Eyüp Ensari: 24 Nisan; Bağışla beni

Yazarlar

Ermeni mesesiyle ilgili eskiden çok fazla çalışma yoktu ve Türkiye’de bu alanda çalışan insan sayısı da bir elin parmaklarını geçmezdi. Şimdi yapılan kitap çevirileri ve makaleler ve gerekse akademisyenlerin çalışmaları sayesinde yeni bilgiler ediniyoruz. 

Kürt ve Ermeniler bağlamında soykırım, genelde duygusal yaklaşımlarla geçiştirildi. Kimi bu yapaylık bir oyun gibi sergilendi, “özür diliyorum” dedi biri. 

Özür dilemek, bunca bilgi ve belgeden sonra anlamsızdır. Örneğin, özür dilerim demiştir biri ama bu sadece, duygusal bir yaklaşımdır. Gerçekte eğer o biri bu özründe samimiyse kendi bölgesinde Ermenilere ait olan arazileri, bugün yaşayan ve varlık mücadelesi veren bir Ermeni Vakfı’na verilmesine öncülük edebilir ve bunu yaparken de ancak beni bağışlayın diyebilir. 

Ayrıca özür dilemek istek ve teorinin çakıştığı bir noktadır; teorik zeminde bir katliam vardır, istek olarak “beni bağışlayın” yoktur, dahası, daha ileri giderek burada bir büyüklük yapma vardır ve çokça da bir “sinsilik” ifade eder, şunu söyler, beni mazur görün. Niçin mazur görüyorum, seni katlettiğim için. 

Mazur görün, muğlâk bir ifadedir; burada bir suçun bedeli hukuki olarak ödenmemiştir ve biri çıkıp özür diliyorsa bu, kim adına özür diliyor sorunu barındırır yalnızca, kendi adına bunu yapıyorsa, burada bireysel bir çıkış değil, büyük bir efelenme, kendini büyütme söz konusudur; burada borç bağışı da söz konusu değildir, burada, açık ve aleni bir affa sığınma da yoktur, burada özür yalnızca bilgiyi provoke etmektir ve bütünün altında yatan dil aşinalıktır… 

Neye aşinayım, kime aşinayım? Yanıt, elbette ben katliama aşinayımdır. Niçin aşinayım, çünkü sen yoksundur, evet bir şeyler olmuştur ve olan şeyler, sen ve benim yaşamadığım bir zaman diliminde gerçekleşmiştir ama bugün ben özür diliyorsam, birinin, birilerinin ya da ölçülü biçili bir arazinin kadastrosu senin elendiyse, bugün bu özrün bir anlamı da yoktur, çünkü sen, bu özrü, benden dilemiyor ve hala karşında, ben diye bir şey yok; oysa, “naif” bile bir sen ve ben arasında olabilir.

Ben özür diliyorum, kimden özür diliyorum? Ermenilerden, sen ve ben olmadan, böyle bir özür hakkını kim sana veriyor ve sen, bu hakkı kendinde buluyorsan, karşımda bir güç olduğundan, dahası, büyüklük edasıyla bunu yapıyorsun. Oysa sen her zaman güçten yanasın, güç kimdeyse, sen onun yanındasın. Bu şu demektir, sen özür dilemiyorsun, sen bir katliamı sessizce sürdürüyorsun. 

Özür diliyorum, Derrida üzerinden devam edecek olursam, yani ben bir günah işledim, suçumun bağışlanması için de “ceza mantığına meydan okuyorum.” Sonuç: Bugün 24 Nisan, ne yapalım, karar verdim, sizden özür diliyorum… 

Özür dileme bahislerinde en can alıcı olan şey yapaylıktır…

Kürdistan’da hiçbir halk bakir değildir. Katliamlar olmuştur ve hala bunları kabul etmemek gibi bir körlük de vardır. Bugün kahraman diye bağrımıza bastığımız pek çok kimse de birer katilden başka bir şey değiller. Kusursuz bir Kürt, anlı şanlı bir Kürt tarihi, bugün sadece ve sadece Kürtleri yalnızlaştırır.

Kürtler küçük devletlerden, büyük beyliklere devrildikleri 19’uncu yüzyıldan başlayarak ister kendi adlarına, ister devlet adına, isterse inandıkları din adına pek çok katliam yapmış ya da ortak olmuşlardır. Bedirxan Paşa’nın başta Nasturi, Ezdi ve yoksul Kürtleri nasıl katlettiğini kimseden gizleyemeyiz.

Ubeydullah Nehri’nin geliştirdiği ulusal söylemin içindeki, anti-ermeni söylemi de gizleyemeyiz… Kürtlüğe güç katmanın, bir Ermeni karşıtlığı üzerinden geliştirildiği de doğrudur. 20’inci yüzyılın başlarında kafası en karışık halk Kürtlerdi; ne kendi kaderlerini tayin hakkını kullanabilmişlerdir, ne de merkez onları bağrına basmış ve adeta kaderleri, kaderin eline bırakılmıştır. 

Soykırımla ilgili akademisyenlerin sıkça atladıkları bir gerçek var; soykırım derken Kürtler, Kürdistan diye devasa bir coğrafya tarif edilir ama Kürtler tanımlanırken, oralarda, dağlarda göçebe, köy ve kasaba hayatı içinde, dağınık aşiretler halinde yaşayan kimseler olarak anılır, tanıtılır. Bu bir, ikincisi katliam ve soykırım bahsinde Türk, Arap, Çerkes, Çeçenler göz ardı edilir.

Örneğin Urfa’da Siverek, Akçakale, Harran ve Merkez’de Türk ve Arapların yaptığı katliam söz konusu bile edilmez. Urfa’da Germuş diye bir köy vardır, köyde bir kilise vardır ve burada acıklı bir şey ama çoğu kimsenin ninesi de Ermenidir. Ama şimdiye kadar kimse Araplar katliam yaptı diye bir ifade kullanmamıştır.

Bunun nedeni Kürtlerin bir güç olarak kabul edilmesi ve burada yapılan her şeyin- katliamın güce bağlı geliştiğini dile getirmek olsa gerekir. Yine Urfa’da Balıklıgöl’ün üst tarafı olan Ermeni Mahallesi tümden restore adı altında yok edildi; pek çok ev, Arap ve Türklere verildi, devasa bir oteller ve iş yerleri yapıldı.  

Mardin’de benzer bir durum vardır ve burada da Arap ve Çeçen ittifakı göz ardı edilmiştir. Erzurum, ilginçtir; en büyük katliamın burada yapıldığı söylenir ama burada bir ulus miti yaratan Türklerden söz edilmez ve burada Nakşibendi Kürtler, Ermenileri korumuşlardır, onlardan biri de Şeyh Said idi. Şeyh Said, Ermeniler arasında akildi ama Said-i Nursi aynı duyarlığa sahip değildir; Van ve Bitlis’te, hatırı sayılır bir şöhreti de vardır. Katliamın din hanesi, Ermeni tarihçilerinde dikkatinden kaçar; katliamın beyni olan lider kadro Bektaşi geleneği içindedir ama Alevi- Bektaşi düsturu, hala CHP üzerinden yürüdüğünden Ermeni tarihçiler, laik söylemi sadece sunilik üzerinden yorumlarlar.

Katliam bahsinde Kürdistan ve en uzak yer olarak Adana ve çevresine kadar gelirler. İstanbul’da sanki katliam yokmuş gibi davranırlar. Katliam için ilk sela İstanbul’da okundu. İstanbul’da Galatasaray cezaevlerinde Ermeniler çuvallara konulup denize atıldı. Bir günde, 300 kişinin denize atıldığının belgeleri vardır.   

Ezilenin ezileni olmaz gibi ifadeler de bu anlamda yanlıştır. Ezilenlerin şiddeti, ezenin kanun ve fermanlarından büyüktür. Ezen için şiddet bir gereklilik, ezilen için şiddet kendini kabul ettirme biçimidir ve can yakıcıdır. 

Tarihsel konum içinde Teşkilatı Mahsusa’nın etkinliği ve Kürt milliyetçiliği diye iki başlık açmak gereklidir. Bu iki başlık Kürtlerden bağımsız değildir. Teşkilat mensupları çekinmeden katliam yapmışlardır, Kürt milliyetçileri ise hilafet taraftarlarıdır.

Aşiretler milliyetçi değildir (aşiretin milliyetçiliği, dil, tarih ve kültür üzerinedir) ve Teşkilat-ı Mahsusa bunlar arasına girmiştir; toprak ve güç vaat etmiştir. Diyarbakır’daki paşazade diye bilinen kimseler, sırasıyla kim güçlüyse onların yanında yer almışlardır ve her bir paşazade ne zaman ki Cumhuriyet kuruldu, Mustafa Kemal’in yanında yer almayı başladı. Bir kod da vardır. Bugün Kürdistan’da ağa diye bildiğimiz kim varsa, bunlar Ermeni katliamı failleridir ve köyleri de birer Ermeni köyüdür. Kadastro müdürlüklerinin arşivinde de bu açık bir şekilde görülür. 

Kürtlerin tarihlerinden kaçmamaları gerekir. Ermeni meselesi özür dileme meselesi değildir. Bir kadastro meselesidir. Ermeni tarihçilerinin (Raymond Kevorkıan gibi) ifade ettiği gibi Ermeniler,12’inci yüzyıldan beri Kürdistan’da varlar. Ya da Ermeni milliyetçilerinin Kürtler dağlık, köy ve kasabalarda yaşıyorlardı gibi ifadeleri vardır; onlar da dini faktörlerin yarattığı parazitleri bir yana bırakılarak, eşitçe paylaşımı, hak ve adaletin yerine gelmesini bir hedef olarak belirlemelidirler. 

Katliamı herkes, kendi köyünde ve kasabalarında, toprak mülkiyetinden şehirdeki esnaf sanatkarlara kadar biliyor. Mesele bununla yüzleşme cesaretidir. Kürt siyasi aklı ise şunu yapmalıdır; Ermenilere ait köy, kasaba ne varsa tespit etmeli ve bugün onların varislerini bulunmalıdır; paraysa para, araziyse arazi verilmelidir. Tapular ve tarihler vardır, kimse, başkasının arazisine göz dikecek cürreti gösteremez.

Bu yapılmadığı müddetçe, Ermeniler sürekli kendilerini ispata, Kürtler her zaman kendilerini basit akıllarla açıklamaya çalışacak ve bunu yaparken de küçük düşeceklerdir. Soylu milletler, başkasının toprağında gözü olmayan milletlerdir. Bunun yanında Ermenilere ait ev, kilise, ahır vs ne varsa, tespit edilmeli ve bunlar onarılmalıdır. Onarılmayan her yapı, insanda açılmış bir yaradır. 

Türkiye’den bakıldığı zaman da engin bir hoş görü gelişmelidir. Nüfusunu payanda olan milletlerle değil, bu topraklarda bin yıllardır yaşayan Ermenilerle zenginleştirmeli ve onların siyasal olarak temsil haklarına öncülük etmelidir. Yoksa, göstermelik halklar ifadesi sadece bir reklam öznesi olmaktan öteye gitmeyen vekillerle sürüp gidecektir. Toprak, su, hava ve ateş bütün insanlığındır.

Ulus devletler değil, herkesin bir arada mutlu ve huzurlu yaşaması demokrasinin bir gereğidir. Herkesin dili ve dini kutsaldır ve bu kutsallık, devletlerin çok ama ötesindedir. Bu topraklarda, Ermeniler azaldıkça, insanlık da azalmaktadır. Bu topraklar bir tek din ve ulusa boğuldukça, buradan sadece savaşlar, kırımlar yükselmiştir. Bu topraklar bizim değildir, bu topraklar, bu dünyanın bir parçası ve biz de bu topraklar da birer misafir olmaktan başka bir şey değiliz. 

Bu salgın gününde, fark ettiğimiz şey şudur; bir aşı bir tanktan daha önemlidir…        

İlginizi Çekebilir

Osman Aytar: Yüzbinlerce Ermeniyi kurtaran Kürt Schindlerlere bin selam olsun…
Temel Demirer: Öğrencisi olduğum ‘İnsancıl’a dair

Öne Çıkanlar