Uluslararası diplomaside Irak’ın ‘Churchill’in bir çılgınlığı’ olduğu söylenir.
1’inci Dünya Savaşı yıllarında bahriye, levazım, harbiye ve sömürge bakanı olarak görev yapan ve Ortadoğu’nun İngiltere’nin çıkarları temelinde dizayn edilmesinde büyük pay sahibi olan Churchill, 2‘inci Dünya Savaşı’nın da önemli aktörlerinden biridir.
1923’te Lozan’da, 1945 Yalta’da ortaya çıkan tablonun baş mimarı İngiltere’nin bu en önemli devlet ve siyaset adamı Churchill’dir.
Öte yandan geçen yüzyılda kanla ve talanla inşa edilen küresel dengelerin mimarı olan ve dünya insanlığına kanlı bir yüzyıl yaşatan Churchill aynı zamanda Nobel – edebiyat- ödülünün de sahibidir!
1953 yılında ‘Parlak hitabeti’ için kendisine verilen ödülü almaya eşini gönderen Churchill, İsveç Akademisi’ne hitaben yazdığı mektupta, ‘gururlu ancak şaşkın’ olduğunu belirtmiş ve ‘’bu ödülü hak etmediğini düşünüyorum ancak, sizin bu konuda bir endişeniz ya da şüpheniz yoksa benim de yok’’ demişti.
İşte; bahriyeci, levazımcı, harbiyeci, sömürgeci ve edebiyatçı (!) Churchill’in yön verdiği İngiltere, 1916 yılında Fransa’yla yaptığı ve Çarlık Rusya’nın da onayladığı Sykes-Picot anlaşmasına dayanarak 1917’de petrol zengini Basra, Kerkük ve Musul bölgelerini işgal etti.
Bu bölgelerde yaşayan Şiileri, Sunni Arapları ve Kürtleri de ‘Mezopotamya Manda İdaresi’ altında –zorla- birleştirdi.
Ardından bu topraklarda Irak adında yapay bir devlet inşa etti. Devletin başına da Şam’dan getirttiği Haşimi ailesinden Kral Faysal’ı geçirdi.
Şiiler ve Kürtler kukla kralın milleti olmayı kabul etmediler. İngiliz projesine isyan ettiler ve direndiler fakat, güçler dengesi eşit değildi; bu yüzden yenildiler…
İngiltere gizli anlaşmayla petrol zengini Mezopotamya’yı kendine aldı ve buna karşılık Şam’dan Adana’ya uzanan Doğu Akdeniz hattını da Fransa’ya bıraktı.
İngiltere’nin Bağdat‘ta yaptığının bir benzerini Fransa Şam‘da yaptı. O da orada Suriye adında yapay bir devlet yarattı.
İngiliz-Fransız ikilisi Basra’dan Filistin‘e bütün bölgeyi kendi aralarında paylaştılar.
Buralarda sınırlarını cetvelle çizdikleri, yöneticilerini de kendilerinin belirledikleri devletçikler yarattılar.
Halkların iradesini de kanla bastırdılar. Ülkeleri bölüp parçaladılar. Kukla her devletin başına işbirlikçi bir şeyh, bir kral ya da prens atadılar.
Ortadoğu’yu böylece kanlı bir kaosun içine attılar. Bölgede ve tek tek ülkelerde kanlı çatışmalar yaşanırken onlar petrol başta olmak üzere bölgenin bütün zenginliklerini yağma hasanın böreği misali bir asır boyu yağmaladılar…
Diğer yandan Ortadoğu’yu kendi çıkarları temelinde şekillendiren İngiltere, Osmanlı’nın enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını, rejimini ve devlet olarak üstlenmesi gereken misyonları da belirledi.
Osmanlı’nın yenilmesi ve Mondros Mütarekesi’yle tarih sahnesinden çekileceğinin görülmesi üzerine yeni bir devlet kurmak için harekete geçen Kemalist elit, yeni devleti İngilizlerle işbirliği içinde, onların çıkarları ekseninde inşa etti.
İngilizlerin ölümü (Serv) göstermesi üzerine sıtmaya razı olan Kemalist elit, taleplerinden vazgeçti ve kendi egemenliğinin tescili karşılığında bölgeyi terk etti. Bu öyle bir terk ediş idiki Kemalistler bir asır boyu dönüp arkalarına bakma ihtiyacı bile hissetmediler.
Churchill, bağımsız bir Kürdistan planı olmamasına rağmen, varmış gibi davrandı ve Kemalist elitten bunun karşılığını aldı. Onu Anadolu’ya kapatmakla kalmadı, onun öncülüğünde kurulan yeni devleti de İngiltere’nin vesayeti altına aldı.
(Türkiye bugün bile önemli meselelerde Kraliçe’den bağımsız adım atamıyor. Erdoğan’ın geçen yıl İngiltere’ye yaptığı 3 günlük ziyaretle ilgili CHP’li Muharrem İnce bir ara, ‘Londra’da ne konuştunuz, nasıl anlaştınız?’ diye ağzını açacak oldu ancak, daha sonra sustu ya da susturuldu. Erdoğan’ın Irak’ta ve Suriye’de izlediği siyasetin arkasında İngiltere’nin parmak izlerini görmek mümkün ama bu başka bir yazının konusu.)
Lozan’da sadece Türkiye’nin değil, Irak ile Suriye’nin de sınırları çizildi ve Irak’ta İngiliz, Suriye’de Fransız manda yönetimi kuruldu. Türkiye sözde bağımsız oldu ancak ona önce Sovyetler Birliği’ne karşı ‘tampon ülke‘, sonra da ‘ileri karakol‘ görevi verilmişti ve Türkiye 1990’lara kadar bu görevi eksiksiz yerine getirdi.
Aradan bir asır geçti ama, ‘Churchill’in çılgınlığı‘ yüzünden bir asır boyu rahat yüzü görmeyen Ortadoğu’da statüko ve bütün dengeler alt üst oldu. Sykes-Picot düzeni çöktü ve 100 yılının sonunda deyim yerindeyse yine başa dönüldü.
Irak, Suriye, Türkiye, Lübnan, Yemen, Libya, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün, Filistin, İran derken geniş alanda yeni bir dizayn kaçınılmaz hale geldi.
Tek tek ülkelerin ne olacağı, kimin nereye savrulacağı, bölgede nasıl bir statüko kurulacağı sorusu orta yerde duruyor.
Diğerleri bir yana Irak’ta Mehdi’nin, Suriye’de Esad’ın, Türkiye’de Erdoğan’ın sonunun ne olacağı; bu ülkelerde kaçınılmaz olarak gündeme gelecek yeni yapılanmaların nasıl sonuçlanacağını kestirmek çok zor değil ve gelecek bu ülkeler ile liderleri için pek parlak görünmüyor.
Çıkar çatışmalarının şiddetlendiği, vekalet savaşların sona erdiği ve aktörlerin sahaya inmek zorunda olduklarını hissettikleri günümüzde Ortadoğu’da yeni bir Churchill’in çıkması ve yeni bir ‘çılgınlığının‘ yaşanması ihtimali yüksek görünüyor.
Bir yanına İsrail’i, diğerine İran’ı alan, Türkiye’yi kuşatan ve kendisine bağlayan, Afrika’ya açılan Rusya’nın 100 yıl öncesinin İngiltere’si rolüne soyunduğu gözleniyor.
Ruysa, Amerika ile çatışmak yerine uzlaşarak ve onun boşluklarını doldurmaya çalışarak çıkarlarını güçlendirmeye; bölgeyi onunla birlikte dizayn etmeye çalışıyor.
Trump’lı ‘yeni Amerika’ da küresel egemenliğin yolunun Rusya’yı yanında tutmaktan geçtiğini görüyor ve içerideki direnişe rağmen politikasını Rusya ile işbirliğine göre sürdürüyor.
100 yıl önce Ortadoğu’yu İngiliz ve Fransızlar dizayn etmişti. Bu kez Rusya ve Amerika’nın birlikte dizayn edeceği gözleniyor.
Rusya’nın Ortadoğu ve Afrika politikasına bakınca insan, 100 yıl öncesinin İngiltere’sini; hukukçu, gazeteci, istihbaratçı, judocu ve avcı Putin’e bakınca da Churchill’i anımsamadan edemiyor…