Bir akşamüstü, Ortadoğu’nun bir köşesinde, çatışmaların gölgesinde ikinci barış müzakereleri başlamak üzereydi. Tüm dünya nefesini tutmuş, “Acaba bu sefer olacak mı?” sorusunu kafasında döndürüyor. Barış, geçici bir durum değil, uzun vadeli ve sürekli çaba gerektiren bir süreçtir. Barış, bu coğrafyada her zaman bir illüzyon olmuştur; gerçek bir muhalefetin gölgesinde parlayan bir ayna. Bu illüzyon, bölgedeki tarihsel çatışmaların ve güç dinamiklerinin karmaşıklığı ile daha da belirginleşmektedir.
Savaş, bir dönem kalp atışlarını hızlandırırken, barış yalnızca sıkıcı bir sessizliktir. Barışın tanımı, adeta bir ressamın tuvali üzerine düşürdüğü renkler kadar çeşitlidir; ama çoğu zaman, insanlığın en büyük zaaflarından biri olarak görülen bir utanç kaynağıdır. Bu nedenle, barışın kalıcı hale gelmesi için siyasi irade, halkların beklentilerini göz önünde bulundurarak, adalet ve eşitlik temelinde bir barış süreci oluşturmalıdır. Ayrıca, bölge halklarının beklentilerine ve tarihsel bağlarına da ihtiyaç vardır.
Barışın Derin Kökleri ve Yüzeysel Tanımlar
“Barış, savaşın meyvesidir,” derken neyi kast ediyoruz? Bu söz, belki de insanların arasındaki mesafeleri açarak, düşmanlıkların kök salmasına hizmet ediyor. Savaş, kahramanlık hikayeleriyle dolu bir destan yazarken, barış yalnızca tozlu raflarda bekleyen bir tarih kitabıdır. Platon’un “Barış, ruhun en yüksek mutluluğudur” ifadesi, belki de ruhu en derin derinliklere dalan bir deniz kabuğu gibi, dalgalar arasında kaybolmuş bir hazinedir.
Fakat barışın anlamı, sadece basit bir kelime oyunu ile sınırlı olamaz. Savaşın sona ermesi, çoğu zaman yeni bir çatışma doğurur; bu durum, barışın yüzeysel bir duruş olmaktan öteye geçebilmesi için, sosyal, siyasal, kültürel, kimliksel, ekonomik, temsiliyet, irade, yaşam/fırsat hakkı ve adalet eşitliğin sağlanmasını zorunlu kılar. Dolayısıyla, barış, yalnızca silahların susmasıyla değil, insanların zihinlerindeki kinlerin ve geçmiş travmaların tedavi edilmesiyle mümkün olur. Barış, yaşamak için yaşama sanatıdır; bir toplumun kültürel ve sosyal dokusunu yeniden şekillendirmek için yapılan titiz bir çalışmadır. Leo Tolstoy “Savaşın ruhu, savaşın köklerini derinlere salar; barışın ruhu ise, sevgi ve anlayışın etrafında filizlenir” demiştir. Bu söz, barışın, sadece çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda kalplerdeki düşmanlıkların silinmesi gerektiğini anlatmaktadır.
Kürt Sorununun Çözülmesi
Kürt sorunu, Ortadoğu’nun karmaşık yapısında önemli bir düğüm noktasıdır. Kürtler, tarih boyunca, kendi kimliklerini korumak ve haklarını savunmak adına mücadele eden bir ulus olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu mücadele, yalnızca bağımsızlık veya özerklik talebi yanı sıra; aynı zamanda temel insan hakları ve kültürel varlıklarının tanınması içinde bir çabadır. Barışın sağlanması, bu sorunların çözümünü gerektirir; dolayısıyla Kürtlerin, gerçek ve reel yasal güvencelere bağlanmış haklarını elde etmesi kaçınılmazdır. Kürt sorunu, Türkiye’nin iç dinamikleri kadar, bölgesel ve uluslararası güç dengeleri ile de doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda, uluslararası normların ve evrensel insan hakları sözleşmelerinin dikkate alınması, sorunun çözümünde kritik bir rol oynamaktadır.
Siyasi bir figür olarak, Kürtlerin meseleleri, çoğu zaman sadece Türkiye’nin iç dinamikleriyle sınırlı kalmıştır. Ama unutulmamalıdır ki, bu sorun, aynı zamanda uluslararası bir meseledir. Hegel’in “Tarihin öğretisi, insanların ne yapması gerektiğini değil, ne yapmadığını gösterir” sözü, belki de bu sürecin bir özeti niteliğindedir. Eğer tarihi unutur ve geçmişteki acılara göz ardı edersek, gelecekte barışın sağlanması imkânsız hale gelecektir.
Sadece sosyal adalet ve eşitlik değil, Kürt kimliğinin tanınması da büyük bir önem taşımaktadır. Kürtçenin resmi statü kazanması, eğitim sisteminde yer alması, kültürel olarak özgürce temsil edilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve Kürtlerin siyasi, ekonomik ve yönetimsel olarak kendilerini ifade edebilmesi, bunların anayasal bir güvence altına alınması, barışın kalıcı hale gelmesi için atılacak anahtar adımlardandır.
Barış, yalnızca çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda bir inşa sürecidir. Bu süreç, tıpkı bir bahçe gibidir; farklı çiçeklerin bir arada açabilmesi için her birine eşit ışık ve su verilmesi gerekir. Bertolt Brecht’in de dediği gibi, “Barış, sadece bir mülkiyet meselesi değil, aynı zamanda bir insanlık davasıdır.”
Bahçeli’nin Çağrısı
Devlet Bahçeli’nin çağrısı, bazen gündelik hayatın sıradan bir fıkrası gibi gülümsetirken, bazen de derin bir ironi taşır. MHP’nin lideri, adeta bir barış elçisi gibi, “Hadi gelin, barışalım” derken, ardında bin bir türlü belirsizlikle dolu bir pazarlık yelpazesi açar. Bahçeli’nin çağrısı, barış için bir kapı açmaktan çok, bir pazarlık masası kurma girişimidir. Oysa Bahçeli’nin çağrısı, siyasi bir manevra olmaktan çıkmalı ve gerçek bir barış iradesi olarak ortaya konulmalıdır.
Bu çağrının yalnızca seçim, zorunluluk veya sıkışmışlık dönemlerinde dile getirilen bir tema olmaktan öte, arkasında gerçek bir irade bulunmalıdır. Bahçeli’nin Öcalan’a yaptığı çağrı, sadece bir siyasi manevra değil; aynı zamanda toplumda barış arayışının önemli bir parçası olmalıdır. Ancak bu nokta, adalet ve eşitlik taleplerinin göz ardı edilmemesini önemli kılar. Zira barış, yalnızca bir kelime ya da cümleyle ifade edilebilecek kadar basit bir kavram değildir; bu, insanların yüreklerinde ve zihinlerinde yer eden derin bir dönüşüm gerektirir. Bahçeli, barış sürecine dair somut adımlar atarak, toplumda güven inşa etmelidir.
Barışın Zorluğu
Barış, çoğu zaman savaşın zorluğunun çok ötesinde bir mücadele gerektirir. Savaşta düşmanla doğrudan yüzleşirsiniz; ancak barışta, kendi içsel korkularınızla, geçmiş travmalarınızla ve toplumsal yaralarınızla yüzleşmek zorundasınız. ‘Savaşın en büyük düşmanı, barıştır,’ efsane söylem, bu karanlık gerçeği daha iyi tanımlar. Barış süreci, sadece silahların susmasıyla değil, aynı zamanda toplumların geçmişte yaşadığı travmaların üstesinden gelmekle de ilgilidir. Barış, yürekten gelen bir cesaret ister; toplumların geçmişle barışması, geleceği birlikte inşa etme iradesi gerektirir.
Buna karşın, barış arayışında en büyük engellerden biri, ideolojilerin ve çıkarların çatışmasıdır. Her bir siyasi aktör, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederken, gerçek barışın sağlanması bir kenara itilir. Buda sürecin inşasının içinden çıkılmaz hale getirir. Her ne kadar Bahçeli gibi figürler, barış çağrısı yapsa da, arka planda sürdürülen müzakerelerin şeffaflığı ve samimiyeti önemlidir. “Barış, düşmanın yüzüne bir yumruk atmanın ötesinde, onun elini sıkmayı gerektirir,” derken, bu elin gerçekten sıkılıp sıkılmadığını anlamak için, geçmişteki samimiyetsizliğin izini sürmek gerekir. Albert Einstein’ın dediği gibi, “Savaş, varoluşsal bir gerçekliktir, ama barış, yaratıcı bir süreçtir.”
Barış: Yaşamanın İnşa Sanatı
Barış bir hedef değil; yürüyen bir süreçtir. Gandhi’nin de belirttiği gibi, “Barış, insanların birlikte yaşama iradesinin ifadesidir.” Bu irade yalnızca bir dilek değil, insanlığın en büyük erdemlerinden biridir. Türkiye’de barış arayışı, adalet ve eşitlik temellerine oturmadıkça kalıcı olamaz.
Barış bir ütopya değil; herkesin katkısıyla mümkün kılınacak bir gerçekliktir. Bu süreç yalnızca siyasetçilerin değil, her bireyin sorumluluğudur. Geçmişteki çatışmaların izlerini silmek, yaraları kapatmak ve yeni bir gelecek inşa etmek kolektif bir çaba gerektirir.
Barış bir lütuf değil; herkesin eşit şekilde erişebileceği bir haktır. Bu hakkın tesis edilmesi, toplumun ortak sorumluluğudur. Barış, kelimelerle yazılan bir şiir gibi değil, düşünce ve eylemlerle şekillenen bir inşa sürecidir.