Selçuk Mızraklı: Bu dava 21’inci yüzyılın ‘Dreyfus davası’dır

GündemSöyleşi

”Barışa gidecek yolu aralayabilecek iğne deliği kadar ışık varsa değerlendirmekle mükellefiz. Bizlerin de dedelerimizin de yargılamaları daima eyleyen esaslı bir tür ‘özel hukuk’ olmuştur…”

 Nûpel Mugurtay İlke TV için yazdı:

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı’yken 19 Ağustos 2019 görevden alınan, yerine kayyım atanan Adnan Selçuk Mızraklı, 22 Ekim 2019’da tutuklandı.

Mızraklı, 9 yıl 4 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı.

7 Aralık 2022 tarihinde Yargıtay 3. Ağır Ceza Mahkemesi, bu kararı bozdu fakat hakkında tahliye kararı verilmedi. Geçtiğimiz hafta ise cezası yeniden onandı.

Edirne Cezaevi’nde koğuş arkadaşı HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile birlikte kalan Mızraklı, hem davaya hem de Türkiye’deki son siyasi gelişmelere dair avukatı aracılığıyla İlke TV’nin sorularını yanıtladı:

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı’yken 19 Ağustos 2019 görevden alınan, yerine kayyım atanan Adnan Selçuk Mızraklı, 22 Ekim 2019’da tutuklandı.

Mızraklı, 9 yıl 4 ay 15 gün hapis cezasına çarptırıldı.

7 Aralık 2022 tarihinde Yargıtay 3. Ağır Ceza Mahkemesi, bu kararı bozdu fakat hakkında tahliye kararı verilmedi. Geçtiğimiz hafta ise cezası yeniden onandı.

Edirne Cezaevi’nde koğuş arkadaşı HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ile birlikte kalan Mızraklı, hem davaya hem de Türkiye’deki son siyasi gelişmelere dair avukatı aracılığıyla İlke TV’nin sorularını yanıtladı:

Yargıtay’ın hapis cezanızı onadığı bu son kararı nasıl değerlendiriyorsunuz? Daha önce hukuki dayanakların eksik olduğu yönünde bir bozma kararı verilmişti, fakat bu kez ceza onandı. Sizce neden?

Karar neresinden bakarsak bakalım tamamen siyasidir diyerek başlayayım. Biraz da ironi yaparak kameralar önündeki bir olayı hatırlatayım. Mehmet Ali Çelebi’nin AKP’ye katılım seremonisinde rozeti takarken C.B. Erdoğan, Çelebi’nin eşine dönerek kaç çocukları olduğunu sordu. Bir çocuk yanıtını alınca “bir çocuk olur mu, ben hep üç çocuk diyorum. Bak PKK’lilerin 5-10-15 çocuğu var” demişti. Dünya alem bilir ki dağdakilerin çocuğu yoktur, burada asıl özne, gizli özne “Kürt”’tür. Yargının bugünkü halinde de yargılamanın öznesi Kürt ise hele hele siyasi kimlikli bir Kürt ise yüksek bir itina ile suç inşa ediliyor. İfade özgürlüğü çerçevesinde söyledikleriniz örgüt söylemi-örgüt talimatı ile söylem ya da tamamen sivil-demokratik etkinlikleriniz örgüt talimatı ile eyleme geçme olarak yorumlanır oldu..

İroniye devam edelim. Eğer balcılık yapıyorsanız size rahatlıkla arıları eğittiğinizi, örgüt talimatıyla bölgede operasyon yapan güvenlik güçlerini sokarak operasyon kabiliyetlerini sekteye uğratmayı düşündüğünüzü söyleyebilirler. Sakın “Hoca abarttı amma” demeyin, bu dosyada benzeri bir çok örnek var. Hatta Yargıtay kararında benim hiç dahlimin olmadığı iftiracı anlatıları ile suçlanmam var.

Gelelim işin hukuki yönüne; çağcıl suç hukuku eylem esaslıdır, eyleyen esaslı değildir. Fakat maksat bizlerin de dedelerimizin de yargılamaları daima eyleyen esaslı bir tür “özel hukuk” olmuştur. Bunun örnekleri ortaçağda ve geçen yüzyılda faşizm rejimlerinde sıkça mevcut. Bu dava da eyleyen esaslı yürütüldü, bir polis muhbiri ile bir itirafçının (iftiracı esas olarak) ifadeleri kullanılarak güya içeriklendirildi ve her halükarda ceza vermek üzere yürütüldü, Kobanê davasında olduğu gibi.

Son olarak bu dava 21’inci yüzyılın “Dreyfus davası”dır diyeyim 2019 sonunda ilk duruşmada da bunu ifade etmiştim fakat Türkiye’deki yargı açısından ne kadar utanç vericidir ki 19 yüzyıl sonunda Fransa yargısı bu yanlışı düzeltmeyi başarabildi (o arada bu nedenle hükümet bile düştü) amma velakin 5 yıl tutukluluğumdan sonra Yargıtay’dan bu karar çıkabildi.

Mahkeme sürecinde itirafçıların beyanlarına dayanılarak hakkınızda hüküm kuruldu. Buna ne dersiniz? Sizce Selçuk Mızraklı DBB belediye eş başkanı olmak yerine vekil olarak devam etseydi, bu itirafçılar yine de ortaya çıkar mıydı?

Kumpas üzerine kumpas derim. Çünkü ilk iftiracının polis muhbiri olduğu (2012’den beri kendi ifadesi ile) Yargıtay’ın bozma kararında vurguladığı başlıklarda belgeleri ile ortaya çıkan durum neticesinde yeni bir iftiracıdan beyan alarak duruma müdahale edilmiş oldu. Tüm yargılama boyunca tutukluluğuma yapılan itirazların reddedilmesi de kararın yüksek yerlerden verildiğine işaret ediyordu.

2015 sonrası yargılamalar Kürt Demokratik Siyasetini tanzim etme üzerine kuruldu diyerek açayım. Bunun sonucu ayrıca bir bütün olarak siyasetin, dizaynına, referandumlardan seçimlere kadar rejimin boy ölçüştüğü bütün süreçlerde muhaliflerin zayıf öngörü ve tutumları nedeniyle bu süreci rahatlıkla yürütebildiler. Bugünlerde İstanbul Belediye Başkanı İmamoğlu’na dönük yargı marifeti ile yürütülen bir süreç söz konusu ve haklı olarak CHP başta olmak üzere muhalefet hop oturup hop kalkıyor, doğru da yapıyorlar. Ya peki 4 Kasım 2016’da HDP’nin eş genel başkanları, milletvekilleri zindanlara atılırken dolayısı ile fiili olarak siyaset dışına atılıp tutsak edilirken, belediyelerimize kayyımlar atanıp eş başkanlarımız tutuklanırken malum çevreler direnç gösterebildiler mi? Susma, sustukça sıra sana gelecek mottosunun bir örneği değil mi? Kürt’ün vekilleri, belediyeleri, belediye yönetimleri çok mu değersiz görülüyor? Ne yazık ki “evet” diyeceğim. Rejimin politikalarındaki ayrımcılık giderek genel bir hale dönüşmeye başladı. Bu ceza ile ben de siyasi yasaklı haline getirildim, bu demokratik siyasetin bir kaybı değil midir? Bunları yaşarken ben utanıyorum ama maalesef Türkiye utanması asıl gerekenlerin utanmadığı bir hale büründü.

Şüphesiz ki vekilliğe devam etseydim bu iftiracılara hacet olmazdı. Vekillikteki tutum ve duruşuma dönük olarak dokunulmazlık sonrasına hazırlık yaparlardı. Artık bu dönemde basketbol deyimi ile “adam adama markaj” tarzı çalışıyor rejim. Kişiliğiniz, yetenekleriniz, zafiyetleriniz, ilişkileriniz, geliştirdikleriniz, kapasiteniz bir bütün olarak markaja alınıp oyun dışı ya da oyun içi oluyorsunuz. Oysa bizler halkın bize verdiği bir görev ve sorumluluk anlayışı ile bu teslimiyetleri üstleniyoruz. Kendimizi halka karşı borçlu ve sorumlu görerek yanlıştan, ayıptan, günahtan uzak duranlarız. En büyük yargıcımız da, hakemimiz de halkımızdır ve kimi nereye koyacağını iyi bilir, hesabımızı da onlara veririz.

Yeni Yargıtay 3. Ceza Dairesi Başkanı Mustafa Kurtaran, ‘artık operasyonel kararlar verilmeyecek’ dedi. Siz bu sözleri nasıl değerlendirirsiniz? Sizce bu değişiklik ne getirecek?

Bu sorunuza divan edebiyatından bir örnekle cevap vereyim.

“Tahir efendi bana kelp (köpek) demiş,

İltifatı bu sözde zahirdir (açıktır, bellidir)

Maliki mezhebim benim zira,

İtikadımca kelp tahirdir (köpek temizdir)”

Bu hiciv ile kendisine köpek diyen Tahir efendiye usulünce “köpek sensin” demekte. 3. Ceza dairesi başkanı olarak yeni seçilen Mustafa Kurtaran da kendinden önce “operasyonel kararlar” verildiğini ifade etmiş. Benim kararımda imzası bulunan başkanvekili Hakan Yüksel’in kızının nikah şahidinin MHP troykasından İzzet Ulvi Yönter olması da yukarıdaki meramın tescili olsa gerek. Yani operasyonel karar verilmiş!

Eğer bir ülkede hukuk operasyonel kararlar verebiliyorsa temel hak ve özgürlükler ciddi tehdit altındadır artık. Ve bu tür durumlar bir kişinin değişmesi ile rafine edilemiyor. Dolayısıyla hukuka dönüş uzun ve sancılı bir süreç olacak.

Sosyal medya hesabınızda paylaştığınız mesajda, Seyid Rıza’nın sözlerini alıntılayarak dediniz ki: ‘Ben sizin önünüzde boyun bükmedim, diz çökmedim.’ Bu vurgunuzun sizin için anlamı nedir?

Kürtlerin eşit yurttaşlık, hak ve özgürlüklerinin yasal teminat altına alınması çabası, mücadelesi yüz yıldan fazladır sürüyor. Osmanlı sonrası Koçgiri’den bu yana ister siyasi mücadele zemininde isterse askeri boyutu olan çatışmalı süreçlerde olsun çoğu kez devletin seçimi olağanüstülük ve hukuk dışılık olmuş. Kıyıcı, yakıcı, imha esaslı operasyonlar yürütülmüş. Liderlikleri de dahli olan herkes de ölüm, sürgün ve yıldırma politikaları ile karşı karşıya kalmış. Ama asla azmini ve direncini kaybetmemiş her düzeydeki özgürlük arayışçılarını yenilmez kılan tutum kendilerini hukuksuz bir şekilde yargılayanlara boyun eğmemek olmuş, bedelini göze alarak haklı mücadelelerini savunmuşlar. Bu tutum Kürt siyasal duruşunun hakim karakteristiğine dönüşmüş. Bu dönemde de dikkat edilirse hukuksuzca yargılanan binlerce arkadaşımız yüreklice mahkemelere değil halkları için savunmalarını yaptılar, yapıyorlar. Rejim bütün zorlamalarına karşın bir türlü istediği psikolojik üstünlüğü sağlayamıyor. Bizlerin de bundan sonrasına bırakabileceğimiz en değerli miras bu zulme karşı baş eğmez tutumumuz olacaktır. Duruşumuz tarihsel, mücadelemiz kutsaldır.

Diyarbakır halkının iradesiyle seçilmiş biri olarak, kayyım atanması ve sonrasında tutuklanma süreciyle ilgili neler söylemek istersiniz? Sizce bu süreç halkın demokratik iradesini nasıl etkiledi?

Kayyım atanması bırakın demokrasi değerlerini, Cumhuriyet kurum ve kavramları ile de bağdaşmayan bir uygulama olup ancak cunta dönemlerinde ve sömürge protokollerinde yer bulan bir uygulama. Rejimin yetmezliğinin, çaresizliğinin, acizliğinin göstergesidir. Siyasi rekabet ile bir türlü alt edemediği rakiplerini zor yoluyla alt etme girişimidir. Ama bu girişim söz konusu bizler olduğunda, dirençli Kürt halkı olduğunda maya tutmuyor. Aksine haklılığımız perçinleniyor, hukuksuzluğa itirazımız güçleniyor. Barometre seçimler ise eğer hiç yenilmedik. İrademizi kırmak istiyorlarsa eğer yine irademizi daha yüksek düzeyde sahiplenerek “ancak mücadele edersek kazanabiliriz” prensibi ile cevabımızı veriyoruz, yineliyoruz.

Dışarıyı nasıl takip ediyorsunuz? Son dönemde Türkiye’de siyasi atmosferin değişebileceğine dair bazı sinyaller var. Sizce bir barış süreci ihtimali var mı?

Dışarıyı takip edebilmek içeride olanların en büyük derdi, kaygısı. Bilineceği gibi TV ve gazete dışında şansımız yok, bunlarda da özgür basın ve tüm TV kanalları yok. En canlı takip halimiz ziyaretimize gelen avukatlar, zaman zaman vekiller ve ailelerimiz aracılığıyla oluyor. Onların da en çok duygu durumlarını, motivasyonlarını, enerjilerini ölçümleyerek kendimizce öngörüde bulunuyoruz.

Türkiye tarihsel, toplumsal, siyasal gelişmeler açısından ilginçliklerle dolu bir ülke. MGK’nın 93 konseptine dönük bir belge sahaflara düşüyor. Ne medya ne de barolar ne de siyaset kurumu hak ettiği şekilde üstüne gitmiyor. Madenlerde, inşaatlarda, depremlerde, kadın cinayetlerinde, sokakta kaybettiğimiz, 40 yıldır çatışmalı zeminde çakılıp kalmış Kürt Meselesi dolayısıyla kaybettiğimiz insan, can sayısı bazı ülkelerin nüfusunu geçmiştir sanırım. Hiç mi ders çıkarılmaz, aynı hatalar tekrar edilir? Maalesef özellikle 2015 sonrasında girilen yol her anlamda ülkeyi geriye götüren bir süreç oldu. Bazı başlıklarda yüzyıl, bazı başlıklarda onlarca yıl geriye götürüldü. Bunların hiçbirisi yaşanmayabilirdi eğer barışı, demokrasiyi ve adaleti sağlayabilseydik.

Kötülük olağanlaştı, sıradanlaştı ve giderek topluma sirayet etmeye başladı. Kurumlar ve kavramların içi boşaltıldı, ucubeleştirildi. İçeride, dışarıda değer ve itibar kaybeden bir ülke haline gelindi. Dünyadaki gelişmeler de, bölgemizdeki gelişmeler de bir kez daha bu ülkede yaşayan herkese, her çevreye bir uyarı daha gönderiyor. Ya bunu aklı başında çözüm yollarını arayarak değerlendirirsiniz ya da daha beter tablolarla karşıla bilirsiniz. Tercihlerimiz sağduyudan, fedakarlıktan, iyileştirmeden, çözmeden yani kısacası uzlaşma ve onurlu bir barıştan yana olmalıdır görüşündeyim. Aksi durumda mevcut gidişat hiç de hayırhah değil. Susurluk çarpı yüz durumunu yaşıyoruz. Bir yani Meksika, bir yanı Pakistan bir başka yanı Güney Afrika’ya benzeyen pratiklerin, yapılanmaların olduğu bir ülkeye dönüşüyor. Bu yol hayırlı bir yol değil. Hele bölgesel çatışmalardan ya da işgal girişimlerinden bir fayda beklemek ahmaklığın ta kendisi olur.

Bütün meselelerin çözümünde aynı göz hizasından bakarak, onurlu itibarlı, samimi, kalıcı, güveni pekiştiren adımların atılması herkesin hayrına olur, kaybedeni olmaz. Maddi esaslı hasarları telafi etmek belki de en kolay olanı olacak ama manevi ve toplumsal bünyede oluşan patolojiler için uzun süreli ve ısrarlı çabalar gerekecek. Tabi bütün bunlar her şeyden önce “dondurucuda mesele” tutmamakla başlayabilecek bir süreç. Eskisinden daha fazla özgüven, açıklık, cesaret ve kararlılık gerekecektir. Korkularımız, kaygılarımız, tecrübelerimiz adım atmayı engellememeli, aksine bu birikimin bilinçli ve akıllı yorumuyla oyunları, tezgahları boşa çıkarak ustalıkla kapıları arayabilmeye imkan sağlamalıdır.  Şunu hiç unutmamalıyız ki bizler halklarımıza onurlu bir barışın, demokrasinin, adaletin ve mutluluğun sözünü verdik. Bu menzile korkularla, kaygılarla da, sevindirik olup cuppadanak atlayarak varılmaz.

Tarihsel, toplumsal yazgılar, adeta iç içe geçmiş iki halk olan Türk ve Kürt’ün büyük bir feraset ve basiretle bir aradıkları, birbirini adıyla sanıyla tanımlamaları bırakın bölge dengelerini küresel güçlerinde hesapları gözden geçirmelerini sağlar. Öncelikle muhataplara karşı kullanılan dil ve tutumların değiştiğini görmek kaygı ve korkuları azaltacaktır görüşündeyim. Güven arttırıcı adımların cesurca atılması ile de samimiyet testinden geçilebilir. İmralı’da PKK lideri Öcalan’a tecritle, her geçen gün artan siyasi operasyonlarla, havuç-sopa politikalarıyla, Demirtaş’ların, Yüksekdağ’ların tutsaklığı ile baharın gelmeyeceğini görerek, bilerek önce hukuk dışı uygulamalardan vazgeçmek gerekiyor.

Barışa gidecek yolu aralayabilecek iğne deliği kadar ışık varsa değerlendirmekle mükellefiz. Mevcut iktidar erkinin de Kürt meselesini güvenlik-tehdit-beka sorunu algısından çıkardığını hissettiren bir yerden adımlar atmasını beklemek de abartılı bir beklenti değildir diyerek şimdilik soruyu tamamlayayım.

5 yıl önce yaptığınız bir röportajda “Annelerin acısını anlıyorum, sorun barışla çözülür” demiştiniz. Toplumsal barışın artık Türkiye’de kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu düşünürsek, 2’inci bir barış süreci tartışmaları yapılacaksa, konuşmaya nerden başlanmalı?

Kürt meselesinde hatta bütün meselelerde barışı, uzlaşmayı analar, kadınlar müzakere etseydi muhtemelen adilane bir çözümü çoktan üretmiş olurlardı diyeyim. Ataerkil, militer ve savcı anlayışlar rejim cephesinde egemenleşince, sonucu zulüm, kan ve gözyaşından başka bir şey getirmiyor.

Şimdi birtakım durumların altını çizmek gerekiyor. Mevcut durumda Kürtlerin yaşadığı dört ülke içinde Türkiye dışındaki bütününde Kürt’ün statüsü şu veya bu biçimi ile Türkiye’den daha ileri. Bölge rejimleri eski yüzyılın koordinatları ile bu soruna yaklaşamıyorlar. Batılı değerler itibarıyla laik, demokratik, eşitlikçi karakterin en fazla öne çıktığı coğrafya Kürt coğrafyası. Bilindiği gibi Türkiye son 10 yılda laik, demokratik ülke olma kategorisinden çıktı. Ama Türkiye toplumunun hala yüzü batılı değerlere dönük. Türkiye ve Kürdistan coğrafyası mevcut sonu merkezlerinin orta yerinde ve kilit taşı konumunda. Türkler ve Kürtler arasında tarihsel arka plan bütün yaşanmışlıklara karşın oldukça güçlü.

Barış erginlik, olgunluk ve bilgelik gerektiren çok değerli bir süreç ve iklim, kıymetini bilmek gerekiyor, bazen çok kayganlaşabiliyor. Onun için bunu toplumsal ve siyasal kodlarınıza, DNA’nıza kazımadığınız sürece iptidai ya da konjonktürel olabiliyor. Bizlere düşense her daim sahiplenmek.

Ne yapmak gerekiyor? Dil (diskur), tutum ve güven arttırıcı adımların ertesinde kamuoyuna ve uluslararası topluma bu konudaki iradeyi yüksek sesle deklere etmek gerekir ki herkesin yeri belli olsun, kararlılığı ortaya konabilsin. Doğal olarak çatışmalı sürecin muhatabı da yasal ve toplumsal sürecin muhatabı da kamuoyuna açık koşullarda bu iradeyi ortaya koyduklarını duyurabilmelidirler.

Selçuk Mızraklı ve koğuş arkadaşı Selahattin Demirtaş

Son olarak ben ve hücre arkadaşım, halkımızın sevgilisi Selahattin Başkan, arkadaşlarımıza, dostlarımıza ve halkımıza yürek dolusu selam ve sevgilerimizi gönderiyoruz. Birikme zamanı, çoğalma zamanı, sorumluluk zamanı ve kurumlarımızda yer alma zamanıdır. Buluşmak, kucaklaşmak üzere.

Selçuk Mızraklı kimdir? 

Siyasetçi ve tıp doktoru Adnan Selçuk Mızraklı, 1963 yılında Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde doğdu. 1988 yılında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu.

Mızraklı, 1991-1996 yılları arasında Dicle Üniversitesi’nde Genel Cerrahi uzmanlık eğitimini tamamladı.

2006 yılında kurulan Sarmaşık Yoksullukla Mücadele Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’nde aktif görev aldı. Derneğin gıda bankaları aracılığıyla yaklaşık 32 bin kişilik 5400 aileye yardım sağlandı. Mızraklı’nın başkanlığını yaptığı bu dernek, 22 Kasım 2016 tarihli 677 sayılı KHK ile kapatıldı.

2018 yılında siyasete adım atan Mızraklı, 24 Haziran 2018 genel seçimlerinde Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) Diyarbakır Milletvekili seçildi.

10 ay sonra, 31 Mart 2019’da yapılan yerel seçimlerde yüzde 62,93 oy oranıyla Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. Ancak, belediye başkanlığının 5. ayında, İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alındı ve yerine Diyarbakır Valisi Hasan Basri Güzeloğlu Belediye Başkan Vekili olarak atandı.

İngilizce ve Kürtçe bilen Mızraklı, evli ve 3 çocuk babasıdır.

İlginizi Çekebilir

İran’ın güneybatısındaki petrol rafinerisinde büyük bir yangın çıktı
Rusya’da “BRICS+ Enformasyon ve Kültürel Medya Merkezi” açıldı

Öne Çıkanlar