Ronî Riha: Türkiye’nin Yeni Doktrini; Türkiye’yi Dışarıda Savunmak

Yazarlar

Orta Doğu’da güç dengelerinin yeniden şekillendiği bir dönemde, ülkeler ulusal güvenliklerini sınırlarının ötesinde korumaya yönelik stratejiler geliştiriyor. İran’ın 1979 İslam Devrimi sonrasında benimsediği ve 1980-1988 İran-Irak Savaşı sırasında pekiştirdiği “sınırları dışında savunma” stratejisi, bu yaklaşımlar arasında en dikkat çekici örneklerden biri. Bu strateji, tehditleri İran topraklarına ulaşmadan bertaraf etmeyi, bölgesel nüfuz kazanmayı ve ideolojik etkisini yaymayı amaçlıyordu. Ancak zamanla bu politika, İran için ağır ekonomik maliyetler, uluslararası izolasyon ve bölgesel çatışmalara daha fazla sürüklenme gibi zorluklar doğurdu. 

Son olarak, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e düzenlediği saldırı sonrası İran’ın bölgedeki etkinliği ve bu stratejinin sürdürülebilirliği ciddi şekilde sorgulanır hale geldi. Orta Doğu’nun satranç tahtasında şah olmak isteyen İran, bütün vezirlerini feda ederek son savunma mevziine çekilmek zorunda kaldı. Bu mevziyi koruyup koruyamayacağı ise meçhul. 

Benzer bir süreç Türkiye’nin dış politikasında da gözlemleniyor. Arap Baharı sonrası ortaya çıkan kaos, Türkiye’nin Neo-Osmanlıcı ve Sünni mezhep merkezli bir perspektifle bölgeye müdahil olmasına zemin hazırladı. Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti’nin Türkiye dış politikası hususunda uyguladığı “komşularla sıfır sorun” doktrininden hızla uzaklaşan Türkiye, özellikle Suriye iç savaşına agresif bir şekilde dahil oldu. Ancak 2013’te Suriye’de Kürtlerin belirgin bir siyasi ve askeri varlık kazanması, Türkiye’nin bölgeye yönelik stratejisinde radikal bir dönüşüme yol açtı. Ankara, Kürtlerin Irak ve Suriye’de güçlenmesini bir beka sorunu olarak tanımladı ve bu tehdidi sınırlarının ötesinde bertaraf etmeye yönelik yeni bir doktrin benimsedi.

Türkiye’nin bu yeni stratejisi, yalnızca sınırlarını içeriden korumayı değil, tehditleri sınırların ötesinde ortadan kaldırmayı hedefliyor. Suriye ve Irak’ta PKK’yi bahane ederek Kürtlere karşı askeri operasyonlar düzenleyen Türkiye, aynı zamanda bölgesel nüfuzunu artırmak için çeşitli siyasi ve askeri araçlara başvuruyor. Libya’dan Kafkasya’ya uzanan geniş bir alanda aktif hale gelen bu yaklaşım, Türkiye’nin güvenlik ve dış politika paradigmasının dönüşümünü gösteriyor.

Ancak bu strateji, İran’ın deneyiminde olduğu gibi ciddi riskler içeriyor. Her ne kadar İran ve Türkiye’nin bölgesel müdahaleci stratejileri benzer yönler taşısa da aralarında önemli farklar da bulunmaktadır. İran, mezhep temelli vekil savaşları aracılığıyla nüfuz sağlamaya çalışırken, Türkiye doğrudan askeri varlığı üzerinden kontrol kurmaya odaklanmaktadır. İran, Hizbullah, Haşdi Şabi ve Ensarullah gibi Şii milis gruplarıyla bölgedeki etkisini sürdürürken, Türkiye ise El Kaide bağlantılı ve IŞİD kalıntıları olan HTŞ ve SMO gibi gruplarla hareket etmektedir. 

İran, bölgede vekil güçler aracılığıyla nüfuz kazanmış olsa da bu politika ağır ekonomik yaptırımlar, iç siyasi huzursuzluklar ve uluslararası baskılar nedeniyle giderek sürdürülemez hale geldi. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonları da benzer şekilde maliyetli olup uluslararası tepkilere açık bir politika olarak öne çıkıyor. Özellikle ABD ve İsrail’in bölgede Kürtlerle stratejik işbirliğini artırma ihtimali, Türkiye için uzun vadede önemli bir zorluk oluşturuyor.

Her ne kadar Türkiye’nin bu doktrinin arkasında veya yanında İngiltere olsa da bu stratejinin karşısında bir o kadar İsrail var gücüyle duruyor. İran’ın karşısında olduğu gibi, Türkiye’nin de bölgedeki en büyük rakiplerinden biri İsrail. Türkiye, Ortadoğu’da yüz yıl önce şekillenmiş sınırların korunması için mücadele ederken, 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısıyla birlikte, mevcut haritaları yeniden şekillendirmeye kararlı bir İsrail gerçeğiyle karşı karşıya. Türkiye hem kurulacak olası bir Kürdistan’ı engellemeye hem de İsrail’in bölgedeki nüfuz genişletme hamlelerine karşı durmaya çalışıyor. Ancak bu iki hedefi aynı anda gerçekleştirmek, Ortadoğu ve Akdeniz’de Türkiye’nin başarı şansını ciddi şekilde düşürüyor. Görünen o ki, bir Kürdistan’ın kurulmaması karşılığında Türkiye Kıbrıs’tan vazgeçebilir. Diğer bir deyişle: Türkiye işgali altındaki Kuzey Kıbrıs Kürdistan’a kurban edilebilir.

İran’ın “İran’ı dışarıda savunma” doktrini nasıl ekonomik, diplomatik ve siyasi açmazlara yol açtıysa, Türkiye’nin “Türkiye’yi dışarıda savunma” stratejisi de benzer bir kaderle karşılaşmaya mahkûm görünüyor. Zira uzun vadede bölgedeki güç dengeleri değiştikçe, bu stratejinin sürdürülebilirliği ve etkinliği daha fazla sorgulanacaktır. İran’ın bu politikada yaşadığı başarısızlık, Türkiye’nin benimsediği yaklaşımın da ciddi riskler taşıdığını gösteriyor. Şii hattını bileyen İran’ın hedefinde İsrail’sız bir Orta Doğu olduğu gibi, radikal Sünni hattının liderliğine soyunmuş Erdoğan Türkiye’sinin hedefinde de Kudüs’ün bir İslam başkenti olma hayali var. Bu amaç çerçevesinde hareket eden İran’ı Orta Doğu’da söküp atan İsrail, Türkiye’nin gizli emellerinden de haberdar. Bu da bize İsrail ve NATO çatısı altında yer alan Türkiye’nin karşı karşıya geldiği Orta Doğu’da oluşan yeni bir denklemi gösteriyor.

Türkiye, Sünni dünyanın lideri olma hedefiyle hareket etse de bu rolü üstlenmek isteyen başka aktörler de bulunuyor. Suudi Arabistan, Mısır ve Katar gibi ülkeler, kendi nüfuz alanlarını genişletmek için benzer iddialara sahip. Bu nedenle Türkiye’nin “Türkiye’yi dışarıda savunma” stratejisi, İran’ınkinden daha kısa ömürlü olabilir.

Sonuç olarak, Kürtlerin yokluğu üzerine inşa edilmiş Türkiye’nin sınır ötesi güvenlik doktrini, kısa vadede bölgesel etkinlik sağlasa da uzun vadede ekonomik yükler, uluslararası baskılar ve değişen jeopolitik dengeler nedeniyle sürdürülebilir olmaktan uzak görünüyor. Böylesine kritik bir süreçte, Stockholm sendromu yaşayan Kürtlerin Türkiye ile hareket etme ihtimali, kuşkusuz bu doktrinin ömrünü uzatabilir. 

İlginizi Çekebilir

NBC: Pentagon, Suriye’deki ABD askerlerini çekme planları hazırlıyor
Uluslararası 41 basın örgütünden Türkiye’ye çağrı

Öne Çıkanlar