Son günlerde YouTube’de peş peşe videolar yayımlayan birisi var. Kendisini ‘’deliler delisi’’ olarak tanımlıyor. Adı Muhammed Yakut. AKP-MHP iktidarının kirli marifetlerini deşifre etmesiyle gündemde. Neler anlatmıyor ki?
MUTA NİKÂHLI DIŞİŞLERİ BAKANI
Cinayet, kara para, ihale vurgunu, fuhuş, kokain partileri, uyuşturucu ticareti, adam kaçırma, sahte darbe tezgahlama, DAİŞ ve daha neler neler.
Muhammed Yakut bir videosunda birkaç saatlik, hatta bir günlük olduğu söylenen muta nikahından bahsediyor.
AKP’li bakanların tek tek ismini sıralayarak, nerede, ne zaman hatta kiminle bu türden bir ilişki yaşadıklarını söylüyor.
Bunlardan biri, Avrupa Birliği Bakanlığı yapmış olan Egemen Bağış, diğeri ise Kürtlere karşı yürütülen çökertme planının aktörlerinden Dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu.
İşte Türkiye’yi dış dünyada temsil edenler bunlar. Bu çürümüşlük ve dökülme hali kişiye mahsus değil elbette. Tepeden tırnağa bir virüs gibi yayılmış durumda. AKP-MHP evinin içinde nasılsa dışarıda da aynı.
Bu nedenle 21 yılı geride bırakan AKP iktidarı dış politikada da zikzaklar ‘U’ dönüşleri ve tabi ki ahlaksız tekliflerle dolu.
ERDOĞAN İLK ÖNCE WASHİNGTON’I ALDATTI
Erdoğan 2002’de Atlantik ötesinden yani Washington’da ‘’Big Brother”ın onayını alarak iktidar koltuğuna yerleştiğinde, Avrupa Birliği’ne tam üyeliği hedefliyordu. İddiası buydu..
ABD’nin Erdoğan’a verdiği başbakanlık vizesinin ilk kırılma noktası ise Mart 2003’te başlayan ikinci körfez savaşıydı.
Erdoğan, Beyaz Saray’da kapalı kapılar ardında verdiği sözlere karşın ABD ordusunun İskenderun limanı üzerinden Irak’ geçmesine tezkereyle engelledi. Böylelikle Erdoğan ilk kazığı ABD yönetimine attı.
Ancak Saddam Hüseyin yıkıldıktan sonra ABD’nin intikamı çok acımasız oldu. Bir grup Türk askeri, Süleymaniye’de derdes edildi. Başlarına çuval geçirildi ve Türkiye’ye gönderildi.
AKP ve Erdoğan’ın AB macerası da benzeri bir sonla karşı karşıya kaldı. Katılmak istedikleri AB’nin siyasi ve ekonomik kriterlerine uyacaklarına, AB’nin sonu-başı belli olmayan ’’Türk hassasiyetlerine’’ uymasını istediler. Bunun özünü ise ret ve inkar üzerine şekillenen ‘’Türklük Sözleşmesinin’’ kabul edilmesiydi.
Böylece AB-Türkiye ilişkilerinde kırılma başladı. Bu kırılmanın bir yanında Kürt sorunu, demokratikleşme; diğer yanını ise Türkiye’nin işgal ettiği Kıbrıs oluşturuyordu.
DÜNYAYA DERS VERMEYE KALKAN ÇOCUK KATİLİ
2007 yılına gelindiğinde artık Erdoğan’ın maskesi düşüyor, gerçek yüzü açığa çıkıyordu.
Bir taraftan ABD ve İsrail ile ikili, gizli kapaklı anlaşmalar yapıyor; diğer taraftan sanki onlara karşıymış gibi bir hava yaratmak istiyordu. İçteki erimeyi önlemek için Filistin sorununu araçsallaştırıyordu.
Ancak Erdoğan Davos’ta çizmeyi aşacaktı. Kendisini ve temsil ettiği ülkeyi uzun sürecek değerli bir yalnızlığa mahkum etmenin işaret fişeğini atacaktı.
Erdoğan, Davos oturumlarında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e sözüm ona kafa tutarak ‘’siz çocuk öldürmeyi iyi bilirsiniz’’ diyecek ve o meşhur “One minute” çıkışını yapacaktı.
Halbuki kendisi daha iki yıl öce Kürtleri hedef göstererek şöyle diyordu:
‘’Güvenlik güçlerimiz çocuk da olsa kadın da olsa kim olursa olsun gerekli müdahale neyse yapacaktır.’’
Erdoğan’ın bu açık katliam talimatına emrindeki polis ve özel harekât timleri anında yanıt verecek, Mart 2006’da 8 yaşındaki Enes Ata ve 14 yaşındaki Mahsun Mızrak’ın da aralarında olduğu14 kişi katledilecekti.
Kürtleri öldürmek belki kolaydı ama Akdeniz’de sular kabarıyordu. Türk istihbaratının örgütlediği Mavi Marmara gemisi İsrail’e doğru yola çıkınca olanlar oldu. İsrail gemiye baskın düzenledi. Bu baskında 10 kişi hayatını kaybetti.
Onları ölüme gönderen Erdoğan’dı. Ancak Erdoğan yıllar sonra İsrail ile arayı düzeltmek için Filistin’e yardım götürmek için yola çıkan ve yaşamını yitirenler insanları suçlayacaktı. Halbuki o dönemin dış siyaseti ‘’komşularla sıfır sorun’’ üzerine kurulmuştu.
Arap Baharı patlak verdiğinde AKP bunu bulunmaz bir nimet olarak gördü. Artık Erdoğan kendisini yeni halife ilan edebilirdi. Erdoğan’ın fotoğrafları bazı Arap sokaklarında dolaşıyor, kurtarıcı olarak anılıyordu. Ancak ‘’kurtarıcıdan’’ katile ve işgalciye dönüşmesi çok sürmedi.
KÜRDÜN DÜŞMANI, DAİŞ’İN SPONSORU
Ankara, Arap Baharı ile birlikte yayılmacı ve işgalci politikayı öne çıkardı.
Özellikle de Suriye, Mısır ve Libya’da kendisine yakın Cihadist grupları desteklemeye başladı. n büyük umudu ise İhvancılar ve Irak’taki iç savaş çöplüğünde doğmuş DAİŞ’ti
Irak’ta DAİŞ’in alan kapması, Suriye’deki iç savaş Kürtlerin de tarih sahnesine çıkmasına yol açtı. 2012’deki Kobanê merkezli demokratik devrim, AKP için başka bir kırılma anıydı.
AKP ve Ankara’nın dış politikasının merkezinde artık her şart ve koşulda Kürtlerin statü sahibi olmalarını önlemek vardı.
Erdoğan artık sık sık şu cümleleri tekrarlayacaktı.
‘’Kuzey Irak’ta içine düştüğümüz hatayı Kuzey Suriye’de tekrarlamayacağız. Yanınızda kim olursa olsun, Kuzey Suriye’de bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz”
Erdoğan Kürt düşmanı politikası ile ilerlerken, ailesi de işin içindeydi. Damadı ve oğlu, DAİŞ petrolünden milyonlarca dolar kaldırıyordu. DAİŞ-TC ilişkileri artık saklanamaz bir gerçekti.
Öte yandan Erdoğan’ın ortadan kaldırmak istediği Kürtler ise Suriye’de ABD ve DAİŞ karşıtı koalisyonun en önemli partneri haline gelmişti.
Bunu istemeyen Erdoğan’ın bölge ve dış politikasında artık yeni bir eksen beliriyordu. Ankara bu politikayı, ABD ve NATO’yu kast ederek şöyle formüle ediyordu:
‘’Oyun kurucu değilsek o zaman maliyeti artırırız’’İşte bu nedenle Ankara ABD ve NATO nezdinde artık eski güvenilir müttefik değildi.
Çünkü bir çok ülkede DAİŞ, EL-Nusra gibi örgütleri desteklemekle yetinmiyor, aynı zamanda bu örgütlerin Avrupa Birliği ülkelerinde terör saldırıları yapmasına da sponsor oluyordu.
Paris’te 7 Ocak 2015’te Charlie Hebdo katliamı sonrası, dönemin başbakanı Davutoğlu’nun Fransa cumhurbaşkanı François Hollande tarafından soğuk karşılanmasının nedeni de buydu.
Erdoğan, kontrolündeki çetelerle her tarafa şiddet ve terör ihraç etmeye başladı; Suriye, Libya, Yemen, Mısır, Somali ve Ermenistan’a karşı Azerbaycan başta geliyordu.
Bir de buna İran’ın kara parasının aklanması, Rusya ile geliştirilen karanlık ilişkiler, alınan S-400 füzeleri, Doğu Akdeniz’de ‘’de facto’’ genişleme çabaları, Avrupa Birliğine karşı mülteci şantajı, Yunanistan’la yaratılan gerilim, içte milliyetçiliği konsolide etmek için köpürtülen batı düşmanlığı eklenince ‘sıfır problem’’ gitti, yerine ’’değerli yalnızlık’’ geldi.
Öyle ki resmi verilere göre Rus ordusu tarafından İdlib’te 36 Türk askeri öldürüldüğünde dahi Putin, Erdoğan’ı kapısının önünde bekletti, ABD başkanı Jeo Biden randevu vermedi.
En son Almanya, seçim çalışmaları bahanesiyle parti başkanlarının ülkeye girişine kırmız kart göstererek Erdoğan’ı istenmeyen lider ilan etti.
Yani herkesi dinsizlikle suçlayan ama kendileri zevk-u sefa içinde, her gün muta nikahlarıyla alem yapan Erdoğangillerin itibarı sadece içte değil, dışta da itibarları sıfırlandı.