“Uğrunda yaşama mücadelesi vereceğim
hiçbir şeyim kalmadıktan sonra
bilgi, bilim, felsefe neye yarar?
Onursuz bir hayatın ne anlamı olur.”[1]
- i) Yaşamı, insan(lık)ın karşılıklı sorumluluk duygusu/ dayanışmasının biçimlendirmesi için, devrim(ciler) açısından sınıflı sömürücü iktidarın dayatmalarıyla asla uzlaşıl(a)maz.
- ii) Devrim yaşamın meselesidir; o, insanın ufkunu açıp toplumsallaşmış mücadeleyi yaratan eşitlik hedefidir. “11. Tez”deki üzere “Gerçek”i değiştirmenin, sadece teorinin değil, cüretkâr eylemin, yani hayatın meselesi olduğu bir an olsun akıldan çıkartılmamalıdır.
iii) Bu uğurda mücadele veren “son insan”a dek başkaldırı asla yok olmayacaktır. Çünkü insan(lar) katledilse de, uğruna ölmeyi bildikleri sürece özgürlük hep gündemde kalacaktır. Yani despotların zulmüne inat, hiçbir şey kalıcı değildir; bilinçli, örgütlü, cüretkâr bir mücadele “olmazsa olmaz”ken.
- iv) Elbette kıran kırana özellikleriyle sınıf(lar) mücadelesinde her şey mümkündür ve gerçek, bir örnekle açıklanamaz; “İyi şeylerin bozulması en kötü şeylerin ortaya çıkmasına neden olur,” notundaki üzere David Hume’in.
Ayrıca zayıflık, korku, melankoli, cehalet zayıflığın; bilinç, umut, öfke, coşku, itiraz güçlülüğün kaynaklarıdır; “Reddetme özgürlüğü olmadığı sürece seçme özgürlüğü diye bir şey yoktur,” diye uyarır David Hume.
Ancak örgütlü mücadelenin hayalleri/ hedefleri asla olanaksız değildir; hiçbir şey insan(lık)ın dünyayı değiştirmeye taraf olan hayal gücü kadar özgür olamaz.
- v) Bir şey daha: Dünyayı değiştirme mücadelesinde dogma(lar) özgürlüğün düşmanları; insanları toptan “sevmek” yollu hümanizm ise imkânsızdır.
Sınıflı-sömürücü yerkürede sınıf gerçeğini konuşmak kadar zor, “sınıflar üstü” yalakalığı kadar kolay bir şey yokken; zenginlikleri ezilenlerin yoksulluğunu büyüten egemen sınıfın insan(cık)larını sevmek, anlamak, bağışlamak mümkün olabilir mi? Elbette asla!
Ayrıca çoğunluk açken, azınlığın her şeye sahip olması caniliği karşısında devreye giren ezilenlerin şiddetini, sömürücü devletin örgütlü şiddetinin doğurduğu da unutulmamalı.
- vi) Malum: Ordular, polisler, mahkemeler ve hapishaneler kesintisiz biçimde insan(lar)ın sömürü düzenine uyumlaştırılması içindir.
Yasa(lar), egemen(lik) iradesinin dışavurumu; özel mülkiyet de olanaksız bir yanılgıdır. Bunun karşısında sadece eylemin önünü açıp, “yasalara” boyun eğmeyen düşüncelerin, değeri olmuştur; Friedrich Nietzsche’nin, “Yasa koyucu olmak daha yüceltilmiş bir tiranlık biçimidir,” sözündeki üzere…
Söz konusu düzen(sizlik)de emeğin kurtuluşu mümkün değilken; davranışı devrimcileştirmeyen “bilgi” de nafiledir. Ve de tarihin tek değişmezi, her şeyin değiştiği hakikâti olduğu içindir ki, sınıf/ sömürü zorbalığı karşısında eşitlik, ancak burjuvalara rağmen sağlanabilir.
vii) Bu uğurda hayal kurmak ölümsüzleştirir kişiyi; toplumsallaştırılması gereken özgürleşme, sınıflı sömürücü dayatmalara itirazın cüretkâr bilinciyle başlar.
Kolay mı? İfade, ezenlerin duymak istemediklerini söylemek cüreti anlamına gelmiyorsa, hiçbir şey değilken; “Zorbalık karşısında duyarsız kalan bir toplum zehirlenmiş demektir,” diye ekler Fyodor Dostoyevski.
Bu noktada unutulmaması gerekiyor: Sınıflı sömürücü iktidar koyun sürüsü gibi tekdüze, itaatkâr, itiraz etmeyen bir halka ihtiyaç duyar duymasına; oysa yerkürede tek bir köle kalmayana dek özgürlük/ eşitlik ol(a)maz.
Elbette emekçi insanların dayanışması, kapitalist yıkımın kanlı çizgilerini dünyanın ufkunda silecektir; Emma Goldman’ın, “El ele verin ve bu bozuk, hastalıklı sistemin yıkılmasına katkıda bulunun,” ifadesindeki duruşla.
viii) Bunların kolay ve “kendiliğinden” olacağını zannetmek, elbette mümkün değil.
Devrim(cilik) bir yaşam biçimidir ve başkaldırının acıda/ cürette saklı olduğu bilinciyle hakikâte tutkuyla bağlanmayı, en önemlisi de, sadece yanıtları bulunabilen sorular sormakla yetinmemeyi gerektirir.
Onun içinde gemileri yakarak geri dönemeyenlerin; ölmeyi göze alabilenlerin düşünce ve davranışlarına muhtacız.
John Steinbeck’in, “İnsanlar ikiye ayrılırlar: Başkaları için yaşayanlar, başkaları sayesinde yaşayanlar,” biçiminde formüle ettiği bir dünyaya dair, “İnsan olmak kolay değildir, hele ki ‘insanca’ yaşanabilecek bir toplum düzeni yoksa!” notunu eklediği tabloda diktatör(ler), yönettiklerinden korkarlar; bu nedenledir ki insan(lık)ın, eşit ve özgür yaşayabilmesine yönelik umut tükenmemeli, aksine durmadan çoğaltılmalıdır…
- ix) Kapitalist devletin, insan(lık)ı köleleştiren zorbalığı karanlıklarla el eleyken; eşitlikçi-özgürlük elzemdir; “Meyvelerin herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir,” uyarısındaki üzere Jean-Jacques Rousseau’nun.
Özetle: Sömürücü iktidar, emeğin köleliğiyle oluşturulur; köleliğe itiraz ise toplumsal özgürlüğün de yolunu açar. Boyun eğmenin bittiği yerde sömürü de, zorbalık da sona erecektir; itaat sona erdiğinde iktidarın da sona erme sürecine gireceği gibi.
Söz konusu perspektifte, hangi nedenle olursa olsun, hiçbir şey kutsallaştırılmamalıdır. Çünkü “kutsal” insan(lık) için bir boyunduruktur; Max Stirner’in, “Devlet, kendi şiddetine hukuk, bireyinkine ise ‘suç’ adını verir,” tanımındaki üzere.
Hayır, reformistlerin mucidi olduğu “kısmi özgürlük”, özgürlük değildir, olamaz da. Hakikât emeğin özgürlüğüdür, hakikâtin ötesi yalandır ya da hiç…
- x) Şikâyetçi bir dil, “iyilikten anlamaz ve iyilikbilmez”likle malûl nankör zihin yapısıyla, hayal gücünü devreye sokmadan yorumlayıp/ sunmak hiçbir şeye yaramaz.
Şüphe yok: İnsan(lık)ı köleleştirmek, onu katletmektir; “büyük” denilenler/ sanılanlar, ezilenler diz çöktüğü için böyledirler.
Ayağa kalmak gerek. Zorbalığı yenmektir özgürlük.
Ya zafer kazanacağız ya da sefalet çukurunda boğulacağız. Başka seçenek yoktur.
- xi) Son söz de Sigmund Freud’dan: “Bir gün geriye dönüp baktığınızda, mücadele yıllarınız, sizin en güzel zamanlarınız olarak hatırlanacaktır.”
N O T L A R
[*] Kaldıraç Dergisi, No:270, Ocak 2024…
[1] August Strindberg.