Türkiye’nin bir “hum”, “lehum” gerçeği vardır: Lehum, obur, yiyici, onlara, onlar için anlamındadır. Lehum, Al-i İmran Suresi’nde geçiyor. Kabul etmeyen, onlar. Onlar, Arap ve Müslüman olmayanlardır. Ebu Suud Efendi, sıkça, humdan yola çıkar: “Tebaaya bağlı ama tebaanın dinini iman etmemiş” kimseler, onlar! Ayetin omurgası: “Bir hüküm verilirken, bir şey yaparken onlara danışınız.”
Onlar, zamirdir, varlıkların adları yerine geçer, adıldır! Surenin, Osmanlı ve Türkiye’nin gündemine gelme nedeni ilk Anayasa’dır! Cemil Oktay’a göre hum, Kanuni Esasi’nin ilan edildiği (1876) tarihten bu yana hep günceldir: 1920’de, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti azaları bir ağızdan bağırır: “Hâkimiyet bila kayd-ü şart milletindir.” Millet denilirken, akla bir tek millet gelir; Türkler, onlarsa, vasaldır, biat etmeleri gerek. Müslüman’ın yerine Türk gelmiştir ve bu yasayla güvence altına alınmak istenmiştir. Şerif Mardin’in daha öncesini de ele alırken söylediği şu ifade can alıcıdır: “Jön Türklerin derin özlemlerinin hürriyet olmuş olduğu doğru değildir.” Neden mi? Hürriyet, herkesi kapsar ama onlara tanınan, onların hak ettikleri doğal bir hürriyet söz konusu değildir. Onlardan istenen hâkimiyet alanlarına bağlılıktır: Türk ve Müslüman olmayanların verdiği destek, güçlerini bildirir. Hatta bu, bir haklılık belgesidir: Aramızda Kürtler, Ermeniler var! Talat Paşa’nın son güne kadar poker arkadaşları Ermeni ileri gelenleriydi.
Sartre-Aybar diyalogu
27 Mayıs’ta sağcılar ve solcular (Cemal Madanoğlu ve Alpaslan Türkeş) bir araya gelirler: Hum, gündemdeydi yine. TİP de kurulur: Kürtler, burada yer alır, burada yer alanlara “aydın” denilir. Hum’un gizil gücü buradadır. Burada yer alan işçilere de sınıf denilir. Sınıf bilinci olarak işçi yoktur daha. Bir süre sonra Russell Mahkemesi’nde Jean Paul Sartre, Ermeni Soykırımı’ndan söz ederken Mehmet Ali Aybar, buna itiraz eder. Aybar’a göre “söz konusu (tehcir) olaylar” Birinci Dünya Savaşı sırasındaydı, bunları yapanlar eğitilmemişti, doğasıyla bu bir soykırım olamazdı, katliamı yapanlar çeteydi, devlet değildi…
Yetmişli yıllarda hum, kendini gerçekleştirme adına yola çıkar: Öğrencilerden, köylülerden, işçilerden, Türkiye’deki sosyalistlerden beslenir.
12 Eylül, huma/ onlara karşı yapılır. Mustafa Kemal’in nutukları, söylev ve demeçlerinin okullarda ders kitabı olarak okutulması istenir ama Askeri Konsey buna karşı çıkar: Çünkü burada Kürtlerden söz edilmektedir: Üç cildin, ilki yayımlanırsa olmaz mı tartışması yapılır. Ama hum’un, “bir şey yaparken onlara danışınız” hükmü diri tutulur: İtirafçılık, koruculuk vs. Onlara danışılır! Kazım Karabekir, nasıl ki onlardan gürbüz evlatlar çıkartmışsa, 12 Eylül de onlardan bir ordu yaratır; onlardan birini de ileri göreve atar: Avcı birliklerinin, koruculuğun babası Turgut Özal’dır. Özal, ne zaman çözüme yanaşsa, gider! Çünkü o da humdur.
Hum günceldir. Geçen seçimlerde (2023) gördük: AKP karşısında duran ve başını CHP’nin çektiği Millet İttifakı için Kürtler, humdu; dinlenen kimselerdi, “oyunuzu verin ve susun” denilen kimselerdi. Niçin susacağız ki, niçin konuşma sırası hep sende? Beni uçurumdan tuttuğunu iddia ediyorsundur ama biri beni tutuyorsa, ben zaten düşmüş değil miyim; hem, sen kim oluyorsun da beni tutuyorsun?
Egemen anlamaz
Seçim döneminde bir görüntü dikkatimi çekti. Yaşlı bir kadın Ekrem İmamloğlu’na “ben sana kurban, hayran” diyordu. Kürtçe söylüyordu ama İmamoğlu, “ben anlamıyorum” diye karşılık veriyordu ama kadını seviyordu, ellerinden öpüyordu. Görünüşe bakılırsa, iyi, hoş bir görüntüydü. Senin anlamıyorum demek ne demektir? Bir tercüman bul, anlaş, konuş ya da ikisini de yapma, sarıl ona, sev onu, bu da yeter.
Kuşkusuz Ekrem Bey’in bir suçu yoktur. Ekrem Bey, edebiyat bilmiyordur, felsefe ve tarih okumamıştır, kendisine açılan yüceliğe karşı, bir derinliğe ulaşamamıştır belki. Konu şu…
Anlamıyorum teyze, diyen kişinin söyleminde bir ergenlik, bir egemenlik vardır, kendi egemenliğinden söz ediyordur; kendine tanıdığı haklar vardır ve bu hak (Türklük, CHP’lilik), onu farklı yapıyordur ve ben, onu seçeceğimdir, mecbur kalmışımdır; aslında benim seçme hakkım yoktur ve bir tek o, kendi söylediklerini anlar, benim işim de onun söylediklerini anlamaktır. Burada başlıyor Hegel’in Haiti günleri, buradan ve böylece siyaset bir efendiler işine dönüşüyor, bu efendi, hem siyasetin hem ekonominin anahtarını elinde tutuyor; bu gücünü de, hiç farkında değil ama benden alıyor. Benden istediği bir şey var: Sen benim için yaşarsan ancak var olursun, sen kendin için yaşayamazsın. Böylece bir konum, böylece o bir, ve ben o, bir’in yanında şeye (bir şeye) dönüyorum.
Korkuyu kırmak
Bu efendinin korktuğu tek şey ölüm; bunu bize Joseph Conrad’ın (Nostromo) kahramanı Hirsch söyledi; bu adam, bir anda cellâdının yüzüne tükürür, bir saniye sonra öleceğini bile bile yapar bunu. Diğer bir romanda (Casus) gözü pek bir profesör vardır, cebinde bir bomba taşır, o da şunu söyler: “(bayım) Ben gücümü, hiçbir sınır tanımayan ölümden alırım.”
Ölümü kabullenen insan, korkuların en büyüğüyle karşılaşır, kırar onu, dev bir özgürlük hissi yaşar.
Hobbes ve Makbule Özer
Thomas Hobbes da siyasetin ölümle alakalı olduğunu söylüyordu. Buna göre siyasetin iyi işi bireylerin birbirine zarar vermelerinin önüne geçmektir: Siyasi devlet, korurdu. Ancak söz konusu Kürtler, Kürtlerin siyasi tutukluları olunca, bütün partiler bir oluyor, birleşiyor; kibir, ulusal gurur oluyor. Örneğin seksen yaşındaki Makbule Özer’in hasta ve yaşlı olmasıyla ilgili duyarsızlık had safhadadır. Yine kanser hastaları kimsenin aklına gelmiyor. Koruma da yok, soğuk temas var. Soğukluk bir eğilimdir; şair Osip Mandelstam’ın dediği gibi “ahlak fikrine fiziğin girmesinden” kaynaklanıyor. Hassas göz, içten olur, içten bakar, kalbiyle görür, gerisi züppenin halidir, bakışında sürekli bir dezenfeksiyon, bir tecrit… Bunların (Rousseeau’ya göre) mizaçları da yürekleri de soğuktur, sığ beyinlerinden hareketle yapay ve düşünülmüş duygularla bir komedyen gibi davranırlar. Bizi karnavala davet eder, kendileri zırh kuşanırlar.
CHP’nin vasat raporları
CHP, en son 2017’de cezaevleriyle ilgili küçük, vasat bir rapor hazırladı. Raporda nerdeyse siyasi tutuklular yoktu. CHP’liler, evet, kimi Kürt siyasetçileri ve Gezi tutuklularını ziyaret ediyorlar ama bunda da bir içtenlik yok. Türk filmlerinde vardır, buzdolabı ya da pahalı bir cam kırılacağına iri bir Kürt bulunur, dövülür. Bu da genelde Yadigâr Ejder olur. Sırım gibi bir delikanlıyken, iyi bir tiyatro, sinema oyuncusuyken bilene bilene biten bıçak oldu, sokakta öldü.
CHP’nin bir cezaevi politikası yoktur. Kürt sorunuyla ilgili hala SHP’nin Kürt Raporu dışında bir çalışması da yoktur. Bugüne kadar tecritten dolayı cezaevlerinde yapılan açlık greviyle ilgili bir açıklama da yapamamıştır, herhangi bir CHP’li vekilleri de açlık grevinden dolayı ne Adalet Bakanlığı’na gitmiş, bir görüşme talebinde bulunmuş ne de bir cezaevine gidip tutukluları dinlemiştir. Tutuklular tecritten dolayı bir süredir aile görüşüne çıkmıyor, telefon haklarını kullanmıyorlar. Aileleri, dışarıda perişandır; ne bir ses ne bir seda vardır. Bayramlar gelmiş, bayramlar geçmiştir. Bayram nedeniyle CHP, kendine yakın tutukluları ziyaret etmiş, sıra Kürtlere gelince, kibre belenmiştir. Aleni bir ayrımcılıktır bu. Bir parti, tutuklu ayrımı yapıyorsa, burada yalnızca kendine Kürt arayışı ve pragmatizm yoktur, bu bir güç zehirlenmesidir de, özgüven ve gurur, bize şunu söyler: Hakkı olmayanı kendine hak görüyor.
Herkes biliyor, CHP marjinal bir partiydi; onu yükselten Ecevit bile kopmuştu. Baykal’ın kasetleriyle dibin dibini görmüştü. İstanbul seçimleriyle biraz güç kazandı ama şimdi, ciddi bir muhalefet yapacağına, ikili yönetimi benimsedi, iç/ dış politikayı sanki AKP’ye bıraktı, yerel yönetimleri aldı, böylece kerim devlete ortak oldu.
Özgür Özel, Erdoğan’la görüştüğünde Hakkari’ye kayyum atandı, ama CHP kayyuma karşı sembolik bir duruş bile sergilemedi; ne Özel, ne geleceğin cumhuru gözüyle bakılan Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş, Hakkari’ye gitmediler, basın açıklamaları ve demeçler dışına çıkmadılar. CHP’den beklenen mitingler yapmasıydı, kazandığı belediyelerde Kürt, Türk, Ermeni, Ermeni, Rum, Arap müzisyenleriyle stadyumlarda konserler vermesiydi.
Deniz, Mahir, İbrahim, Öcalan
Sanırım CHP, Kürtleri ve sosyalistleri bilmiyor. Kürtlerle gelişen sosyalizminde farkında değil. Sanıyor ki Henry Ibsen’nın oyunundayızdır ve anahtar olaylar sahne dışına sürülerek, dramatik tarzda da olsa sahnelenmek yerine yalnızca anıştırmalarla bir yere varılacaktır. Ne tecrit ne cezaevlerindeki tutukluların hali anıştırılacak bir mesele değildir. “İktidara geldiğim zaman çözerim” diye, geleceğe bırakılacak bir şey yoktur. Acil durumlarda zaman, geçmiş ya da gelecek değildir; zaman, şimdidir, şimdi, şimdinin aracılığıyla fethedilir; sözler, sembolik ziyaretlerde dolu varlık ancak böyle yakalanabilir.
Tecrit iktidarıyla, muhalefetiyle ertelenerek, gündem dışı bırakılarak umutsuzluk aşılanıyor. Umutsuzluk yanlış bilinçten gelir; bu, Kierkegard’ın deyimiyle, kimi zaman “umutla fark edilse de” insanlığın müşterek haline dönmeyince hiçtir. Umut ve umutsuzluktan öte bir şey var; Kürtler ve Kürtlerle birlikte sosyalistler, unutkanlığın hapsine tabii tutulmuşlardır; hatta değerlerimizi yapmacık bir şekilde kendi değerleri sayarak kimi semboller bile inşa ediyorlar; Deniz, Mahir, İbrahim bizim değerlerimizdir; bu üçü yoldaşlık bildirisidirler: İbrahim’i Ali Haydar, Deniz’i Avni Gökoğlu, Battal Mehetoğlu, Mehmet Cantekin’le, Mahir’i Sabahattin Kurt olmadan düşünemez kimse, bunların sınıf arkadaşı Öcalan’ı fotoğraftan kesip çıkartmak mümkün değildir. Burada bir kitaptan söz etmem gerekli. İstanbul Belediyesi, “Türkiye’nin 68’i: Denizlere Çıkan Sokaklar” diye bir kitap yayımladı. Bu kitapta ne Öcalan vardır, ne de Öcalan’ın dağıttığı, 68’in ruhu ve itirazı Şafak Bildirisi; Öcalan bildiriyi dağıtırken yaralanan, Öcalan’ın eczaneye götürüp başını sardığı Doğan Fırtına da yoktur, o sırada, “Filistin’e mi gidelim yoksa Güney Kürdistan’a mı gidelim” diyen gençlerin ateşli tartışmaları da: Kürtler yoktur. Fırtına, annesiyle bir tarihtir: Leman Hanım, Didar Şensoy’la yalnızca feminizmin değil, insan haklarının ilk savunucularındır. Kürtler ve sosyalistler bu kadınların adlarını söylerken bile imtina eder. Beşinci sınıf şair ve yazarların güzellemeleriyle bir dönem dile getirilemez.
Bugün CHP, Öcalan’ın fikirlerine katılıyor ya da katılmıyor olabilir, bu bütün insanlar için de geçerlidir. Voltaire’e atıf edilen, yaklaşık yüz yıldır demokratların dilinden düşmeyen bir sözle devam etmem gerek: “Düşüncelerine katılmıyorum ama senin düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim.” Budur, bu kadardır.
CHP Öcalan’la görüşsün
Kürtlerin, bunu CHP’den isteme hakları vardır. CHP muhalefetse ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde İzmir’den çok Şırnak’tan CHP’ye oy çıkmışsa ve Kürtler, İstanbul, İzmir gibi kentlerde CHP adayına destek vermişlerse, üç yıla aşkın bir süredir tecrit edilen Öcalan için CHP bir şey yapmıyorsa, burada bir sorun vardır; tecridin hiçbir hukukta karşılığı yoktur ve CHP, bir hukuk arayışına girmiyorsa, burada, “tecritte payı var” demektir. Bizzat kendileri gidip Öcalan’la görüşebilir, bunu bir talep olarak dile getirebilirler. Özgür Özel, Esat’la bir görüşme talebinde bulunuyorsa, neden Öcalan’la bir görüşme olmasın ki? Özel, Esat’la aynı fikirde olduğu için görüşmüyor, bir sorun var, o da bu sorunun tarafı olarak görüşmek istiyor.
Demokrat ölçütleri olan biri ya da bir parti, her şeyde ve herkes için eşitlik arar, isterse bu kendine bir mahal yaratma arzusu olsun, isterse bir sorunun çözümü, sonuç değişmez, amaç eşitlik ve adaletse, barışsa, gerisi teferruattır.
Haklara sahip olmak nedir ki? Kısaca, ötekinin haklarına sahip çıkacaksın; ötekinin hakkını yükümlülüklerin alanına sokacaksın.
Öcalan, fikirleri olan, siyasi bir tutukludur, her görüşe açık bir CHP varsa, Öcalan’da bunun dışında tutulamaz. Bu herkese iyi gelecektir. “Çözüm sürecini buzdolabına kaldırdık” diyen Erdoğan’ın da belki eli güçlenir, sahici bir yumuşama olur.
İnsanlığın ilk politik kitaplarından biri olan Platon’un Politika’sında bu vardır: “Çok sayıda insanın tarlalara gitmek zorunda olduğu” demokrasilerde “Agaro kalabalık bile olsa tarlalara gitmiş olanların yokluğunda Meclis toplanmamalıdır.”
CHP, düşünceyi savunma babında geride seyrediyor: En çok sözü edilen “Suriyeliler ve ekonomi” sorunun anahtarının Kürt sorunu olduğunun farkında değiller.
Çözüm sürecinin bitme aşamasına geldiği sıra konuşan Prof. Daron Acemoğlu, bunu açıkça dile getirdi: “Çözüm sürecinin bitmesi politik sistem ve ekonomi için felaket olur” dedi. Acemoğlu, bunu 2015’in, 4 Ağustos’unda söyledi. Süreç bitti ve her gün biraz daha ekonomi kötüleşti. CHP bir dönem Acemoğlu’a yanaştı ama sonu gelmedi. “Ekonomi ve Suriyeliler meselesi” bundan daha iyi nasıl anlatılabilirdi?
Suriye meselesi, sadece Türkiye gelen Suriyeliler meselesi değildir. Suriye’de bir Kürt meselesidir. Suriyeliler üzerinden bir trajedi üretiliyor, böylece Kürt meselesi karartılıyor. Suriyeliler bir trajedi, bir insanlık halidirler, Kürt meselesi ve bugün can yakıcı olan tecritse bir adalet, eşitlik ve özgürlük sorunudur. Üstelik Öcalan’ın kişisel bir hesabı da yok, çözüm öneriyor.
Hem trajediden korkmamak gerek; John Webster’in Amalfi Düşesi’nin kahramanı Basola ince ve narin sesiyle şunu söylüyordu: “Kötü olan şeyler, sonunda iyileşmeye başlar.” Terry Eagleton’un için bu, kötü olanla yüzleşmenin kurtarıcı olabileceğiydi. Walter Benjamin’de ütopyasını bunun üzerine kurmuyor muydu? Ne tanrı krallığı ne tarihin muzaffer gayeleri, ütopya harabeler içindedir: Boşa çıkmış umutlar, çiğnenmiş bedenler, elbet bir gün, bir şey söyleyeceklerdir.
Tecrit, adaletin Kürtlere attığı bir düğümdür ve bu düğümü çözebilecek tek güçte siyasettir, siyaset adamlarıdır. Sonrası ayrı bir konudur ama bu dönem Erdoğan, cesaretli davranmıştır; Kayseri ve Yozgat gibi yerlerde süreci anlatmış, kitlesini ikna etmiştir. CHP’nin bugün bir çözüm stratejisi yoktur. Hala, Türk Antropoloji Mecmuası’nın (1925) derdini yaşamaktadır: “Türk’ü bulmak!” Nazan Maksudyan’ın ifadesiyle de bu ancak, “masal âleminde” gerçek olabilecektir.