Ortadoğu, kadim medeniyetlerin beşiği olarak, tarih boyunca dinî ve sembolik değerlerin savaşıyla şekillenmiş bir coğrafya olmuştur. Bu topraklarda hüküm süren çatışmalar yalnızca sınırların ve toprakların kontrolüyle sınırlı kalmamış, dinî kimliklerin, mezhepsel ayrışmaların ve kutsal sembollerin gücüne dayanan bir mücadelenin de ifadesi olmuştur. İbrahimî dinlerin doğuşuna tanıklık eden bu bölge, tarih boyunca peygamberlerin, kutsal şehirlerin ve tanrısal otoritenin sembolize edildiği bir zemin olarak, dinin siyasal bir silaha dönüştüğü sayısız çatışmaya sahne olmuştur. Hristiyanlık, İslam ve Yahudilik gibi dinlerin yanı sıra, Şii-Sünni ayrımı gibi mezhepsel bölünmeler de bu çatışmaların alevini harlamış, bugünkü savaşların tarihsel arka planını oluşturmuştur.
Bu bağlamda, özellikle İsrail ile İran arasındaki gerilim, yalnızca iki devletin çıkar mücadelesi değil, Ortadoğu’nun tarihsel ve sembolik çatışmalarının bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. İsrail’in Yahudi devleti olarak varlığı, hem bölgedeki Arap uluslarının, hem de İran’ın Şii kimliğini merkeze alan ideolojik ve dinî politikasının hedefinde olmuştur. İran İsrail’i “Batı’nın uzantısı” ve İslam dünyasının birliğine yönelik bir tehdit olarak görürken, İsrail de bölgedeki güvenliğini koruma adına İran’ın nükleer programı ve bölgesel etkisini stratejik bir tehdit olarak algılamaktadır.
Bu çatışma, köklerini sadece son yüzyılın siyasi gerilimlerinden değil, binlerce yıllık dinî ve sembolik hak iddialarından almaktadır. Kudüs’ün ve diğer kutsal mekânların, uluslararası diplomasideki yerinin ötesinde, tarihsel birer sembol olarak varlığı, İsrail ile İran arasındaki savaşın derinliklerinde dinî ve ideolojik bir boyut kazanmaktadır. Böylece, Ortadoğu’nun savaşla şekillenen canlı tarihi, bugün de din, sembol ve güç ekseninde yeniden yazılmaya devam etmektedir.
Klimatolojik çeşitliliği ve insanlık tarihine yön veren medeniyetlerin beşiği olan Bereketli Hilal, tarihin her döneminde sadece bir üretim ve refah merkezi değil, aynı zamanda kadim çatışmaların, dini devrimlerin ve kültürel altüst oluşların da sahnesi olmuştur. Din, felsefe ve sanat dünyasını şekillendiren bu bölge, bugün insanlığın hafızasında taşıdığı bereket sembolünün aksine, verimsizlik, kısırlık ve anonim bir azabın temsili haline gelmiştir.
Tarihin derinliklerinden süzülen bu gerilim, bugün de modern dünyada yankı bulmaya devam ediyor. Bir zamanlar ilahi doktrinlerin kuluçka merkezi olan bu topraklar, şimdi ise İsrail ile İran arasındaki güç mücadelesinin karanlık gölgelerine sahne olmaktadır. Savaşlar, çatışmalar ve devrimlerle şekillenen bu coğrafya, günümüzde de yeni bir tarih seremonisinin merkezinde yer alırken, yer altı ve yer üstü zenginliklerinin, jeopolitik çıkarlar uğruna nasıl kıyasıya bir mücadeleye sahne olduğunu bize hatırlatmaktadır. Bereketli Hilal, artık medeniyetleri doğuran değil, onları paramparça eden güçlerin kucağında solgun bir gökyüzüne bakıyor…
Bereketli Hilal’in karanlığına sürüklenen Ortadoğu’da 7 Ekim saldırıları, binlerce insanı acımasızca hayattan koparırken, bölgenin kırılgan dengelerini bir kez daha sarstı. Bu saldırılar, İsrail’in güvenlik paradigmasını köklü biçimde değiştiren bir olay olarak, 11 Eylül’ün ABD için yarattığı sarsıntıya benzer bir etki taşıyor. Tıpkı 11 Eylül’ün Batı’nın küresel güvenlik politikalarını yeniden şekillendirmesi gibi, 7 Ekim de İsrail’in askeri ve siyasi hamlelerini geleceğe yönelik yeni bir perspektifle değerlendirmesini beraberinde getirdi. Ancak bu olayın etkilerini sadece İsrail bağlamında okumak yanıltıcı olacaktır. Çünkü Bereketli Hilal’in tarihi boyunca jeopolitik çatışmaların merkezi olan bu bölge, yeniden şekillenen bir güç mücadelesinin eşiğinde bulunuyor. İsrail-İran gerilimi, bölgesel dengeleri değiştiren bu saldırının gölgesinde giderek keskinleşirken, bölgedeki aktörler, tarihin akışını belirleyen yeni bir denklemin içine sürükleniyor. 7 Ekim’i anlamak, İsrail’in son dönem stratejik hamlelerinin ardındaki dinamikleri kavramak açısından kilit önem taşıyor.
Bölgesel gerilimlerin en belirgin işaretlerinden biri olan İsmail Haniye’nin Tahran’da öldürülmesi, İsrail-İran çatışmasının yeni bir dönemece girdiğini gösteriyor. Bu suikast, Usame bin Ladin’in ölümüne benzer şekilde, bölgedeki güç dengelerinin yeniden tanımlandığı bir dönemin işareti olarak okunmalıdır. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın da hedef alınmasıyla birlikte, bu çatışmanın sadece İsrail-Filistin sorunu çerçevesinde kalmadığı, İran’ın bölgesel etkisini zayıflatma çabasının yeni bir aşamaya geçildiğini gözlemliyoruz.
Tıpkı ABD’nin 11 Eylül sonrasında Afganistan’a yönelik müdahalesinin kaos ve yıkımı beraberinde getirmesi gibi, İsrail de Bereketli Hilal’in stratejik zemininde İran’a karşı benzer bir hamleye hazırlanıyor. Ancak İsrail’in bu stratejik hedefe ulaşıp ulaşamayacağı hala belirsizliğini koruyor. Zira bu çatışmanın odak noktası yalnızca anlık zaferler değil, uzun vadeli ve köklü bir hesaplaşma olarak şekilleniyor. Bölgedeki aktörlerin hareketleri bu denklemin içinde şekillenirken, İsrail-İran çatışmasının asıl oyun kurucu unsuru olarak İran’ın belirleyici rolü dikkat çekiyor.
Bereketli Hilal’in karanlık gölgeleri altında, İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki askeri operasyonlarının bir eşiğe ulaştığı açıkça görülüyor. İsrail, bu operasyonlarla birlikte bölgedeki askeri varlığını güçlendirdikten sonra, Suriye hariç Arap dünyasıyla daha yapıcı diplomatik ilişkiler kurarak İran’a karşı hibrit savaş stratejisini derinleştirme planları yapmaktadır. Bu strateji, sadece askeri operasyonlarla değil, aynı zamanda diplomatik hamlelerle de desteklenerek İsrail’in kendisi açısından savaşın istikrarlı bir şekilde sürdürülmesini hedefliyor. İsrail-İran gerilimi, bölgede bir denge arayışının ötesinde, çatışmanın doğasını hibrit ve uzun vadeli bir savaş modeline dönüştürme potansiyeli taşımaktadır. Dolayısıyla, önümüzdeki süreçte bölgedeki stratejik hamlelerin daha karmaşık ve çeşitlenmiş bir hal alacağı şüphesizdir. Bereketli Hilal’in tarihi boyunca bölgesel güçlerin karşı karşıya geldiği çatışmalar gibi, bu yeni dönemde de İsrail’in İran’a yönelik adımları, bölgenin kaderini derinden etkileyecek yeni stratejik oyunlara sahne olacaktır.
İsrail’in bu politikalarının arka planını anlamak için, daha önceki Arap-İsrail savaşlarının tarihsel sürecine kısa bir göz atmak faydalı olacaktır. 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulması, Arap dünyasında ciddi bir tepkiyle karşılanmış ve bu süreçte Arap devletleri ile İsrail arasında 1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında büyük savaşlar yaşanmıştır. Bu savaşlar, yalnızca askeri çatışmalarla sınırlı kalmayıp, bölgedeki uluslararası politik dinamikleri de şekillendirmiştir. Ancak, bu tarihsel çatışmalar zincirine 2006 yılında Hizbullah ve İsrail arasında yaşanan savaş da eklenmelidir. 2006 Hizbullah-İsrail Savaşı, yalnızca Lübnan’ın güneyi ve İsrail sınırında yaşanan bir askeri çatışma olmakla kalmamış, aynı zamanda İran’ın bölgedeki vekil güçleri üzerinden İsrail’e karşı yürüttüğü savaşın bir öncüsü olarak önemli bir dönüm noktasıdır. İsrail’in kuzey sınırında cereyan eden bu çatışmalar, Filistin sorunundan daha geniş bir İran odaklı savaş ve çatışmanın habercisi olmuş ve bölgedeki askeri stratejilerin değişmesine yol açmıştır.
Bugün Ortadoğu’da yaşanan çatışmaların kökeni büyük oranda bu tarihsel arka plana da dayandığı için, İsrail’in bölgedeki varlığı ve Arap dünyasıyla olan gerilimleri, uluslararası politik dinamikleri etkilemeye devam etmektedir. 2006 savaşı sonrası İsrail, bölgedeki askeri operasyonlarını genişletmiş, İran’ın etkisini sınırlandırma çabasına hız vermiştir. Ancak, bu süreç barış ve istikrarı getirmek yerine daha fazla yıkım ve istikrarsızlık yaratmıştır. Dolayısıyla, bölgenin ihtiyacı olan şey daha fazla savaş değil, her kesimden insanların birlikte yaşayabileceği, demokratik ve kapsayıcı bir çözüm arayışıdır. Ütopik bir arzu gibi duyulan bu arayış, yeni bir yaklaşım yaratarak, bölgenin tarihsel gerçekliklerini ve mevcut çatışmaları doğru analiz eden bir öngörüyle mümkün olacaktır.
Bereketli Hilal’in tarih boyunca tanıklık ettiği savaş ve çatışmalar, bölgesel güç dengelerinin ne kadar kırılgan olduğunu ve dış müdahalelerin bu dengeleri nasıl daha karmaşık bir hale getirdiğini ortaya koymaktadır. İsrail ile Arap dünyası arasındaki tarihsel gerilimler, günümüzde İran’ın da dâhil olduğu stratejik bir güç mücadelesine dönüşmüş durumda. Bu mücadele, yalnızca bölgenin sınırları içinde kalmayıp bölgesel ve küresel güç dengelerinin yeniden şekillendiği bir zeminde ilerlemektedir. Özellikle Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi bölgesel aktörler, statükoyu koruma çabalarıyla bu karmaşık savaş denklemlerine katkıda bulunmakta. Suudi Arabistan, İran’ın artan nüfuzunu dengelemek için İsrail ile diplomatik ilişkileri güçlendirme yönünde adımlar atarken, Mısır ise Filistin meselesi üzerinden Arap dünyasında kendisine merkezi bir rol biçmeye çalışmaktadır. Bu politikalar, bir yandan bölgede barış arayışlarını tıkarken, diğer yandan Bereketli Hilal’in karanlığında yeni jeopolitik kırılmaların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır.
Bereketli Hilal’in karanlığında, bölgedeki azınlıklar ve Kürtlerin hak mücadelesi, jeopolitik güç oyunlarının merkezinde önemli bir yere sahiptir. Her ne kadar Arap dünyasının tamamı bu konuda birleşik bir tutum sergilemese de, özellikle Mısır ve Suudi Arabistan, Kürt meselesini kendi dış dengeleri açısından önemli bulmakta ve bu konuda Kürtlerle ihtilaflı olan devletlere karşı temkinli bir yaklaşım sergilemektedir. Bununla birlikte, İsrail, Filistin halkına yaşattığı bütün dramlara rağmen, azınlıklar meselesinde İran ve Türkiye’yi sert bir şekilde eleştirmekte, bu eleştirilerde özellikle Kürtlerin konumuna dikkat çekmektedir.
Nitekim Netanyahu’nun 30 Eylül’de yayınladığı videoda İran’ı tehdit ederken, İran’daki halkların özgürlüğü için topyekûn bir savaş mekanizmasını devreye koyacağını ifade etmesi bu bağlamda oldukça dikkat çekicidir. Bu açıklamalar, yalnızca İsrail-İran çatışmasını değil, aynı zamanda bölgedeki azınlıklar üzerinden şekillenen yeni bir jeopolitik denklemi işaret etmektedir. Benzer şekilde, İran Cumhurbaşkanı da yaptığı konuşmada, Azerbaycan ve bağımsız bir Kürdistan inşasına dair endişelerini dile getirerek, bölgedeki bu kırılgan dengeyi daha da karmaşık hale getirmiştir. Bereketli Hilal’in karanlığında, Kürt meselesi ve azınlıkların hak mücadelesi, bölgesel çatışmaların ve dış müdahalelerin belirleyici unsurları haline gelmektedir.
Ortadoğu’da, Kürtler ve Filistinliler üzerinden şekillenen polemikler, daha önce Erdoğan ile Netanyahu arasında da sıkça gündeme gelmiştir. Devletsiz ikinci halk olarak tarihe geçen Kürtlerin maruz kaldığı baskı, yalnızca Türkiye ile sınırlı kalmamış, İran da Kürtlerin hak mücadelesi üzerinde yoğun bir baskı kurmuştur. Ancak İran, bölgesel güçlerle ve küresel aktörlerle ilişkilerini dengelemek zorunda olduğundan, Kürt meselesini daha esnek bir politik ve diplomatik çizgide yürütmektedir.
Değişen koşullar altında, Kürtlerin hak mücadelesi artık bölgedeki güç dengeleri açısından kilit bir mesele haline gelmiştir ve gelecekte İran, Arap dünyası ve Türkiye arasındaki ilişkilerde belirleyici bir faktör olacaktır. Bereketli Hilal’in karanlığında, bölgedeki denge siyaseti yalnızca askeri stratejilerle şekillenmemekte, aynı zamanda sosyopolitik ve etno-dinsel kırılmaların yansımalarıyla da daha çetrefilleşip derinleşmektedir. Bu kırılmalar, İsrail-İran çatışmasında Kürt meselesini önemli bir eksen haline getirmekte, Ortadoğu’nun jeopolitik denkleminde Kürtlerin hak mücadelesini kaçınılmaz bir biçimde ön plana çıkarmaktadır.
İsrail ve bölgedeki diğer aktörler arasındaki kronik çatışma, yalnızca devletlerarası güç dengelerini değil, aynı zamanda toplumsal yapıları ve kimlikleri de köklü bir şekilde etkilemektedir. Bereketli Hilal’in karanlığında, bölgenin geleceği, askeri zaferlerden ziyade toplumsal barışın inşasına odaklanan yeni bir siyasal tahayyülün gelişimine bağlı olarak şekillenecektir. Ancak, bu dönüşümün külfetsiz olmayacağı da açıktır. Ortadoğu’da kalıcı bir barış sağlama çabalarının, sadece askeri çözümlerle mümkün olmayacağı herkes tarafından bilinmesine rağmen, hâlâ bu yönde ısrar eden bölgesel güçlerin varlığı, sorunun karmaşıklığını artırmaktadır. Dolayısıyla, askeri stratejilerin ötesinde, toplumların ihtiyaçlarını ve kimliklerini gözeten kapsamlı bir barış anlayışına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bağlamda, sadece devletler arasındaki çatışmaları değil, aynı zamanda bölgedeki halkların tarihsel deneyimlerini ve sosyal dinamiklerini de dikkate almak, kalıcı bir çözüm için elzemdir.
Bu bağlamda, güvenlikçi konseptler yerine, bölgenin tarihsel, sosyolojik ve kültürel dinamiklerini dikkate alan kapsayıcı ve sürdürülebilir politikalara duyulan ihtiyaç her zamankinden daha belirgindir. Bereketli Hilal’in karanlığında, bu yeni siyasi diskur, etnik ve mezhepsel farklılıkları uzlaşı zemini haline getirerek toplumsal düzeyde adalet ve eşitliği merkeze alabilir. Giderek bölgeselleşen savaşın durdurulabilmesi için, yalnızca küresel güçlerin müdahalesi değil, aynı zamanda sürdürülebilir bir barışın toplumların talepleri haline getirilmesi gerektiği açıktır.
Bu durum, daha geniş perspektifli ve uzun vadeli politikalar inşa etmeyi zorunlu kılmaktadır. Ortadoğu’nun geleceğine dair pek çok senaryo mevcutken, esas alınması gereken temel perspektif, bölgedeki aktörlerin tutumları ve uluslararası ilişkilerin dinamiklerinin ortaya çıkaracağı stratejilere bağlı olarak şekillenecektir. Mevcut çatışmaların artarak devam etmesi durumunda, savaşın mevcut şekil ve ekseninin kökten değişme olasılığı yüksektir; bu da bölgenin istikrarsızlığını artırarak daha derin toplumsal yarılmalara yol açabilir. Dolayısıyla, yeni bir barış arayışı, yalnızca askeri çözüm önerileriyle değil, toplumların talepleriyle de biçimlenmelidir.
Başka bir ifadeyle, savaş artık yalnızca İsrail ile İran’ın vekilleri arasında değil, doğrudan İran ile İsrail arasında cereyan edecektir. Bu durumun bölgedeki gerilimlerin daha da derinleşmesine ve insanlık trajedilerinin artmasına sebep olacağı konusunda hemen hemen herkes hemfikirdir. Öte yandan, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye gibi ülkeler, Kürtler ve diğer etnik gruplarla işbirliği yaparak daha kapsayıcı ve barışçıl bir yaklaşım benimseyebilir; bu sayede olası savaşın büyümesini engelleyebilirler. Ancak, bu güçlerin hiçbirinin hâlihazırda böyle bir stratejiye hazır olduğuna dair herhangi bir emare bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, “Bereketli Hilal’in” karanlığında daha geniş bir savaş ve istikrarsızlık ortamının oluşması kaçınılmaz görünmektedir. Bu koşullarda, kalıcı bir barış sağlama çabaları, yalnızca askeri müdahalelerle değil, aynı zamanda bölgedeki tüm aktörlerin sorumluluk almasıyla mümkün olacaktır. Aksi takdirde, çatışmaların süregeldiği bir ortamda, toplumsal dinamiklerin ve insan yaşamının zarar görmeye devam etmesi riski her zamankinden daha yüksektir.
En olası senaryolardan biri, ABD ve Avrupa gibi küresel aktörlerin askeri çatışmaların dinamikleri üzerinde daha aktif bir rol üstlenme ihtimalidir. Bu aktörler, savaşın alanını kontrol altında tutmaya çalışarak, kendi stratejik çıkarlarını koruma amacındalar. Ancak, böyle bir durumun bölgedeki dengeleri köklü bir şekilde değiştirme gücüne sahip olmayacağı ve kalıcı bir barışı sağlamaktan ziyade, yalnızca geçici bir ateşkes ya da gerginliği artıran unsurları tetikleyebileceği gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle, “Bereketli Hilal’in” karanlığında, küresel aktörlerin müdahalesi, mevcut çatışmaların karmaşıklığını artırabilirken, aynı zamanda kalıcı bir çözüm arayışını da zorlaştırmaktadır. Bölge halklarının talepleri ve ihtiyaçları göz ardı edildiği sürece, barışın tesis edilmesi ve sürdürülebilir bir gelecek inşa edilmesi imkânsız olacaktır.
Lakin bu senaryolar, her zaman belirsizlik ve karmaşıklıklar barındırma potansiyeli taşımaktadır. Dolayısıyla, Ortadoğu’nun geleceği hem yerel hem de uluslararası aktörlerin stratejik planlarına bağlı olarak yeniden şekillenecektir. Ancak tarihsel birikim ve mevcut çatışmaların biçimi göz önüne alındığında, çözüm arayışlarının merkezinde yerel halkların toplumsal barış ve eşitlik talepleri de yer almalıdır. Aksi takdirde, “Bereketli Hilal” üzerindeki karanlık, daha fazla çatışma ve acıya yol açmaya devam edecek ve bölge, geçmişte olduğu gibi, insani trajedilere ev sahipliği yapmaya devam edecektir.
Sonuç olarak, “Bereketli Hilal” üzerindeki karanlık, tarihsel derinliklere ve güncel çatışmalara dair karmaşık bir yapının sonucudur. İsrail ile İran arasındaki gerilimlerin yanı sıra, bölgedeki diğer aktörlerin stratejik hesapları da bu karanlığın derinleşmesine katkıda bulunmaktadır. Geçmişten gelen deneyimler ve mevcut siyasi dinamikler göz önüne alındığında, kalıcı bir barış sağlamak için yerel halkların taleplerine kulak verilmesi elzemdir. Ancak bu şekilde, toplumsal barış ve eşitlik temelinde bir gelecek inşa edilebilir. Aksi takdirde, bölgenin kaderi daha fazla çatışma, istikrarsızlık ve insani trajedi ile şekillenecektir. Dolayısıyla, Ortadoğu’nun geleceği, sadece siyasi hesaplarla değil, aynı zamanda insan odaklı bir yaklaşım ve dayanışma ile belirlenecektir.