Önümüzdeki hafta Türkiye’nin Afrin operasyonunun ardından beş yıl geçmiş olacak.
Kısmet olursa, beş yıl aradan sonra önümüzdeki aylarda da cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimleri yapılacak…
Tam da bundan beş yıl önce olduğu gibi, Suriye’nin kuzeyine askeri operasyon ile seçim gündemlerinin yine içiçe geçtiği şu günlerde Metropoll yaptığı bir araştırmanın sonucunu paylaştı.
Aralık 2022’de yapılan Türkiye’nin Nabzı araştırmasında şöyle bir soru sorulmuş:
“Muhalefet partilerinin Suriye’nin kuzeyine yapılan operasyonları desteklemesini doğru buluyor musunuz?”
Bu soruya verilen yanıtların dağılımı şöyle:
Evet %50,1
Hayır %38,1
Fikrim yok, cevap yok: %11,8
“Evet” diyenlerin partilere göre dağılımı ise:
%63,7 İYİP
%62,9 MHP
% 58,5 AKP
%48 SP
%44,1 CHP
%18,3 HDP
“Hayır” diyenlerin ise:
%78,4 HDP
%45,3 CHP
%31,9 MHP
%28,0 SP
%27,6 AKP
%26,8 İYİP
Bu tabloya bakıldığında “Her Türk asker doğar” iddiası abartılı görünse de, kabaca her 100 Türkiyeli’den 50’sinin “savaş sevici” olduğunu varsaymak yanlış olmaz sanırım. Bunu yazarken, acaba Aziz Nesin “Türk insanının yüzde 60’ı aptaldır” derken benzer bir varsayımdan mı yola çıkmıştır diye düşünmeden edemedim…
Aziz Nesin, mesela bugün 1,5 milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının terör örgütü şüphelisi olarak yargılandığını görse ne derdi?
Bu sorunun yanıtını bilemeyiz tabii…
Ama olur da Cumhur İttifakı seçimi kaybeder ve Millet İttifakı iktidara gelirse başımıza neler gelebilir sorusunun yanıtı ortada. Tek başına İYİP seçmeninin performansı bile “savaş sevici”lere gelenin gideni aratmayacağı garantisini veriyor.
Başımıza neler gelebilir demişken, bu vesileyle son beş yılda başımıza gelenleri takvimi geriye sararak bir hatırla(t)makta fayda var diye düşündüm…
Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım’ın “Zeytin sivillere, dalları ise teröristlere” şeklindeki veciz ifadesiyle muştulanan Zeytin Dalı Operasyonu’nun başladığı 20 Ocak 2018 gününden tam bir ay sonra, 20 Şubat 2018 günü AKP ve MHP arasında Cumhur ittifakı kuruldu. Hemen ardından, Devlet Bahçeli’nin 2017 referandumunda kabul edilen “Türk tipi başkanlık sistemi”nin bir an önce hayata geçirilmesinde gördüğü lüzum üzerine, erken seçim kararı alındı. Bu arada, ABD’sinden Avrupa ülkelerine, BM’den diğer uluslararası kuruluşlara kadar nerdeyse tüm dünya “olağanüstü hâl yürürlükteyken özgür, adil ve şeffaf bir seçim düzenlemenin sakıncalarını” dile getirdiyse de dinleyen olmadı.Türkiye 24 Haziran 2018’de ilk kez hem Cumhurbaşkanı’nı hem milletvekillerini seçmek üzere sandığa gitti. Sonuç, şu malum “Adam kazandı” hikayesi…
Peki kim kaybetti?
Söze ekonomiden başlayıp\ 2018’de 3,8 TL olan dolar 2023’te 18, 80 TL oldu diyebiliriz mesela…
Ya da lafı kayıt dışı ekonomiye getirip,
Türkiye’nin kara para ve terörizmin finansmanı sicilinden dolayı, aralarında Pakistan, Suriye ve Güney Sudan’ın da bulunduğu gri listeye girdiğinden bahsedebiliriz…
Demokrasi hesabını da not düşmüş olalım:
Liberal Demokrasi Endeksi 2022 raporuna göre Türkiye 179 ülkenin yer aldığı listede 147. sırada.
Avrupa kıtasında ise demokrasinin en kötü olduğu üç ülkeden biri, diğer ikisi Belarus ve Rusya…
Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ndeki 180 ülke arasında Türkiye’nin yerleştiği yer de 149. sıra. Hemen arkasından Sudan, Myanmar, Türkmenistan gibi ülkeler geliyor…
Bir de “tam demokrasiler”, “kusurlu demokrasiler”, “melez rejimler” ve “otoriter rejimler”sınıflandırması var.
Türkiye ‘melez’ rejimler arasında sayılıyor, bu duruma “seçimli otoriterlik” diyenler de oluyor…
Ama belli ki “savaş sevici” yüzde 50 için bunlar Türkiye için bir kayıp değil.
Ya da Suriye’nin kuzeyinde hala savaş istediklerine göre, ortada bir kazanç olduğunu da düşünüyorlar…
Bu beş yılda Afrin’de Türkiye ne kazandı mesela?
Ocak 2018’de Başbakanlık Kamu Diplomasisi Kurumu “Türkiye Afrin operasyonu ile ne amaçlıyor?” diye soranlarla şu bilgiyi paylaşmıştı:
Türkiyenin güney sınırında yaklaşık 10.000 kilometre karelik alanın Türkiye’nin desteklediği ÖSO nüfuzuna geçmesini sağlamak,
Doğu Akdeniz’e ulaşmayı hedefleyen PKK kuşağını tamamen engellemek,
Türkiye’nin Arap dünyasıyla coğrafi irtibatının kesilme ihtimalini ortadan kaldırmak,
Suriye ile olan sınırlarımızın güvenliğini sağlamak,
PKK/PYD’nin Amanos Dağları üzerinden Türkiye’ye sızmalarını engellemek,
Terör örgütünün Akdeniz’e ve buradan dış dünyaya açılmasını engellemek,
Fırat Kalkanı’nın güvenliğini ve devamını sağlamak,
Tel Rıfat bölgesinin kontrolünü ele geçirerek sivillerin evlerine geri dönmesini sağlamak,
ABD’nin terör örgütlerine desteğini engellemek.
Bugün Türkiye’nin dünyadaki yeri ne olursa olsun, “savaş sevici” yüzde 50 işte bu listeye bakıyor.
Bu amaçlar hasıl olurken,
“Kürt Dağı” olarak da bilinen Afrin’in yüzde 80 Kürt nüfusu yüzde 25’e inmesini…
Mülklerin yağmalanmasını, zeytin ağaçlarının talan edilmesini, ormanların yakılmasını…
On bine yakın sivilin kaçırılmasını, yüzlerce kadının cinsel tacize uğramasını…
Bu durumun BM raporlarına Türkiye’nin sorumluluğuna atıfla “savaş suçu” olarak yansımasını umursamıyor bu yüzde 50.
Zira Afrin’de yerinden edilen 300 binden fazla Kürdün yerine 400 bin Arap’ın yerleştirilmesini, okullarda Türkçe öğretilmesini, kamu binalarına Türk bayrağı asılmasını kâr sayıyor…
Dışişleri Bakanı çıkıp “Hiç kimsenin endişesi olmasın. Türkiye Suriye’de radikal grupların garantörüdür” diyebiliyor…
Hesap ortada…
Bir başka deyişle Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan belli…
Aslında bu son beş yılın hesabı da değil.
Neredeyse yüz yıl önce, 1926’te Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Britanya Büyükelçisi Ronald Lindsay’le Musul Vilayeti üzerine konuşurken toprak ya da petrol hesabı yapmıyor:
“Türkiye’nin önceliği Kürtlerin durumundan kaynaklanan güvenlik sorunudur”diyor.
Ve yüzyıl aradan sonra aslında Türkiye hala aynı yerde duruyor ya da yerinde sayıyor.
Metropoll’ün araştırmasına göre geriye kalan, savaş karşıtı yüzde 38’in ise bu yüzyıllık hikayeyi değiştirmeye belli ki gücü yetmiyor.
Aziz Nesin bugün yaşıyor olsa, “yüzyıllık hikaye” yerine ne demeyi tercih ederdi acaba?