekçiler ile yüz yüze iletişim kurma şansı olmayan milyarlarca bireye, somut bir önerme yapamamaktadır. Bu yetmezlik maalesef, siyasi hareketler için de geçerlidir.

Kapitalizm büyük bir eşik öncesinde sarsılıyor, kendini geleceğe taşımak için, otoriterliği çatışmayı yükseltiyor,  demokrasiyi, halkların kolektif iradesini, emekçileri ayaklarının altında çiğnemek istiyor.

Kapitalizm karşısında uzlaşmaz çelişkiye sahip, “sınıf” ve bunun içeriği küçülmemiş tam aksine büyümüş, genişlemiş ve derinleşmiştir. Bu durum “sınıf tanımını” onun iç dinamiklerini daha derin ele almayı gerektirmektedir.

“Kısa kılıçlar;  uzun dertleri bitirmek içindir” (Roma atasözü)

Toplumsal mücadele tarihi, kuşkusuz üretici güçler ile, karı maksimize etmek isteyen ve bunu yaratabildiği tüm hegemonik  araçlar ile organize eden devlet aygıtı arasında; yaşamın her  parametresinde devam eden çelişkinin tarihidir.

Kapitalist moderniteye dek, toplumsal mücadeleler, bilimsel bir kılavuz ve buna bağlı ideolojik dayanaktan yoksundu. Ancak, bu onların tarihsel değerlerini yere düşürmez.  Köleci ve feodal dönemlerde, bu konuda çok zengin birikimler ve deneyimler ortaya konmuştur.

Örneğin Roma İmparatorluğu tarihi aynı zamanda bu devletin kolonyalist ve köle yapıcı sömürü organizasyonuna karşı mücadele edenlerin de tarihidir.  En bilineni Spartaküs liderliğinde meydana gelen isyan olmak üzere Roma’ya karşı 3  kez büyük köle isyanı meydana geldi ve İmparatorluğu sarstı.  Bu isyanlar daha önce Cumhuriyet terminolojisine dayalı rejimin, önce İmparatorluğa ve sonrasında  diktatörlüğe dönüşmesine yol açtı. Bu, devlet aygıtının en karakteristik yanıdır. Hak mücadelelerine karşı nadiren tavizkar tutumlar almakla birlikte, genelde güç biriktirerek ve örtülü-açık faşizme dönüşerek tekleşir. Bu, aynı zamanda yıkılmaya en yakın evresini de oluşturur.

Ortadoğu’da Zenc ve Karmati isyanları, Anadolu’da Babai  ve Bedrettin isyanları geniş kitlelerin sempatisini kazandı ve bir başka yaşamın mümkün olabileceğince dair bilincin temel yapıtaşlarını oluşturdu.  Ancak bu halk hareketlerinin tümünde,  bir paradoks bulunuyordu.  Devlet aygıtını ele aldıklarında bir başka toplumsal formu yaratamadıklarında ne yapacakları ? sorunsalı karşılarında duruyordu. Bu sebeple, tarihte nadiren de olsa zafere ulaşan halk hareketlerinin önemli bir kısmı, belirli bir süre sonunda dejenere oldular. Bu sorun, bugün için de geçerlidir.

Karl Marx sınıf kavramına giriş yaparken, “tarihin akışı çıkarları birbirinden tamamen farklı grupların çatışması ile akan bir seyir izlemektedir. ―Antik dönemde kölelerle efendiler, feodalizmde serflerle feodal derebeyleri, kapitalizmde burjuva veya kapitalistlerle işçiler söz konusu çıkarları karşıt çiftleri meydana getirir” tanımını ortaya koyar.

Buna göre, temel toplumsal üretimi üstlenmiş olan geniş emekçi yığınları işçi sınıfını (proletarya), üretim araçları üzerindeki mülkiyet ve  egemenlik hakları üzerinde yükselenler, sermaye sınıfını (burjuvazi) temel çatışma içerisinde bulunan iki sınıfı oluşturur. Buna ek olarak küçük işletmeler, serbest çalışanlar ve orta ölçekli tarım işletme sahipleri gibi bir başka toplumsal grubu da “küçük burjuvazi” olarak nitelendirir. Elbette bu sınıf tanımı, Marx’tan bu yana hiçbir zaman yeknesak homojen toplulukları içermemektedir. Bu temel  3 toplumsal sınıf, kendi içlerinde ve kategorik olarak kendileri dışında pek çok farklı sosyal grup meydana getirebilir. Diğer yandan “Ara sınıflar” olarak nitelendirilen toplumsal gruplar da, kapitalizm karşısında  tarihin o anında, nesnel koşullara göre konumlanır.

Bu toplumsal sınıflar, iç çelişkileri, mücadele dinamikleri ve ittifak biçimleri ile  sürekli değişkenlik göstermektedir.  Örneğin bir ulus devlette işçi sınıfı ve devrimci tutum yaratabilirken; bir başka coğrafyada devletin otoriter rejiminin tahkimi rolünü üstlenebilmektedir. Burada karşımıza “bilinç” kavramı çıkar. Bir sınıfın, kendi bilincine erişmeden ve bu konuda ahlaki ve siyasal bir tutum almadan, tarihsel rolünü oynaması olanaksızdır.   Bilinç olmaksızın nesnel olarak bir toplumsal sınıf,  karşıtının ahlakına teslim olur. Geniş halk yığınlarının kapitalizme karşı ortak direnişinin en büyük barikatı, bu bilinç eksikliği ve paradoksudur.

Günümüzde bazı iktisat çevrelerince, proletarya sınıfının da daha altına yerleştirilen, işsizler ve güvencesizler olarak tarif edilen “prekarya” kavramı ve buna bağlı tartışmalar, bu alt üst oluşun, neoliberal dönemde de artarak devam ettiğini göstermektedir.  Prekarya olarak tarif edilen geniş kitlelerin, eğitim düzeylerinin gittikçe yükselmeye başlaması da, dikkate alınmalıdır.

Bu yüzden dar kalıpçı ve sınıf indirgemeci anlayışların, kitle mücadeleleri konusunda kafalarının karışık olması çok doğaldır. Zira sınıf, aynı zamanda kitlenin içerisinde yer almaktadır. İşçi sınıfına bilinç vermekle işin bittiğini sanmak, onun aynı zamanda kitle içerisinde bir başka bilinç momentumu tarafından bombardımanına tabi tutulduğunu (Bknz. S. Freud- Kitle Psikolojisi) görmemektir. Aynı işçi söz konusu olduğunda, fabrikada emekçi, camide ümmet, stadyumda taraftar, evde feodal eğilimli baba, mülteci ve Kürt sorunu karşısında ırkçı, çevre konusunda yağmacı, eğitimde tutucu veli, sendikada pasifist, siyasi tercihte sermaye yanlısı olabilmektedir. Bu alanların ve daha fazlasının her biri, kapitalist moderniteye karşı mücadele sahası ve dinamiğidir. Bu alanların her birinde, kişinin alacağı tavır ve bilinç toplamda “bireyin kimliğini” oluşturur. Devlet bu yüzden kendini bir “kimlik” ve buna bağlı bir ideoloji üzerinden inşa eder. Bunun için bütçeden milyarlar harcar.  Bu devlet kimliğinin despotça dayatılmasının amacı “bireyi ve onun özgün kimliğini” düşürmektir. Ulus devlet, bunu başardığında kitleler içerisinde kimlik ve bilinç kaosu başlar. Bu duruma Türkiye’de binlerce örnek verilebilir.  Bu kaos, toplumsal yıkıma karşı tüm dinamiklerin yere düşmesini sağlar. İdeoloji ve paradigma bulanıklaşır ve görünmez olur; işte bu aşamadan sonra geniş halk yığınları için tek kurtuluş gayesi olarak “kapitalizmin restorasyonu” ve buna tutunmuş siyasi eğilimlere yönelim başlar.

Bu köhne inanç, kapitalizm ve buna bağlı yaşam biçimlerinin kaçınılmaz birer sosyoloji olduğuna yönelir  ve pastorize-soft kapitalist bir gelecek arayışı, nihilist ve baskın bir ideoloji olarak yerleşir. Bu; ayağa düşürülmüş birey ve halkın ta kendisidir.

Ulus devlet, her durumda baskın ve sentetik bir kimlik inşası yaratmak durumundadır. Bunu yapmadan ayakta duramaz. Türkiye’de devlet aygıtının bu konuda yüz binlerce personeli bulunan büyük bütçeli Bakanlık ve Özerk Kurumları faaliyet göstermektedir.

Devlet, Emek ve sermaye çelişkisini işyerlerinde en acımasız haliyle gerçekleştirirken, buna itaatin kimliğinin inşası, sınıf çelişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır.

Kimlik ve sınıf mücadelesi iç içe geçmiştir.

Sermaye ve Proleterya karşı karşıya konumlanırken, devlet ideolojisi; buna bağlı kimlik inşaası, özgür insan ve özgür halk kimliği ile aynı şekilde konumlanmaktadır.

  1. Yüzyılda devlet aygıtının ve özelde ulus devletin çok daha derinlikli şekilde incelenmesine ihtiyaç vardır. Nikolay Gogol’un unutulmaz romanı “Ölü Canlar”da olduğu gibi, Ulus Devlet bireyi, yaşamayan bir nesneye doğru savurur. Onun nesne olarak değerini kategorize eder. Ekonomiyi, iktisadı bunun üzerine inşa eder. Oysa bildik doğal ekonominin öldürülmesidir. Ekonomi kapitalist modernitede öldürülmüştür. John Baudrillard’ın simulakrlar olarak belirlediği toplumsal normlar, bu ölücülüğe hizmet eder. Doğal ekonomiyi de finans kapital ve türev piyasalar ile yok ederek, insanlık tarihinin en ağır sömürü cehennemini oluşturur.

Diğer yandan hassas bir inceleme bize göstermiştir ki, “devlet her durumda türev değer yaratır”. Üretim ve siyasal biçimi her ne olursa olsun, devlet finans kapital meydana getirir. Kapitalist ülkelerde, sosyal demokrat üretim biçiminin de çıkmazı budur. İncelemeye muhtaç konulardan biri de SSCB artığı Ülkelerde, sosyalist mülkiyetin 10-20 yıl içerisinde nasıl bu denli baş döndürücü hızla “oligarklar” olarak tanımlanan devlet imtiyazlı sermaye çevrelerine aktarıldığıdır. Bu durum, geçmiş dönem sosyalist ülkelerde de, kolektif mülkiyetin oluşturulamadığının kanıtlarından biridir.

Devlet, her durumda bir türev değere ihtiyaç duyar. Kendini var eden harcamalar için, olağan ekonominin çok ötesinde finans kapital işlemler meydana gelir. Özellikle dev çaplı yatırımlar için, gerçekte karşılığı bulunmayan sermaye teminatlar ve buna bağlı  konsorsiyumlar oluşur. Böylece devlet aygıtının her işlemi ve yatırımı, gelecekten borçlanma ve gelecek ekonomiye dönük “türev değer balonu” zorunluluğu doğurur. Pratik her devlette bu durum görülür. Bu yüzden Devlet, sömürünün temel yapı taşıdır.  Bu kaçınılmaz zorunluluk, aynı zamanda siyasal biçimi sosyalist olsa dahi, kolektif mülkiyetin ve kamu hizmetlerinin demokratikleşmesini yok eder. Devlet kendini, “planlama ve koordinasyon” rolüne koysa da, gerçeklik, halk adına yaşamı belirlemedir. Bu da; bir  başka yabancılaşma biçimidir.

 

Bugünün dünyası, insan türü için karabasanın kendisidir.

Kapitalist moderniteye karşı, kitlesel  emek ve demokrasi mücadelesi bu konumlanmaya göre bir cephe kurabilir ve dinamiklerini buna uygun bir çerçeveye oturtabilir. Ancak o zaman bütünlüklü bir karşı koyuş, ancak o zaman gerçek bir direnç sağlanabilir.

İşyerleri, tarım alanları, kadın ve toplumsal cinsiyet mücadelesi, ekoloji, kültür ve bilim alanı, eşit yurttaşlığa dayalı laiklik mücadelesi, mültecilik, barınma, eğitim, sağlık, adalet, kolektif üretim ve dayanışma deneyimleri, özgür medya, sanat, savaşa karşı barış, demokratik yerel yönetimler gibi pek çok alan, bu bütünlüklü mücadelenin, sınıf ve kitle mücadelesinin meclislerini oluşturabilir. Kapitalizm ile “uzlaşmaz çelişkisi” bulunan her toplumsal grup, buna bir meclis ile yanıt verebilir. Tarihsel materyalizmi, salt proletarya sınıfının uzlaşmaz çelişkisine bağlamak, diğer toplumsal grupları, “uzlaşabilir çelişkiye” teslim etmeyi doğurmuştur. Bu durum,  tehlikeli bir revizyonizmi, devrimci sınıf yaklaşımını daraltıcı bir riski barındırır.

Zira, Ulus devletlerde bu yaklaşım ile geleceği hedeflediğinizde, ileri adım atan her grup, kaçınılmaz olarak, devlet kimliği ve buna bağlı ideolojik saldırının kuşatması ile karşılaşır. Tarih göstermiştir ki, klasik ulus devlet aygıtı, her türlü hak ve özgürlük talebinde, şiddet faktörünü alana getirip bırakmıştır. Asya, Uzakdoğu, Afrika, Güney Amerika, Ortadoğu ve Avrupa pratikleri bunun binlerce kez tekrarı ile tamamlanmıştır. Oysa “şiddet” bir eşiktir. Bunu sürekli hale getirmek ulus devlet açısından bir tahkimatı oluşturur. Türkiye’de 40 yılı aşkın bir süredir Kürt sorununda şiddete dayalı ideolojik kimlik inşası, yakıcı örneklerden biridir. Böylece, sınıfsal sömürü, kimlik-devlet hegemonyası ve şiddet;  halklar ile kapitalist modernite arasındaki temel “fay hattının” omurgası olur.

Yeni arayışların, yeni özgür insanın, yeni siyasal kavrayışların bu fay üzerinde yoğunlaşması önemlidir.

Birey bunların her birinde; bürokratik işleyişlerden kurtulmuş özgür demokratik meclislerde yer alır. Böylece kapitalizm, bu bireye ve onun ittifak ettiği halk yığınlarına karşı ideolojik ablukayı yönetemez hale gelir. Özgürlük arayışının temelinde bu yatar.Özgür insan ve kolektif halk kurumları adım adım kendi kurumlarını inşa etmeye başlar, Bunu yaparken, ürettiği değerlerin ahlaki ve etik üst yapısını da belirler.

Bu durum kapitalist moderniteden “derin ve köklü bir kopuşu” ifade eder.  Böylece sınıfsal konumlanmanın yanı sıra, devlet ve halk yığınlarının arasındaki kimlik-ideolojik ayrışma da belirgin hale gelir. İşte bu toplum, kaos aralığından sıyrılarak, yeni yaşamı ve özgür insanı örgütleyecek kıvılcımı yaratmıştır.

Yeni dönemin, devlet aygıtları karşında, halkların meclisleşerek, anti-kapitalist tüm alanları örgütleyerek yaratacağı mücadele ve ulaşacağı uygarlık “özgür insanın” zaferi olacaktır.

 

 

İlginizi Çekebilir

Canan Sinanyan: Ağzımdaki inciler…
Çetin Çeko: Erdoğan, NATO krizi ile Kürt sorununu uluslararası platforma taşıdı

Öne Çıkanlar