Adalet Ağaoğlu, Türkiye’nin en önemli edebiyatçılarından biriydi. Aramızdan ayrıldı, onun yeri asla doldurulmayacaktır. Şimdi büyük ihtimal Halide Edip, Sevgi Soysal ve Tezer Özlü’nün misafiridir.
Adalet hanım, dünyaya soldan bakardı ama farklı kimselerden de seveni vardı ve o, bundan mutluluk duyardı. Dünyaya garip bir mizah duygusuyla yaklaşırdı, küçük bir örnekten derin nükteler çıkartmasını bilirdi. Kitaplarını bir kütüphaneye bağışlamıştı ve bazen kütüphaneye gider, ihtiyaç halinde, merak ettiği bir kitabı alır, okur sonra yerine bırakır ve “kütüphane alışkanlığı olmayan iyi yazar olamaz” derdi.
Aynı cömertlik, hayatında da vardı. Evim var, maaşım var, daha ne olsun derdi. Yetinmesini bilmek gerekti. Çok cömertti. Bir ara epey parasını hayır kurumlarına, ihtiyaç sahiplerine bırakmıştı. Sonra parasız kalmış, yayıncısını aramış, “valla parasız kaldım” demişti. Yayıncısı, gülmüş ve buna, sevinmiş derhal yardıma koşmuştu. Böyle kendisine koşan kimseleri severdi. Bir kere kaza geçirmişti. Erdal İnönü’nü da koşmuştu. Erdal Bey, aradı, sordu, hem de kaç kere.
Adalet hanımla Aysel’i üzerinden tanıştım. Aysel, onun efsanevi roman kahramanıydı ve onunla sohbet her edişimizde sanki çevremizden birileriymiş gibi Aysel’den söz etmemiz hoşuna giderdi. O zaman çocuklaşırdı. Ayşeler, bildiğimiz Türkülerin kızıydı, Ayten Ümit Yaşar’dan dolayı “metre”ydi, arabeskin metresi ve saatiydi.
Aysel ise Atilla İlhan için, baştan savılan biri ama Adalet hanım için Aysel, “hayır” diyendi… Aysel’in kimi repliklerini ezbere bilirdim, “Yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim, ölmeye yattım.” Sonra yine kitabın güzel bir cümlesi vardı: “Ölüler güneşi ne yapsın?”
Adalet hanımla epey bir dönem telefonlaştım, sonra tanıştım. Daha doğrusu o bana hala sakladığım bir kart, bir de mektup yazarak tanışmak istediğini bildirdi. Kartların birinde şunu söylüyordu, güzel el yazısıyla: “O gün bugündür için için size hiç gönderilmemiş teşekkür mektupları yazı durdum.”
Sorun ise Aysel’di. Ben uzunca intiharı yazmış ama Aysel’den söz etmemiştim, olacak şey miydi bu? Derdimi az biraz anlatınca hak verdi; derdim, çoğunlukla intihar edenlerin, şiir ve romanlarında intihardı; müntehirin müntehirleri. Kendisiyle ilgili derdim yok muydu? Vardı, yazdığım Osmanlı/Türk Romanında Kürtler kitabımda epeyce ondan söz edecektim. Kürtler, onun için sorun değildi, sorun olan yönetimlerdi, yoksa paylaşmadığımız hiçbir şey yoktu. Osmanlı/ Türk Romanında Kürtler kitabım çıktığında ona bir tane yolladım, çok mutlu oldu; Aysel’i de orada ayrıntı bir şekilde görmüş, incelemiştim.
Kitabı alır almaz, sanırım bir hafta bile geçmeden bana bir not iletti. sonra da aradı. Biliyor musun dedi, Kemal Tahir kısmını çok beğendim, “mezar taşına kadar araştırmışsın” dedi. Kemal Tahir’le ilgili çok uzun sohbetlerimiz oldu. Onun eşkıya formunun, taklit ve bir o kadar da yapay bir tez olduğunu söyleyince, şunu söyledi: Ne yapsın adam, buna inanıyor…
İnanıyor demek bir eleştiriydi. Çünkü bir sanatçı bir izme, sanatıyla katkı sunduğu zaman ancak oradan broşür çıkar. Edebiyat ise, dertleri dile getiren bir araçtır.
İngiltere’den Türkiye’ye döndüğüm zaman epey görüştük. Bir ara Boğaziçi Üniversite’si onunla ilgili bir etkinlik yaptı. Etkinlik sevmem ama önce oradan bir yetkili, daha sonra da kendisi arayınca gittim. Konuşması, hala kulaklarımdadır. Edebiyata olan inanç, ancak bu kadar bir kişinin bedeninde can bulabilirdi. Onun romanlarından yapılan bir uyarlama ise sanırım en mutlu olduğu anlardan biriydi. Sordu, nasıl buldun, iyi mi? “Çok iyi” dedim. O da “Çocuklar çok çalıştı, hakkını verdiler” dedi.
O yaşına rağmen merakı her zaman beni etkiledi. Yazıya merakı, sürekli bir şeyler yazmak istemesi, yazı uğraşı büyüleyiciydi. Çıkan iki kitabımı elden götürmüştüm. Karanlık Kardeş’i övdü, keşke bir indeks konulsaydılar dedi. Kitabın Rilke’yle ilgili kısmını birkaç kez okuduğunu söyledi.
Mutlu etmesini sever ve bilirdi. Amaradan İmralı’ya kitabımı verince, belki boş bir zamanımda bakarım dedi. Küçük bir mesafe koydu. İki hafta sonra da aradı, acilen, hemen görüşmemiz gerek dedi. Ben de gittim, “bu kitap çok satılmalı” dedi, ben gelen herkese öneriyorum, bir de ekledi Faruk Bayrak çok iyi, çok yürekli adam dedi, aferin, elini taşın altına koymak budur işte dedi.
En son görüşmemizde yine Faruk’tan söz etti, hoş adam dedi. Kitabı çok çizmişti. Çok soru çıkartmıştı. Yaşına hayret etmiştim. Adnan Menderes’le ilgili yazdıklarıma içerlenmişti. Bende “ne yapayım, elimde değil, seviyorum” demiştim. Siyasetten konuşmaktan keyif alıyordu. Ama sanırım en fazla Erdal İnönü’yü sevmiyordu. Erdal Bey…
Kitaplarıyla ilgili konuşmaktan hoşlanırdı. Kimi tez öğrencilerine yardım da ederdi. Şurada şu var, bu var; şu oku, şuna bak.
Önemli bir şey bulsa kaydederdi. “Denemelerde yazıyorum” derdi. Yeni çıkan, popüler yazarların kitaplarına pek aşına değildi. Ona göre yenilerden, sanırım bana bahsettiği bir tek Murat Gülsoy oldu. Belki başkaları da vardır. En sevdiği kitap diye sorulsa, ihtimal, tek kelimeyle “Üç İstanbul” derdi. Mithat Cemal Kuntay’a ayrı bir kıymet verirdi. Kitabın içindeki geçen bütün nesnelerin bir listesini yapmıştı.
Kuntay’ın Namık Kemal ve Mehmet Akif’le ilgili yazdıklarını şişirme olduğunu söylediğim bir gün, kızdı. Ancak bu kızması, bir romancıya toz konduramamasıydı. Sonra Kuntay’ın şiirlerini götürdüm, bak dedim, bir Kürt yazarsa, nasıl yazar; oku dedi, şu iki mısrayı okudum: “Gökler, çıkabildin, uçabildinse derindir/ Tarihini, kendin yazabiliyorsan eserindir.” Barıştık, güldü. Elbette ki böyle bir şiir sevilemezdi.
Kendi romanlarıyla ilgili görüştüğümüzde asıl meselenin eserlerindeki cumhuriyet eleştirisi, kadın meselesi vs olduğunu dile getirdiğimde, katılmasa da dinlerdi ve eleştirileri not alır, buradan sorular sorardı. En büyük dertlerinden biri, belki de en önemlisi düşünce suçuydu. İsmail Beşikçi’nin yıllarca hapsedilmesine “aklım ermiyor” derdi. Böyle bir suç olamazdı. Ben ve Hasan Cemal’e ifade özgürlüğü ödülü verildiği zaman, “ben gitmeyeceğim” dedim, ödülü Hasan Cemal alsın, o yaşlı.
Hoşuna gitti, aferin dedi. Hasan, “iyi çocuktur.” Hayır’da düşünce özgürlüğüyle ilgili çok güzel ifadeleri vardı: “Bu ülke düşünce insanlarımızı yerden yere çaldı, onları vurdu, vuramadıklarını yaraladı, bilim yuvalarının dışına kovdu; yetmedi, vatan sınırlarımızın dışına kovdu…”
Hala, bu ifadeler ne kadar güncel değil mi? Oysa araya yıllar girmiş.
Adalet hanım iyi yaşadı, güzel yaşadı, keşke yaşadığı ülkede düşünce suçu diye bir dert olmasaydı. Onu özleyeceğim, sanki ninemdi, bir masal ve çokça bir dost.