Kürt kadın siyasetçi Sebahat Tuncel, AKP’nin ikinci yüzyılda Kürtsüz ve demokrasisiz bir cumhuriyeti inşa etmek istediğini belirterek, “Bizler de demokratik bir cumhuriyet inşa etmek istiyoruz. CHP de bunu inşa etmek istiyorsa daha net söylemlere ihtiyaç var” dedi.
Mezopotamya Haber Ajansı’ndan Dicle Müftüoğlu ile Berivan Altan, 7,5 yıl tutsaklığın ardından geçtiğimiz günlerde tahliye olan Sebahat Tuncel ile gündemdeki konuları konuştu. Röportajın tamamı şöyle:
Amed Büyükşehir Belediyesi’ne kayyım atanması, ardından da vekillerin tutuklandığı 4 Kasım 2016 Darbesi sürecinde yapılan eylemler sırasında gözaltına alınıp tutuklandınız. Yakın zamanda tahliye oldunuz. Bu süreçte benzer bir irade gaspı Colemêrg’te yaşanıyor. 8 yılı aşkın süredir benzer politikaların uygulanmasının nedeni nedir?
Cezaevine girmeden önceki süreç ile şimdiki süreç benzer. O zaman da hatırlarsanız, bir yandan Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit politikalarının değişmesi, Sayın Öcalan’ın sağlık ve güvenlik koşullarının sağlanması konusunda bir eylemlilik süreci vardı. Aynı dönemde ilk kez kayyım uygulamalarını tartışıyorduk. Kasım ayına gelene kadar bir süreçti. Bir yandan sorunun çözümü tartışmaları, bir yandan da kayyım politikalarına karşı bir direniş ve mücadele süreci yaşadık. Cezaevinde de aslında bu süreci tartışırken, Kobanê Kumpas Davası’na dair savunma hazırlığı yapıyorduk. Geçmişte ne oldu, neden böyle bir süreç başladı, tartışmalarını yapıyorduk.
AKP hükümeti, 2013-2015 sürecinde Sayın Öcalan ile diyalog süreci yürütürken, müzakereye geçilecek aşamada Tayyip Erdoğan masayı devirdi. 7 Haziran seçim sürecini yok saydı. 1 Kasım’da yeniden seçimleri yaptı. Bu süreçte kayyım atamaları gündeme geldi. Bütün bunlara baktığımızda aslında Kürtlere karşı bir strateji yürütüldüğünü görüyoruz. Bu daha sonra kamuoyuna Çöktürme Planı olarak yansıdı ve iktidar da bunu yalanlamadı. Tıpkı Şark Islahat Planı gibi bir gizli planın başlatıldığı bir süreci görüyoruz. Sayın Öcalan, o süreci Kürtlere karşı bir komplo olarak görüyordu. Aslında benzer bir süreç olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bir yandan çözüm süreci yürütüyormuş gibi görünüp, bir yandan da siyasi iradesini kabul etmeme ve bu konuda başka bir süreç işletme hali vardı.
Daha sonra 2016’da yaşanan özyönetim sürecini de AKP bahane ederek, Kürt siyasi hareketine yönelik çok kapsamlı bir saldırı gerekçesi haline getirdi. O dönemde 15 Temmuz başarısız darbe girişimi oldu. Bütün bunları Kürtlere karşı konseptin bir parçasına dönüştürdü. Ortaya çıkan durumu, siyasi ve ekonomik krizi, kaosu AKP, aynı zamanda Kürtlere karşı savaş ve çatışma siyasetine, buradan da Kürtlere dönük bir baskı politikasına dönüştürdü. 8 yıldır da bu süreci devam ettiriyor. Yine seçimlerde halk sandığa gitti, tavrını ortaya koydu. AKP yeniden kayyım atadı. HDP’nin kapatılması, 6 yıl sonra açılan Kobanê Kumpas Davası… Biz cezaevine girdiğimizde başka süreçler yaşanıyordu. 2020 yılında Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş arkadaşlarımız şahsında Kobanê Kumpas Davası’yla yeni bir dönem başlatıldı.
HDP’nin kapatılma süreci de beraberinde geldi. Bu bir konsept çerçevesinde, bir yandan mücadele ve direniş karşısında geri adım atsa da yine de ısrarla politikasında devam etti. Cezaevinden çıktık. Tabii Kobanê Kumpas Davası’nda çok ağır cezalar verildi. Kabul edilebilir bir durum değil. Bizim tahliye edilmiş olmamız burada sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Aksine süreç devam ediyor ve Demokles’in kılıcı başımızda, bu süreç devam ediyor.
31 Mart 2024 Yerel Seçimler’den hemen sonra irade gaspına yönelik girişimler oldu. Colemêrg Belediyesi’ne kayyım atandı. Aynı politikada ısrar ne anlama geliyor?
31 Mart’ta bir seçim oldu. Kürt halkı yeniden tavrını gösterdi ve güçlü bir kazanım elde etti. Wan’a kayyım atamayı denediler. Kayyım Wan’da güçlü bir halk direnişiyle karşılaştı. O zaman biz cezaevinde süreci takip ediyorduk, çok geniş çevrede itiraz sesleri yükseldi. Demokrasi güçleri ve CHP kayyım politikasına karşı bir tavır sergiledi. Bu önemliydi ve anlamlıydı. O süreçte yapamadılar ama kısa bir süre geçtikten sonra şimdi Colemêrg’de benzer bir süreci devreye koydular. Dikkat ederseniz, sürece baktığımızda AKP’nin stratejisi değişmiyor. Aslında bu güncel bir politika değil, bir planın uygulanması olarak görmek gerekir.
Bunu hem Türkiye hem de Kürt halkının görmesi gerekir. Bu AKP’nin güncel bir planı değil. İkinci yüzyıla girerken, ikinci cumhuriyet inşa edilmek isteniyor. AKP, ikinci cumhuriyette Kürtleri yok sayıyor. İmha, inkâr ve asimilasyon politikalarını güncelleyerek, Kürtsüz, kadınsız, Alevisiz, demokrasisiz bir cumhuriyet inşa etmek istiyor. Bunun anayasasını yapmak istiyor.
Bütün kavga ve tartışmalar bunun üzerinde, yaşadığımız süreçte bir mücadele, direniş süreci de oldu. Süreç iktidar açısından uzadı. Çünkü kayyım politikasıyla, siyasi soykırım operasyonları ve İmralı işkence sistemiyle daha hızlı sonuç almak istiyordu ama Kürtler buna karşı direndi. Demokrasi güçleri de güçleri oranında direndi. Her defasında da zayıfladı. Hem 14 Mayıs seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuç, oradaki değişim talebi 31 Mart yerel seçimlerde somut bir olgu olarak halk tarafından ortaya konuldu. AKP zayıfladı. Kürt halkının, Kürt kadınlarının, Kürt gençlerinin mücadelesi boşa değil. “Biz seçiyoruz, kayyım atıyorlar” deniliyor ama AKP istediği sonucu elde edemedi, edemiyor. Bugün de kayyım rejimi karşısında güçlü bir itiraz ve direniş var. Devletin elinde tabii ki baskı ve zor araçları var ve bunu kullanarak sonuç almak istiyor ama ona rağmen istediği sonucu elde edemiyor. Bunu da herkesin görmesi gerekir.
Colemêrg’e kayyım atanmasına dair İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasında, eşbaşkanın yargılandığı davadan ve gizli bir soruşturmadan söz edildi. Ancak gizli soruşturmaya dair hiçbir işlem yapılmadı ve birkaç günlük gözaltının ardından çıkarıldığı karar duruşmasında tutuklandı. Bu durumun hukuki olarak tartışması elbette yürütülebilir ama sizin siyasetçi olmanız hasebiyle, siyaseten bu durumu yorumlarsınız?
Siz de biliyorsunuz aslında totaliter ve faşist rejimler kendilerini yalan üzerinden ifade eder, inşa eder. Onların en temel amacı, topluma yalanı üstten dayatmasıdır. Bu yalana herkesin inanmasını istiyorlar. O yüzden aslında bu açıklamalara yalan demek, yanlış bir şey değil. Siz de cezaevinde bir dönem kaldınız. Bu ülkede, özgür basın geleneğinde ısrar eden, halka gerçek haberi ulaştırmak isteyen herkes bir baskı rejimiyle karşı karşıya kalıyor. Siz de deneyimlediniz. Mesela cezaevinde bir tutsağın üç kişilik arkadaş görüş hakkı var. Üç kişi yazıyorsunuz, size şöyle bir yanıt geliyor: ‘Hakkında soruşturma var, değiştiriniz’ diyorlar. İtiraz ediyorsunuz, İl Emniyet’ten size bilgi geliyor: ‘Hakkında soruşturma var.’ Karara dönüşmemiş ama engelliyorlar. Keyfiliğin sonu yok. Bu dışarıda da kayyım rejimiyle alakalı bir durum var. “Hakkında soruşturma var, gizli soruşturma var” deniliyor. Cezaevinde birçok arkadaşımız var, tahliyesi engelleniyor. Gerekçesi olarak “iyi halli olmadığı” söyleniyor.
Keyfi bir uygulama ve yönetimle karşı karşıyayız. Aslında bu, faşist Almanya’daki örnekle çok benzer. Hitler faşizminin uygulamalarına baktığımızda, orada Führer’in sözü burada Reis’in sözü (Tayyip Erdoğan) benzer bir uygulama vardır. Orada Führer’in sözü, burada Reis’in sözü kanun yerine geçiyor. Bu bir siyasi karar ve her şey manipüle edilebiliyor. Gerçeği gizleyen bir nokta var. O yüzden Kürtlere dönük Türkiye’deki her türlü dava aslında bir plan çerçevesinde, iktidar tarafından kara propaganda ya da yalanın servis edilmesi meselesidir. Buna aslında zemin oluşturma ihtiyacı hissediyorlar. Aslında AKP istediğini de yapamıyor. Devletin tüm zor aygıtları elinde olmasına rağmen bir meşruiyet argümanı arıyor. Kayyım atıyor, buna sadece Kürtler değil, Türkiye toplumu da itiraz ediyor. Halk seçmişse bu iradeye saygı duyacaksın. Tayyip Erdoğan da ilk seçim sonuçlarında böyle dedi. Peki, sen Türkiye’deki iradeye saygı duyuyorsun da Kürtlerin iradesine neden saygı duymuyorsun? Sandıkta çıkan irade önemlidir, demokrasinin bir gereği olarak görülüyor. Ama Kürtlere gelince gasp edilmesi gereken bir nokta olarak görülüyor. Yaptığın şeyin meşruiyeti olmadığının farkında, o yüzden bu yargı meseleleriyle meşruiyet arıyor. ‘Hakkında soruşturma vardı, dava vardı’ denilerek, arkadaşımız apar topar gözaltına alınıyor. Belki normal hukuk işlese beraat edecek.
Colemêrg Belediyesi Eşbaşkanı Mehmet Sıddık Akış, ilk soruşturma sürecinde tutuklanmamıştı. Bugün kayyum politikasının devreye konulmasıyla tutsak edildi…
Bugün AKP buna ihtiyaç duyuyor. Çünkü yaptığı şeyin gayrimeşru ve hukuksuz olduğunu biliyor. Kendi tabanına bile anlatamıyor. İşte anlatabilmek için “hakkında soruşturma vardı, bunlar ülkeyi bölüyor” diye algı yaratılıyor. Türkiye kamuoyu ve Kürtlerin bu tuzağa düşmemesi gerekir. Şu an herhangi bir davası olmayan bir arkadaşımız bile bir yerde aday gösterilse, hakkında bir süreç başlatılacaktır. Çünkü bu keyfi bir uygulamadır. Devlet bunu bir istihbari bilgi ile gizli tanık ya da açık tanık ile yapabilir. Bu dosyada da tanık bana zorla beyan verdirildiğini söylüyor. Aslında yapılanlar hikâye; devletin şiddet ve zorunun yargı eliyle nasıl topluma dayatıldığını görüyoruz. AKP’nin güçsüzlüğü karşısında yargıyı nasıl kendi politikaları için bir araç olarak kullandığının görülmesi gerekiyor. Hangi Kürt var hakkında soruşturma açılmayan? Politik olan her Kürt, siyaset yapmak, sanat yapmak, sivil toplumda örgütlenmek isteyen, basında çalışmak isteyen kim varsa AKP’nin bu ‘terör’ duvarına çarpabilir. Terörle Mücadele Kanunu, Kürtlere yönelik bir anayasa olarak kullanılıyor. Her söylediği söz, yaptığı eylem bu duvara çarpıyor. Oysa ki bunlar temel haklarıdır. Türkiye’de yasalar siyaset özgürlüğü, eylem özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğünü güvence altına almış sözde, ama söz konusu Kürtler olunca; bu haklar çok kolay askıya alınabiliyor. Agamben (Giorgio Agamben/ Filozof) buna istisna hali diyor. Kürtlere karşı sürekli bir istisna hali var. İstisna halinde yasa ve anayasa yok, parlamento yok. Keyfi bir uygulama ile karşı karşıyayız ve Kürtlere sürekli bir istisna hali uygulanıyor.
Baktığımızda, Colemêrg özel bir yerde duruyor. Hem özel savaş politikalarının uygulandığı bir kent olması hem de sınır hattında bulunması sebebiyle, hem Şirnêx hem de Colemêrg’i almak için AKP çok “büyük çaba” sarf etti. Kayyım politikasının bu kez Colemêrg’de devreye konulması, tüm baskı ve zor aygıtına rağmen kaybetmesi ile bağlantılı mı?
Özel savaş politikaları aslında 1990’lı yıllardan bu yana uygulanan bir politikadır. Türkiye’de, Kürtlere karşı bir sömürge hukuku, düşman hukuku uygulanıyor. Kürtlerin hak ve özgürlükleri bir yandan gasp edilirken, bir yandan da Kürt gençlerini yozlaştırma, sistem içerisinde mücadele edemez, kendi ayakları üzerinde duramaz bir noktaya getirme politikaları uygulanıyor. Hatırlarsınız, Dêrsim’de uyuşturucuya bulaşan çocukların kurtarılması için belediyenin yaptığı faaliyeti, valilik engelliyor ve “Dağa çıkacaklarına uyuşturucu, bali kullansınlar” diyor. Aslında bu zihniyet devam ediyor. Kürtlere karşı bir yozlaştırma, çürütme politikası, fuhuşla, uyuşturucuyla kendi gerçekliğinden koparma sürekli bir baskı olarak uygulanıyor. Devlet kendi eliyle de bunu yapıyor. Oradaki çürümeyi derinleştiriyor. Bu tesadüf değil. Bu bir politika, stratejidir. Bu sadece sınır hatlarında da uygulanmıyor. Batıda da öyle, Kürt gençlerini yozlaştırıcı politikalar strateji olarak değerlendiriliyor. Bu kabul edilebilir bir şey değil. AKP, belediyeleri almak istedi çünkü belediyeler aracılığıyla topluma yönelik kendi politikasını uygulamak istiyor. Asimilasyon politikasını uygulamak istiyor. Aslında siyaseten imha politikasını dayatıyor. Bunu bir şekilde Kürt gençlerini ve kadınlarını kendisine yabancılaştırarak, kendi toplumsal gerçekliğinden, köklerinden koparmak istiyor. Çünkü insanların kökü, geçmişi yoksa geleceği de yoktur. Köksüzleştirmek istiyor. Bu çok temel bir politika ama bir de kadınlara yönelik çok daha özel bir politika var.
Devlet görevlilerinin Kurdistan’daki tecavüz vakalarında birebir yer alması ya da Kurdistan’daki genç kadınlara yönelik cinsel şiddet olaylarında cezasız bırakılması, Musa Orhan örneğinde olduğu gibi çok ciddi bir durum. Devlet bunu teşvik ediyor. Musa Orhan olayında genç bir kadın intihar etti. Türkiyeli aydın ve sanatçılar da onun tutuklanmasını istedi. Ama dikkat edin, hala serbest geziyor ve devlet onun arkasında, her ne kadar eski İçişleri Bakanı’na atfedilse de, şimdiki İçişleri Bakanı da bu konuda adım atmıyor. Wan’da, Şirnex’te vakalar yansıdı. Bu, özel bir politika olarak devrede, o yüzden toplamda baktığınızda devletin stratejik olarak topluma uyguladığı politikalardan bir tanesidir. Bir yandan örgütlü kesimi gözaltına alıyor, tutukluyor, korkutarak sindirmeye çalışıyor. Diğer yandan toplumu yozlaştırıyor, açlığa mahkûm ediyor. Dikkat ederseniz, en fazla yoksulluğun yaşandığı ya da sınıf çelişkisinin en fazla olduğu yerlerden birisi Kurdistan’dır. Çok özel bir politika olarak devreye konuluyor. Bunları birbirinden bağımsız ele alamayız. Kürtlere karşı bir sömürge hukuku uygulanıyor. Dünyadaki benzer uygulamalara baktığınızda benzer şeyleri görürsünüz. Bir yandan da kendi gerçekliğine yabancılaştırarak, daha kolay teslim alma, iradesizleştirme, onurunu kırma gibi politikalar devreye koyuyor. Buna karşı da bizlerin yapacağı şeyler var. Bu gerçekliği tespit ediyoruz ama kabul etmiyoruz. Bunun farkında olan, buna karşı örgütlenen çok genç de var. Ben çıktığımdan beri çok gençle karşılaşıyorum, onlardaki o itirazı görüyorum. Bunun böyle gitmeyeceğini hep ifade ediyorlar. İnsanlar bir yol arıyor. Bu çok kıymetlidir. Genç kadınların ve erkeklerin arayışını görüyorum ve bu çok kıymetlidir.
Halk iradesinin gasp edildiği kayyım politikasına karşı itirazlar büyüyor, halk alanları terk etmiyor…
Kürt halkı kayyım rejimine çok uzun bir süredir direniyor. İlk andan itibaren bunu kabul etmediğini, buna karşı mücadele ettiğini sokakta ve her platformda ifade etti. Bu baskı rejimine rağmen, her sandık kurulduğunda yine sandığa gitti ve kendi iradesini destekledi. Partileri sürekli değişse de kendi partilerini desteklediler. Bütün zor aygıtlarına rağmen bunu yaptılar. Bu bir direniştir. Bunu anlamlı görmek gerekiyor. Sorun şu ki sadece Kürtlerin direnmesiyle sonuç elde edilmiyor. Türkiye’de demokrasi güçlerinin, barıştan, demokrasiden yana olan herkesin bu hukuksuzluğa karşı ses çıkarması, Kürtlerle dayanışmayı büyütmesi önemlidir. Yoksa Kürtler ellerinden gelen her şeyi yapıyor. Bütün bu kayyım zor rejimine rağmen hala direniyorlar, ayaktalar, demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmasını savunuyorlar. Gözaltı, tutuklanma, ekonomik olarak yoksullaşmayı göze alarak mücadeleyi devam ettiriyorlar. Buradaki direniş önemlidir. Türkiye’de hala umut varsa, bu direniş sayesinde var. Batıdaki umutsuzluk, Türk halkındaki umutsuzluk çok daha derindir. Kurdistan’da yürütülen savaş politikası, batıda ekonomik kriz olarak, anti-demokratik uygulamalarla, adaletsizlik olarak ortaya çıkıyor. Burada yaşanan her şeyin batıya yansıması var. Buradaki direniş de aslında batıdaki insanların barış, demokrasi ve özgürlük umudunu diri tutan bir şey ama yetmiyor. Batıda daha güçlü bir ses çıkması gerekiyor. Orada ses çıkıyor ama yine en fazla Kürtler ve DEM Parti bileşenleri ses çıkarıyor. Kürtler itiraz ediyor.
CHP’nin tutumunu nasıl görüyorsunuz, yeterli mi?
Burada CHP’nin ‘kayyıma karşıyız’ demesi elbette önemli ama ‘kayyıma karşıyız’ demek sözle olacak bir durum değil. CHP, Kürt sorunu hakkında ne düşünüyor? İktidarı hedeflemiş ve yerel seçimlerde güçlü bir destek alan parti olarak erken seçim tartışması başlatması gerekirken, yine AKP’nin kendini restore etmesi ya da toparlaması süreci yaşanıyor. Tabii ki diyalog, sorunların çözümü konusunda müzakere olmalı. Kürt sorununun çözümü konusunda, Kürtlerin dil ve kimlik sorunları konusunda ne düşünüyorlar? Kayyım rejimine karşı olmak meselesinde, diyelim ki hakkında dava var. Hakkında dava olması kayyım politikasını meşru mu kılacak? Bu kabul edilemez bir şey. Bu konuda daha güçlü bir söze ihtiyaç var. Sosyalistler, HDP, DEM Parti bileşenleri yıllardır dayanışıyor. Bunlar dışında sosyal demokratların, demokrasiden yana olan güçlerin daha güçlü ses çıkarması gerekiyor. Gerçekten bu, kendi anayasalarının da ortadan kalkması anlamına geliyor. Anayasa, yasa var. Türkiye yasalarında belediye başkanı hakkında herhangi bir yasal süreç varsa bile yeni başkanı belediye meclisi seçer, diyor. Bunu bile uygulamıyorlar. Kürtlere bu hakkı bile vermiyorlar. Kaldı ki kayyım atanmasına yol veren yasa, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden sonra KHK ile çıkarıldı. Bu antidemokratik bir yöntem, her türlü keyfiliğe yol açan bir yöntemdir.
Buna karşı Türkiye demokrasi güçlerinin daha fazla ses çıkarması gerekir. Tabii ki sorumluluğun hepsini onlara atmıyorum. Biz durduğumuz noktada mücadele edeceğiz. 13’ünde Colemêrg’de miting var. Türkiye’li demokrasi güçlerinin o çağrıya karşılık vermesi anlamlı olur. Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerden yana olan herkesin bu çağrıya anlamlı destek vermesi gerekir. Oraya gidemiyor mu? Kendi durduğu noktadan bunun mücadelesini yürütebilir. Bunun çeşitli yöntemleri var. Yeter ki; gerçekten hayır diyelim. Bunu görünür kılalım. Görünür kılmak önemli. Daha Abdullah Gül’e uluslararası alanda soruyorlar; diyor görmezseniz yoktur. Ses çıkmıyorsa; ki AKP o yüzden bir yandan kayyım atıyor, diğer yandan gösteri yürüyüşlerini yasaklıyor. Çünkü itirazın görülmesini istemiyor. O yüzden istenirse itirazın görüleceği birçok şey yapılabilir.
Siyasetteki son zamanlardaki gelişmeler de dikkat çekiyor. Kürt halkının iradesinin gasp edildiği bir ortamda “Yumuşama” tartışmaları yapılıyor, Erdoğan-Özel görüşmesi oldu. Bu tabloya bakıldığında iktidar ne yapmaya çalışıyor? Erken seçim tartışmalarına dair ‘millet isterse olur’ diyor. CHP nerede duruyor?
Cumhuriyet Halk Partisi’nin yerel seçimlerde aldığı başarı, Türkiye’deki değişim talebini çok net ortaya koyuyor. Dikkat ederseniz, CHP’li olmayan ama çok geniş bir kesim destek verdi. Hem Türkiye’nin hem de Kurdistan’ın birçok yerinde halk, “Bu iktidar artık sorunlara çözüm olmuyor, değişmelidir” dedi. Batıda da Kürtler bu değişim talebini desteklediler. Sadece CHP’nin başarısı olarak görmemek lazım; kent uzlaşısı olarak ortaya çıkan bir kazanım var. Kent uzlaşısı, kentte yaşayan herkesin kendisini ifade edebileceği, var edeceği bir sistemdir. Demokrasiden yana insanlar oy kullandı. CHP bunu ne kadar okuyor, tam bilmiyorum, biz de izliyoruz bu konudaki gelişmeleri. Kobanê Kumpas Davası dayanışmaları anlamlıydı. Colemêrg’e gitmeleri anlamlıydı ama yetmez. Bu konuda bir söze ihtiyaç var. CHP’nin Kürt sorunu hakkında ne düşündüğünü bilemiyoruz. Kayyıma hayır diyor, ama gerçekten bunun karşısında nasıl bir yerel yönetim stratejisini destekliyor? Yerel yönetimlerde ne öngörüyor, bilmiyoruz. En çok kayyım sistemine zemin olarak gösterilen kadın özgürlük sistemimiz, devlet eşbaşkanlık sistemine kayyım atıyor. Bunun kendi iktidarları açısından sorun olduğunu görüyor.
AKP’nin CHP ile kurduğu ilişkiyi, kaybettiği itibarı yeniden kazanma ve toplumdaki rahatsızlığı bir şekilde giderme ya da bu konuda kendisini yeniden güçlendirmek için bir zemin olarak görüyor. Başta söylediğim strateji önemli… AKP ve Cumhur İttifakı, ikinci cumhuriyeti kurmak istiyor ve bunun anayasasını çıkarmak istiyor. Bunun karşısında toplumsal destek yok ve destek alamıyor. Buna zemin sunmak, bu desteği almak istiyor. Meral Akşener ile görüşüyor. Abdullah Gül ile görüşüyor. Bütün bunlar AKP’nin nerede durduğunu gösteriyor. AKP aslında 1990’lı yıllarda Kürtlere karşı yürütülen savaş konseptinin, faili meçhul cinayetlerin figürleriyle yan yana duruyor. Bu, Kürt meselesine nereden baktığını, nasıl durduğunu, 21’inci yüzyılda neyi inşa etmek istediğini çok net gösteriyor. AKP, normalleşme derken; Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü, kadınların özgürlük sorununun çözümü, Alevilerin inanç sorununun çözümünden bahsetmiyor. Aksine bunları baskı altına alıp, yeni anayasada yok saymak istiyor. Kadınlara ve Alevilere yönelik saldırılar stratejiktir. Bir yandan baskı altına alıp, kendine bağlamak istiyor.
Bir yandan da kendine gelmeyeni düşman ilan ediyor. Kürt politikasında da kadın politikasında da aynı… İstanbul Sözleşmesi’ni bir gecede kaldırdı. Şimdi 6284 sayılı yasayı ortadan kaldırmaya çalışıyor. Kadınları evlere kapatıyor, kadınların nefes alacak alanlarını daraltıyor. Cinsiyetçi, milliyetçi, dinci politikalarla, aile kurumunu güçlendirerek, kadınlara yaşam alanı tanımıyor. Alevilere benzer bir durum söz konusu. Bir yandan Alevileri devlet kurumuna bağlayarak işbirlikçilik dayatılıyor. Bir yandan da düşman olarak görüyor. Kürtler açısından da öyle, bir kısım Kürt ile işbirliği geliştiriyor, işbirliği karşısında olanlara da düşman olarak bakıyor. AKP-MHP-Ergenekon ittifakının ne yapmak istediği belli; Kürtlere karşı kültürel soykırımı başarıya ulaştırmak ve ikinci yüzyılda Kürtsüz bir cumhuriyet inşa etmek istiyor. Faşist bir rejim inşa etmek istiyor. Bizler demokratik bir cumhuriyet inşa etmek istiyoruz. Mesela CHP gerçekten laik, demokratik bir cumhuriyet inşa etmek istiyorsa ki – söylemleri bu – o zaman bu konuda daha net söylemlere ihtiyaç var. CHP’nin Kürt sorunu politikalarına cesaret vermek gerekir ama politikaları nedir? Sol-sosyalist-demokratik güçlerin yan yana gelmesi Türkiye’de demokratik cumhuriyeti inşa etme açısından çok önemli. CHP bundan yana mı tavır alacak, yoksa AKP’nin kurmak istediği rejime mi yol verecek? Demokratik cumhuriyetin inşasında yer almalı.
Erdoğan-Özel görüşmesinde kimi pazarlıkların yapıldığı da yazılıp çiziliyor. Neler söylersiniz?
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ilk görüşmesinde Gezi Davası ve Ergenekon davasında hasta olanlar görüşüldü ve tahliye edildi. İnsanın aklı almıyor. Bunların pazarlık konusu yapılması kabul edilebilir bir durum değil. Siz Türkiye’deki bu gidişata, yargının siyasallaşmasına itiraz ediyorsanız, yasama-yürütme-yargı erklerinin bağımsızlığını ve uluslararası temel insan hakları standartlarına göre karar almasını isteyeceksiniz. Ama siz bu talebi iktidardan beklerseniz, onu güç haline getirirsiniz. Bu, onlar açısından CHP’nin iktidar iddiasını zayıflatan bir duruştur. Osman Kavala ve Gezi davasını müzakere etme meselesi, aslında siyasallaşan yargıyı meşrulaştıran bir noktada duruyor. Oysa bunun ortadan kalkması ve demokratik hukuk düzeninin inşası konusunda mücadele edilmesi gerekiyor. Müzakerenin bu noktada, “Siz bunu yapamazsınız, yasama-yürütme-yargı erklerinin bağımsızlığını inşa etmek zorundasınız, parlamentoyu işlevli hale getirmek zorundasınız, kararnamelerle bu ülkeyi yönetemezsiniz” demesi gerekirken, başka bir mesele konuşuluyor. Toplumda bunun alıcısı oluyor. Osman Kavala tahliye olmalı, Gezi davası sonuçlanmalı. Tabii ki bu haksızlıklar giderilmeli. Kobanê Kumpas Davası derhal bitirilmeli ama bunları bir pazarlık konusu yapmak yerine, demokratik hukuk düzeni inşa edilmesi için mücadele yürütülmesi gerekir. Bunlar olduğunda arkadaşlarımız özgürlüğüne kavuşacak.
Evet yakın zamanda hapishaneden çıktınız. Tutsakların İmralı tecrit sistemine karşı sürdürdüğü eylem var. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünü talep ediyorlar. İmralı tecridini neredeyse 40 aydır haber alamama haliyle sürdürülmesini ve buna karşı süren eylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başından beri konuştuğumuz konu, Kürtlere karşı yürütülen çözümsüzlük, savaş ve çatışma politikasının merkezi olan İmralı’dır. Dikkat ederseniz, Sayın Öcalan üzerinde uygulanan politika işkence rejimine dönmüş durumda, temel hak ve özgürlükleri keyfi olarak gasp ediliyor. Orada başlatılan hukuksuzluk bütün Türkiye’ye yayılıyor. Bu böyledir. Siz bir alanda hukuksuzluğu sürdürürseniz, başka zamanlarda başka yerlerde de uygulanır. Buna itiraz etmek en temel insan haklarından bir tanesidir. Bu sadece Kürtlerin meselesi de değil. Cezaevlerinde de tam da bu hukuksuzluğa dikkat çekmek, Türkiye’de Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün, Türkiye’nin demokratikleşmesinin İmralı’dan geçtiğini, Sayın Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşmasının Türkiye’de yeni bir dönemi ifade ettiğini göstermek içindir. 27 Kasım’da başlayan açlık grevleri yeni bir sürece evrildi. Tutsaklar mahkemeleri boykot ediyor, aile ve telefon görüşlerine çıkmıyor. Tecrit koşullarında olan arkadaşlarımız Kürt sorununun çözümü için bir yol açmak istiyor. Bu yol için direniyor, mücadele ediyor. Dışarıdakilerin bunu görmesi gerekiyor. Cezaevlerindekiler, gasp edilmiş birçok haklarına rağmen, haklarını da kullanmayarak, demokrasi, barış ve özgürlük için bir yol açmaya çalışıyor. Buna herkesin anlam vermesi gerekiyor.
İkinci bir mesele, Sayın Öcalan’ın düşüncesi, paradigması ve felsefesi bütün dünyada tartışılıyor. Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin nasıl inşa edileceği konusu gündemde. Kapitalist modernitenin ortaya çıkardığı ekonomik, ekolojik ve siyasal krize karşı bir yol öneriyor. Bu sadece Kürtlerle ilgili değil. Sayın Öcalan’ın Kürtlerin barış mücadelesinde tabi ki bir rolü var. 1993’ten bu yana büyük bir çabası var. Ateşkes süreçleri ve 1999’dan bu yana İmralı’da bu sorunun demokratik ve müzakere yoluyla çözülmesi için verdiği mücadele ve emek var. Bunun da görülmesi gerekiyor. Devlet, bütün bunlara karşı baskı ve zor politikalarıyla cevap verdi. 2013-2015 müzakere sürecine bakalım; o dönemde Türkiye’deki demokrasi ve özgürlükler alanlarına bakın, ne kadar genişti. Herkes kendini mutlu ve huzurlu hissediyordu. 2015’ten sonra yaşadığımız sürece bakın. Herkes 2015 sürecinin özlemini duyuyor. Diyalog ve müzakerenin ortadan kaldırılması Türkiye’de krizleri derinleştirdi. Dünyada da öyledir. Siz müzakere ile sorunları çözersiniz, bu ortadan kalkarsa savaş olur. Bunun olmaması için Kürtler mücadele etti. Demokrasiden yana olan güçler mücadele etti. Ama bunlar devletin zor aygıtlarıyla bastırıldı. “Bu suça ortak olmayacağız” imzacılarının işleri ellerinden alındı, bir tas çorbaya muhtaç edildiler. Onlar o dönemde güçlü durdu ama sonrası gelmedi. Şimdi güçlü bir barış hareketi gelişmiyor.
Oradaki uygulamalar nedeniyle insanların en küçük paylaşımları bile suç sayılıyor. Özgürlükler ortadan kalkmış durumda ve bütün bunların yürütüldüğü yer İmralı işkence sistemi. Bunun ortadan kaldırılması için daha güçlü bir mücadeleye ihtiyaç var. Kürtler bu konuda zaten mücadele ediyor ama batının şunu görmesi lazım: Bu mücadele sadece Kürtlerin sorunu değil. Tecrit sadece Kürtlerin meselesi değil. İmralı’da uygulanan tecritle bütün toplum baskı altına alınmış durumda, özgürlükler ortadan kalkmış durumda, buna karşı mücadele etmek gerekiyor. Diğer yandan, Sayın Öcalan’ın felsefesi, kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite stratejisi, bütün dünyadaki bilim insanları ve akademisyenler tarafından tartışılıyor. Ama Türkiye’de buna cesaret edilemiyor. Bu ortadan kalksa, Ortadoğu halklarını özgürlüğüne kavuşturacak bir model, düşünce sisteminden bahsediyoruz. Bunun tartışılması için bir zemin yok. Demokrasilerde fikir tartışırsınız, Türkiye’de bunun zemini yok.
Tutsaklığın ardından birçok buluşma etkinliğine katıldınız. Kadınlarla buluşmanızı konuşmak istiyorum. AKP iktidarının kadın kazanımlarına yönelik saldırıları sürüyor, tutsak olduğunuz süreçte de arttı. Ancak buna karşı büyüyen bir kadın direnişi de var. Genel buluşmalara dair kadınlarda neler gözlemlediniz?
Kobanê Davası’nda tahliye olan kadın arkadaşlarımızın dışarıdaki kadınlara moral veriyor olması ve o buluşmalardaki moral ve beklenti, bir hukuksuzluğun son bulmamış olmasına rağmen onlarla buluşmamız onlarda bir umut yaratıyor. Aslında bu kadın özgürlük çizgisinin toplumda karşılığıdır. Bunu sadece kadın buluşmalarında değil, sokakta da görüyorum. Sokakta yürüdükçe insanların bu rehine durumunun son bulmasını sevinç olarak, umut olarak görmesi, bizim kadın özgürlük çizgimizin, mücadelemizin toplumda karşılığını gösteriyor. Devlet bizim kadın özgürlük çizgimize, eşbaşkanlık sistemimize saldırıyorken, tüm bu saldırılara rağmen kadın özgürlük çizgimizin toplumsallaştığını gösteriyor. Kadınlar açısından da yan yana gelirsek, mücadele edersek, direnirsek, kazanabileceğimiz umudunu yeniden ifade ediyor. Özgürlüklerimizden çaldılar ama hala direniş ve mücadele ruhunun diri olması, dışarıdaki pek çok devlet zoru ve baskısıyla karşılaştığı için umutsuzluğa kapılmış insanlara umut vermesi önemlidir. Direniş, mücadele kazandırır ruhu ayakta gibi, en azından bize hissettirilen bu. Biz bu 7,5 yıllık süreçte hep mücadele ve direniş süreci yaşadık. Devletin baskı politikalarına boyun eğmedik, itiraz ettik. Mücadeleyi cezaevinde de mahkeme salonlarında da sürdürdük. Onlar Kürt kadın hareketini yargılamak isterken, biz devletin erkek egemen sistemini, zihniyetini yargıladık. Dışarıda da yansıması böyle görünüyor.
Hapishanelerden nasıl görülüyor…
Gelecek tasavvurunuzla alakalı bir şey; mesela, diyelim ki cezaevlerindeki tüm arkadaşlarımız yaşanan durumun ne olduğunu çok iyi analiz ediyor. Faşist koşullarda Kürtlere karşı yürütülen inkâr, imha ve asimilasyon politikasının 21’inci yüzyılda da güncellenerek Kürtlere karşı nasıl uygulandığını herkes farkında. Bunu bir pes etme değil de mücadele ve direniş gerekçesi olarak görüyor. Bu çok önemli, direngen damar da buradan geliyor. Evet, yeni bir yaşam inşa etmek istiyoruz. Kürtlerin varlığını hukuksal zemine kazandırmak istiyoruz. Çünkü herkesin şu gerçeğin farkına varması gerekiyor: Kürtlerin şimdi varlığı inkâr ediliyor. Anayasa’da yokuz, yasada yokuz. Bugün bir Kürtçe kelime bile söylediğin için mecliste mikrofonlar kapatılıyor. Kurdistan demek yasak. Kürtlere dair her şey “Kürtsünüz, neyiniz eksik?” ama Kürt olarak değil, Türklük cephesinden, orada size Türklük dayatılıyor. Türkiye Parlamentosu’nda bile “Kürt kökenli” olabiliyorsunuz. Size en fazla bu dayatılıyor. Kürt olamıyorsunuz, “Kürt kökenlilik” dayatılıyor. Cezaevindeyken insanlar kendi Kürt kimliğine, Kürt diline, kültürüne, kökenine ve varlığına sahip çıkıyor. Ve bu, kendine Kürt varlığına yönelik sistematik, şimdiye ait olmayan, 200 yıldır Kürtlere dayatılan bu politikaya karşı mücadele ediyor. Sadece Türkiye’de değil, uluslararası güçlerin Ortadoğu’da Osmanlı’nın çökmesiyle belirlediği İran, Irak ve Türkiye’de Kürtlere karşı yürütülen benzer politikaların varlığını ortadan kaldırmaya yönelik politikaların farkında, o yüzden de varlığını güvence altına almak için mücadele ediyor. Varlığınız yoksa özgürlüğünüz de yoktur. Hak ve özgürlük talebiniz de yoktur.
Aslında bugün verilen mücadele ve kavganın nedeni de budur. Kürtler, “Ben varım, varsam haklarım da var” diyor. Eğer bir hak varsa onun hakları da vardır. Bunlara doğal haklar deniliyor. Temel insan hakkı; bir halk varsa, hakları da vardır. Nasıl ki bir insanın kendi kendini yönetme hakkı varsa, Kürt halkının da kendi kendini yönetme hakkı vardır. Her halkın nasıl kendi anadilinde kendi yurttaşlarını eğitme hakkı varsa, Kürtlerin de kendi dilini ve kültürünü koruma hakkı vardır. Kürtler bu hakların mücadelesini veriyor. O yüzden bu, varlığını koruma mücadelesidir. Bunun farkında olunca, nerede olursa olsun, mekân fark etmeksizin, mekân sizin mücadele azminizi ve umudunuzu ortadan kaldırmıyor. Aksine var olan koşullarda daha da üretken oluyorsunuz. Koşullara göre kendinizi de ayarlıyor, mücadelenizi zor koşullarda da sürdürebiliyorsunuz. Üretme olanaklarınız çok daha fazla; o olanakları hatta birçok kişi belki kullanmıyor bile ama cezaevlerinde az olan olanaklarınız ile birlikte kendi politik bilincinizi yürütmeye çalışıyorsunuz. Kitap yazıyorsunuz, üretiyorsunuz, özellikle okuyorsunuz, kendinizi geliştiriyorsunuz. Devlet de bunu engellemeye çalışıyor. Dikkat ederseniz orada da benzer bir politika var.
Yani bütün bunlara baktığınızda direniş ve mücadele, kendi politik hedefiniz ve bu hedefe ulaşma konusundaki azmi diri tutuyor. Dirençle ve coşkuyla tutuyor. Cezaevlerinde politik tutsaklar örgütlü yaşamı sürdürüyorlar. Bunu zihnen yürütüyorlar. Bazen insanlar cezaevinde “Yatmıyor musunuz?” diyorlar. Disiplin sağlayarak, her gün kendisindeki eksiklikleri görüp, var olan güçlü yanlarını daha da güçlendirerek mücadele ediyorsun. Oradaki yaşam her anlamıyla sabah kalkmaktan, öğleden akşama kadar her şeyiniz bir plan dahilinde gidiyor. O açıdan o direnç ve mücadele sizi zinde tutuyor.
Bazı konularda da anlatılmıyor, oraya girdiğinde gerçekten nasıl yaşandığını görebiliyorsun. Nasıl ifade ediliyor. Sizler de deneyimlediniz. İlk başlarda odadan girip çıkarken ayakkabı dayatması size saçma geliyor, öfkelendiriyor, itiraz ediyorsunuz. Ama zaman içerisinde orası da normalleşiyor. Her şeye dilekçe yazmak zorundasınız. Kepekli ekmek yemek istiyorsanız, ona bile dilekçe yazıyorsunuz. Su, ayakkabı, kıyafet için dilekçe yazıyorsunuz. Sürekli dilekçe yazma hali ve her zaman cevap da gelmiyor. Orası da sürekli bir mücadele hali. Oradaki dilekçelerde bir dilekçeye dönüşse farklı bir şey oluyor. Orası öylesine bir şeyler yaptığınız bir yer değil. Ne bileyim, Sincan’da haftada bir arama yapılıyor. Aramalarda bütün eşyalarınız dağıtılıyor. Siz her defasında bunu toparlıyorsunuz. Aslında bir yandan devlet bu uygulamalarla sizi taciz ve rahatsız etmeye çalışırken belli bir süre sonra bunlar sizin için rutine dönüşüyor. “Gelip arasınlar da gitsinler, düzenimi kurayım” diyorsun. Her şey bir mücadele gerekçesi, o açıdan bazı şeyler cezaevinden anlatılınca dışarı için anlamlı gelmiyor. Leğen için bile kaç defa dilekçe yazıyorsunuz.
Bu süreçte, hapishaneden çıktıktan sonra en çok hangi zorluklarla karşılaştınız ve bunları nasıl aştınız?
Burası için anlatıldığında anlamlı gelmiyor. Dünyadaki teknoloji ve bilim gelişmiş. Herkes çamaşır makinesinde çamaşır yıkıyor ama bu yüzden bir kova, sıcak su meselesi önemli; ya da burada onları dert etmiyorsunuz ama cezaevinde önemli. Dışarıda basit gibi görünen ama cezaevinde hayata anlam katan ya da bir mücadele gerekçesi olan şeyler. Dışarıda bunlar için kimse bu kadar mücadele etmez ama orada anlamlıdır. Hayatınızı kolaylaştıracak ya da zorlaştıracak bir şeye dönüşüyor. Sayılı kıyafet veriliyor; dışarıda istediğiniz zaman giyiniyorsunuz ama cezaevinde kıyafet değiştirmek için bile dilekçe vermeniz gerekiyor. İçerideki kıyafeti çöpe atmanız gerekiyor, ama atmak istemiyorsunuz. İnsan tabi utanıyor, daha büyük sorunlar olurken, halkımıza yönelik bu kadar saldırı olurken, halkımızın iradesi gasp edilirken, cezaevinde bu sorunlar yaşanıyor, diyemiyorsunuz. Ama orada yaşarken bu sorunlar önemlidir. Politik tutsaklar, farkındaysanız, yaşadıkları sorunları da söylemiyorlar. Hayatı etkileyen ve belirleyen sorunlar. “Cezaevi anlatılmaz, yaşanılır” sözü doğru. Oradaki sınırlılık, tecrit, izolasyon hali sizin buna karşı bulduğunuz yöntemler oluyor. İlk çıktığımda bağırarak konuşuyormuşum. Kardeşim diyordu; “Niye bağırıyorsun?” Orada duvardan duvara bağırarak konuşuyorsunuz. Cezaevinde bağırmak bir iletişim hali; demek ki bu alışkanlığa dönüşmüş. Cezaevinden çıktık ama tam kendimizle kalamadık. Teknoloji ile buluşamıyorsunuz, insanlarla diyalog kurmak da uyum gerektiriyor, sokakta gezerken farklı hissediyorsunuz. İnsanlar bir yandan size umutla bakıyor, daha fazla omzunuza sorumluluk yüklüyor. Karmaşık bir süreç…
Sizce, toplumsal gerçeklik ve siyaset alanında yaşanan değişimleri gözlemlerken en önemli bulduğunuz unsurlar nelerdir ve bu unsurların mücadelenize nasıl yön vereceğini düşünüyorsunuz?
Mücadelenin bir yerinde yer alacağız elbette. Nerede olur bilmiyorum. Kadın özgürlük mücadelesi, ekoloji mücadelesi, demokratik siyaset mücadelesi sürüyor. Biz bunlar için mücadele ettik. Halkımızın özgürlük mücadelesinin bir yerinde yer alacağız. Biraz gözlemliyorum. Biraz nedir? Ne değildir? Çok şey değişmiş. Anlamadan içine girmek verimli olacağına verimsiz olabilir. Daha verimli nasıl oluruz, biraz tartışıyor ve gözlemliyorum. Toplumsal gerçekliği ve kendi siyasetimizin geldiği noktayı gözlemliyorum. Daha sınırlı bir alandaydık, şimdi içinde takip etmeye çalışıyorum. Mücadelenin bir yerinde olacağız.