Foti Benlisoy: Mezar ve mezar kazıcıları

Yazarlar

Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s, yeni yayınladığı “Küresel Makro Görünüm” raporunda Maraş merkezli depremin tahrip ettiği bölgelerdeki yeniden yapılanma faaliyetlerinin etkilerini hesaba katarak Türkiye için 2023 ve 2024 GYSH büyüme projeksiyonlarını yüzde 2 ve yüzde 3’ten sırasıyla yüzde 2.3 ve yüzde 4’e çıkartarak revize etmiş.

Yıkımın kapitalist büyümenin temeli olduğunun daha sarih bir itirafını bulmak gerçekten güç. On iki milyonu aşkın insanın yaşadığı devasa bir alanı etkileyen deprem yeni bir mülksüzleştirme ve el koyma dalgasının vesilesi kılınıyor. İnşaat odaklı büyüme modelinin müsebbibi olduğu felaket inşaat sermayesinin daha da büyümesinin zemini haline getiriliyor.

Bu durum Türkiye kapitalizminin “gelişmemiş” ya da “ahbap-çavuş” ilişkileriyle dejenere olmuş “norm dışı” karakterinden falan kaynaklanmıyor. Aksine kapitalizmin tarihi felaketin sermaye birikim süreçlerini derinleştirmek için bir kaldıraca dönüştürülmesinin örnekleriyle dolu. Kapitalizm metalar üretmekle kalmaz, yaşayan emeği ve doğayı bir yamyam misali yiyip bitirerek düzenli olarak felaketler de üretir. Istvan Mészaros’un belirttiği üzere kapitalizm, “sonuçları ne kadar felaketli olursa olsun ne ‘gelişme’ ile yıkım, ne de ‘ilerleme’ ile israfı ayırabilir. Üretici güçlerin önünü daha fazla açtıkça yıkım güçlerini daha da ortaya salar.”[1]

Joseph Schumpeter gibilerin “yaratıcı yıkım” diyerek yerlere göklere sığdıramadığı yıkım, kapitalizmin işleyiş yasalarından biridir. “Kapitalist toplum şimdi olduğu gibi her zaman sonu olmayan bir dehşettir” diye yazan Lenin tam da bu duruma işaret eder. Sermaye yıkmadan yaratamaz, Bordiga’nın ifadesiyle “yaşayanları da ölüleri de öldürmeden” gelişemez, büyüyemez. “Felaket kapitalizmi” sadece afetleri yeni bir kâr kapısı, bir fırsat olarak değerlendirmekle kalmaz, aynı zamanda bilfiil felaket üretir, felaketi temel alır.

Tam da bu nedenle depremin akabinde çadır, erzak, hatta kan ticareti yapan Kızılay’ın yaptığı, Medeni Kanun’un tabiriyle “basireti bir tüccar” gibi davranmaktan ibarettir. Depremzedeye giden “ihtiyaç fazlası” giysileri küresel bir atık toplayıcı şirket olan AJ Internatonal’e satanların, depremde hasar gören fabrikaya eşya çıkarmak için soktuğu işçinin ölümüne sebep olan Maraşlı patronun ya da depremi kiraları yükseltmek için fırsat sayan emlakçıların yaptığı da bundan ibarettir. Sermayenin “basireti”, ceset birikimine sermaye birikiminin eşlik etmesini gerektirir.

Annalee Lewitz’in ifadesiyle, “kapitalizmin tarihi, başından sonuna kadar bir canavarlık hikâyesi olarak anlatılabilir”.[2] “Kendi başına bırakılsa”, yani mesela köle ve sömürge haklarının ayaklanmalarının ve emekçilerin direniş ve mücadelelerinin basıncı olmasa, kapitalizmin bu canavarca doğasını bir ölçüde de olsa sınırlamak mümkün olmayacaktı. Sermayenin yıkıcı güçlerinin belli bir ölçüde de olsa denetim altına alınması ancak aşağıdan gelen tepki ve mücadeleyle söz konusu oldu. Halk sağlığı önlemlerinden sosyal güvenlik ağına sermayenin vampir iştahına dönük kısmi de olsa ne kadar bariyer konulmuşsa bunlar hep sermayeye zorla dayatılmıştır.

Son otuz yılda bu iki mücadele dalgasının geri çekilmesiyle meydanın yeniden Marx’ın meşhur deyişiyle, “tepeden tırnağa, her gözeneğinden kan ve pislik akıtarak gelen” sermayeye kaldığı malûm. İşçi sınıfının sınıf olarak eyleyebilme kudretindeki muazzam düşüşün, sömürge karşıtı ya da antiemperyalist mücadelelerin yerini Ortadoğu’da mezhepçi-fundamentalist şiddete, Sahra-altı Afrika’da savaş beyleri arasında bitimsiz iç savaşlara bırakmasının, kapitalizmin cinai doğasını yeniden kontrolsüz hale getirdiğini söylemek mümkün.

Neoliberalizm tam da sermaye birikim sürecine dayatılmış tün siyasal ve toplumsal sınırların bertaraf edilmesini önüne koyan bir karşı devrimin adı. Örneğin yapı denetim sisteminin özelleştirilmesi ya da Kızılay’ın şirketleştirilmesi hep bu karşı devrimci saldırının birer sonucu. Amerikalı kodaman Warren Buffett bu karşı devrimi bundan yıllar önce, “sınıf savaşı elbet var; ancak savaşı yapan benim sınıfım, zengin sınıf ve biz kazanıyoruz” diye mükemmel bir biçimde özetlemişti. Bir felaketten bir başkasına sürükleniyor olmamızın nedeni tam da bu karşı devrimin, bu “yukarıdan yürütülen” sınıf savaşının başarısı.

“Saray rejimi” sermayenin her tür sınır ve bariyerden sıyrılmaya dönük bu karşı saldırısının en başarılı, en pervasız yürütücülerinden biri. Bu rejim, mesela pandemi sırasında “üretim çarklarının dönmeye devam etmesi” adına nüfusun belli bir bölümünü feda etmekten imtina etmeyen o “bırakınız ölsünler” zihniyetinin arsız bir mümessili. Binlerce işçiyi “iş kazası” adı altında kapitalist büyümenin sunağında kurban etmekte hiçbir beis duymayan kapitalist ölüm kültünün bir temsilcisi.

Rosa Luxemburg o meşhur “ya sosyalizm ya barbarlık” deyişini ortaya koyarken, işçi sınıfının muzaffer olamaması durumunda büyük insani kayıpların söz konusu olması ihtimalini öne sürmüştü. Birinci Dünya Savaşı sırasında yazan Luxemburg’a göre “emperyalizmin zaferi”, insan nüfusunun “tırpanlanması”, dünyanın “ıssızlaşması” anlamına gelecekti. Sonuç “çok büyük bir mezarlık” olacaktı.[3]

Mezarlık demişken: Marx ve Engels Komünist Manifesto’nun belki de en meşhur bölümlerinden birinde işçi sınıfını kapitalizmin “mezar kazıcısı” olarak tanımlarlar. İki kafadara göre kapitalizm kendi yıkımını mümkün kılacak potansiyelleri taşıyan bir sınıfı, proletaryayı yaratmaktaydı. Tam da ikilinin öngördüğü gibi bugün insanlık tarihinde belki de ilk defa proletarya dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor. Ancak bu dönüşümün bedeli çok ağır olmuş, kapitalizmin imhacı güçleri insanlığı ve tüm canlı yaşamı bir uçurumun kenarına getirmiştir: “Kapitalizm, Marx’ın yüz elli yıl önce tahmin ettiği gibi, onun mezarını tamamlayacak yeterli mezar kazıcısını üretti; ancak bunu yaparken de onlara miras kalacak tek şeyin mezarlık olmasını temin etti.”[4]

Dünyanın sermaye adı verilen vampirin eliyle koca bir mezarlığa dönüşmemesi için onun mezarını kazmaktan başka çare yok. Bir vampir avcısı olan Baron Vordenburg’un dediği gibi, “canlıların kanına duyduğu korkunç şehvet” dolayısıyla “vampirlerin tabiatında çoğalmak, sayılarını artırmak vardır”.[5] Yani vampir, Komünist Manifesto’daki ifadeyle, “kendi suretinde bir dünya yaratmaya” mahkûmdur. O dünya da koskoca bir mezarlıktır. Vampir bu nedenle muhakkak durdurulmalıdır. Çünkü o, istese de istemese de  “hiç durmadan, bizi korkuyla dolduran o Ölü Olmayanlardan yaratmayı sürdürecek”, yıkıma ve felakete yol açmaya devam edecektir.[6]

Ancak tüm gücüne karşın vampir sermaye yenilmez değildir. Vampir avcısı Profesör Van Helsing, Kont Dracula’yı ortadan kaldırmak için biraraya gelen genç yoldaşlarına, “Nosferatu, arı gibi, bir kez soktuğu için ölmez. Yalnızca daha da güçlenir ve güçlendiği için kötülük yapacak daha çok gücü olur” der. Ancak vampire karşı mücadelede kararlı olanlar vampir karşısında bütünüyle savunmasız da değildir. “Ama biz de güçsüz değiliz” diye konuşur yaşlı profesör, “yanımızda birliğin gücü var –vampir cinsinden esirgenmiş bir güce, bilimin kaynaklarına sahibiz, hareket etme ve düşünme özgürlüğüne sahibiz, günün ve gecenin saatleri eşit olarak bizim. Aslında, güçlerimiz büyüdükçe dizginsizleşiyor ve biz de onları kullanmakta özgürüz. Bir amaca adanmış özverimiz ve ulaşılacak, bencil olmayan bir son var.”[7]

Not: Bu satırların yazıldığı sırada Yunanistan tarihinin en büyük demiryolu kazasına dair haberler geliyordu. Onlarca kişinin öldüğü “kaza”, son yirmi yılda kademe kademe özelleştirilen demiryollarında yolcu güvenliğinin sermaye açısından gözardı edilebilir bir maliyet kalemine indirgenmiş olmasının eseri. Demiryolu işçileri sendikası daha yirmi gün önce kamuoyunu yaklaşan felaket hakkında uyarmış, sermayenin felaket sonrasında timsah gözyaşları dökmesine izin vermemeye çağırmıştı. Sermaye onu gömemediğimiz için tüm dünyada mezarımızı kazıyor…

[1] Aktaran Ian Angus, Facing the Anthropocene Fossil Capitalism and the Crisis of the Earth System, Monthly Review Press, New York, 2016, s. 126.

[2] Annalee Lewitz, Pretend We Are Dead Capitalist Monsters in American Pop Culture, Duke University Press, Londra, 2006, s. 22.

[3] Rosa Luxemburg, “Junius Broşürü: Alman Sosyal Demokrasisi’nin Bunalımı”, Rosa Luxemburg Kitabı Seçme Yazılar içinde, der. Peter Hudis – Kevin B. Anderson, çev. Tunç Tayanç, Dipnot Yayınları, Ankara, 2013, s. 478.

[4] “The Tragedy of the Worker: Towards the Proletarocene”, https://salvage.zone/editorials/the-tragedy-of-the-worker-towards-the-proletarocene/

[5] Sheridan Le Fanu, Carmilla, çev. Yiğit Yavuz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 100-1.

[6] Bram Stoker, Dracula, çev. Zeynep Bilge, Can Yayınları, İstanbul, 2019, s. 293.

[7] Stoker, age, s. 323, 325.

*tumblr.com 

**

/Bu yazı ozguruniversite.org/ adresinden alınmıştır/

İlginizi Çekebilir

Merkan Aksoydan: Unutturulmaya Çalışılan Devlet 
Behice Feride Demir: Nebez’in Gözünden Çeviri Olayı

Öne Çıkanlar