Modern Kürt uluslaşmasının en önemli teorisyeni olan Cemal Nebez, Sovyet rejimini deşifre eden aydınların başında gelmektedir. Nebez, komünizmin yarattığı totaliter eğilimlerin hem bu düşünce yapısını hem de bu düşüncenin yayıldığı ülkeleri toplumsal açıdan felakete sürükleyeceğini öngören birkaç bilim insanından biridir. Nebez’in uyarıları Kürdistanlı olmasından dolayı yeterli akademik, sanatsal ve siyasal ilgiyi bulamamıştır. Ancak benzer eleştirileri yapan diğer ülkelerin aydın ve yazarları kendi kamusal alanlarına sahip oldukları için; eleştirilerini ve alternatif çıkışlarını kitlesel bir dalgaya dönüştürebilmiş ve bu rejimin tasfiyesinde kolaylaştırmışlardır.
Milan Kundera’nın ölümü bize bu dönemde elini taşın altına koyan entellektüel, bilim insanı, sanatçı ve özellikle edebiyatçıların, bu totaliter dünyaya karşı sınandıkları günlerin ve bu günlerde ortaya çıkanları yeniden yorumlama fırsatı sunmaktadır. Her ne kadar Kundera, bütün sorulara, “Ben romancıyım” cevabı verse de onun da içinde bulunduğu gelişmeler salt yazarlık ve romancılıkla sınırlı kalmayacak kadar denge bozucu olmuştur. Milan Kundera, ruhen batılı coğrafik olarak Rus gerilimine yakın olan Çekoslovakya’da doğmuştur. Kundera ve meslektaşlarını çağın aydınlanma sembolüne taşıyacak olan şey de çeşitli gerekçelerle bu coğrafik komşuluğun başına gelenlerdir.
Kundera’nın ülkesi esas itibariyle orta Avrupa ve batı aydınlanmasının birbiriyle kesiştiği ülkelerden biridir. Bu nedenle orta Avrupa bölgesinin edebi dehaları, Musil, Broch Kafka, Kanetti, Freud, Zweig ve Rilke batı Avrupa’yı eski çağın son çeyreğinde; zihinsel bir basınca tabi tutarken, Kundera ve kuşakdaşları da bir nevi bu basıncın pratiğini üstlenmişlerdir. Pek çok Praglı, Budapeşteli, Belgradlı ya da Viyanalı gibi Kundera için de , “Tarih başka yönde bir karar vermemiş olsaydı genç delikanlı kariyerine bir piyanist olarak başlayabilirdi.” Ama yirminci asrın Gordion düğümü bu bölgede çözülmeyi bekliyordu ve bu çözülüş milyonların kaderine mal olacaktır. Kundera bu maliyetin içinde hesaplaşacak, ülkesinin ufkuna çekilen demir perde ve gerisindeki siyasal fanatizm, sosyal dogmalar ve toplumsal yadırgama şekillerine jenerasyonel olarak karşı gelen dalganın içinde olacak, yazacak ve yaşayacaktır.
Çekoslovakya, İkinci Dünya Savaşı sonrası Rus rejiminin kapsama alanına girmiş ve kendi tarihsel sürekliliğinden koparılıp uydu devletler topluluğuna dahil edilmiş ve ülke ” ithal sosyalizmin ihraç” pazarlarından biri haline getirilmiştir. Bu durum batılı imparatorlukların bakiyesinden faydalanmış Çek toplumu için kabul edilmez bulunmuş ve ithal yaşam sistemi herhangi bir saygınlık edinmeden ulusun kendini yönetme ruhu karşısında ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.
Her yerde olduğu gibi Çekoslovakya’da da huzursuzluğun, baskının, sansürün çok oIduğu ve huzursuzların çoğunlukta oIduğu alan sanat alanlarıydı. Nasıl yaşamalı, ne yapmalı gibi faşizan eğilimler toplumun ve özellikle de sanatsal özgürlüğün bünyesine şırınga edilmek istenmiş, yazar ve sanatçıların nasıl yazıp çizeceği, düşüneceği, söyleyeceği ve ya söyleyemeyeceği parti otokrarisisince belirlenmek istenmiştir. Bu belirlenim ilk etapta sanat, medya ve siyasi kurumları hedeflese de asıl amaç toplumun tüm tarihsel imaj ve algılarını yeni rejim için sersemletmek ve sindirme gayesi taşımaktadır.
İşte Prag Baharı’nı başlatan ve tiranik partileri tarihe gömen şey, toplumsal geçmişin nükseden bu siniridir. Milan Kundera, Prag Baharı’nı öncesi ve sonrasıyla pek çok konu etrafında işlerken, 228 gün süren günleri bir bütünen şöyle tarif etmektedir:
“Prag Baharı kendiliğinden bir devrimci patlama olmaktan ziyade 1960’ların başlarında, hatta komünistlerin iktidara geldiği 1948 gibi erken bir tarihte yükselen ruhtur. ‘Marksizme karşı Marx’, ideolojik hezeyanlara karşı sağduyu olarak da tarif edilebilirdi. Bu ruh, sistemin yüzüne gülerek, sistemi kendinden utanır hale getirmişti; [ … ) halkın ezici çoğunluğunun desteğine sahip olarak,iktidarı ağır ağır ama geri döndürülemez bir biçimde
giderek kendine ve kendi gerçeğine daha az inanılır bir duruma sokmuştur. Bir grup insanın (bir sınıfın, bir halkın) eski reçetelere göre bir başka topluluğa karşı ayaklanması değildi söz konusu olan; bilakis, insanların (bir kuşağın erkekleriyle kadınlarının) kendi gençliklerine karşı ayağa kalkmış olmalarıydı. Bizzat kendi eylemlerini yakalayıp onu ehlileştirmeye uğraşıyorlardı ve bunu başarmalarına da az kalmıştı. 1960’lı yıllarda etkileri giderek çoğalıyordu ve l968’in başında neredeyse karşı konulmaz bir güce ulaşmış durumdaydılar.”
Prag Baharı bu nedenle batı aydınlanması ile orta Avrupa’nın kültürel dayanışması ile ortaya çıkmış yirminci yüzyılın en kapsamlı kitlesel ve entellektüel girişimidir. Bu nedenle sonuçları kendinden sonraki pek çok sanat, siyaset ve düşünce yapısını derinden etkilemiştir.
Kundera ve pek çok çağdaşı bu etkileyici bahardan ciddi deneyimler edinerek çıktılar.Kundera, edebi yazarlığını ülke dışında duyurma şansını da bu dönemden sonra yakalayacak ve bunu aydınlanma tarihine dayanarak ilerleyecktir.
Ve bunu yaparken aydınlanma dünyasına doğrudan müdahil olmaktan korkmayacak, kendini ve ülkesini batıdan yana konumlandırmaktan geri adım atmayacaktır. Kundera, aydınlanmayı kişisel bir olaydan ziyade tarihsel bir soyaçekim olarak nitelendirmekte ve gerekçelerini eserlerinde netçe anlatmaktadır:
“Bu Fransızlara özgü bir çağ değil, Avrupa’ya özgü bir çağ. Rus işgalinin Çekoslovakya’da nasıl derin bir anlam taşıdığını hakikaten kavramanız gerekiyor. Küçük bir Batı ülkesinin toptan ve vahşi bir şekilde Batı’dan koparılıp Rus uygarlığına dahil edilmesi söz konusuydu. Öyle bir zamanda Batı’ya özlem duymak çok doğal bir yönelimdi. Batı nostaijisi derken aslında yanlış anlaşılma riskini göze alıyorum. Size göre Batı, bugünkü rejim olan tüketim toplumudur. Bana göreyse Batı, Batı Tarihi’dir, Batı Kültürü’dür.”
Kundera bu açık tavrını romancılığına da yansıtacak ve edebiyatın yeniden demir almasını sağlayacaktır. Üstelik ideolojik bir kampa karşı açıktan mücadele vermiş ve bu mücadeleden aktif bir edebi kimlik edinmiştir. Edebiyat ve edebi yazımın, sade hayal ya da nostaljik bir olgu olmadığını zamanla konularının değişkenlik göstrebileceğini,risk odaklarının artabileceğini ve içinden geçtiği çağı bütün hallerinin edebiyatı etkileyebileceğini yine Kundera bize hatırlatacaktır. Ancak Kundera bunu yaparken roman yazımını kendine özel bilinç alanı olarak seçerek sanatçı tedbirini de almaktan geri durmamaktadır. Kundera’ya göre,” roman her türlü sistemsel anlayışa dirençli bir tür olarak ‘varlık’ın keşfinde felsefeden üstün bir yerde durduğunu kanıtlamıştır: “
Kundera’nın romancılığı bu yüzden klasik roman örgüsünden ayırarak, onu tümden sanatsal bir özgürlük alanı haline getirir. Eserleri ile sorumluluktan kaçınmaz ama ironik ve güncel olanı yazar ve okur arasında bölüşerek toplumu yanında tutmaya de dikkat eder. Bu özeni gösterirken entellektüel sorumluluğunu asla unutmaz. Risk alanlarında dolaşmaktan korkmaz.
Bir göçmen olarak geldiği ama kendisini asla yabancı olarak his etmediğini söylediği Fransa’da, gözlerini hayata yumduğunda, bir Fransız kadar ev sahibi,bir Çekoslovakya’lı kadar ülkesinin kültürü, dili ve geleceği adına yerlidir. Kundera, kendine özgü bir edebi satır yaratan birkaç yazardan biri olmayı yaşarken başardı. Zaman ilerlerken, teknoloji gelişirken, insanlar arasındaki bağlar değer değiştirirken ve siyasal düzenler kendilerini restore ederken ortaya çıkan anlam yitimlerinden hep rahatsız oldu. Gülüşün ve Unutuluşun metaforu onun için tüm zamanın kaydı ve kaygısı oldu.
Evet Kundera, bir batılı ve gerçek bir aydınlanma yazarı olarak yaşadığı çağ için;çalışrak, üreterek her türlü totaliter eğilime karşı gelerek eserler yazdı. Ne ülkesini ihmal etti, ne de gittiği ülkeyi gündelik siyasetin ithamları ile kıyasladı. Çağın dalgınlığına, yorgunluğuna ve stresinden kafası karışan okur ve meslektaşlarına sanatın gücünü küçümsemelerini ısrarla yazmaktan hiç imtina etmedi.
Her yazar gibi yaşarken bir tarihin, öldükten sonra da başka bir tarihin yazarı olmaya devam edecektir.
Bu yüzden Prag Baharı’nı Kundera’sız, Kundera’yı Prag Baharı’nın yarattığı entellektüel ve edebi bahardan ayrı ele alamayız.
“Siz bir komünist misiniz, Bay Kundera?”
“Hayır, ben bir romancıyım.”
“Siz bir muhalif misiniz?”
“Hayır, ben bir romancıyım.”
“Solda mı duruyorsunuz, yoksa sağda mı?”
“İkisinde de durmuyorum. Ben bir romancıyım. “
İyi pazarlar.!