“Halk hükümdarın dîni üzredir”
İbn-i Haldun
Bidayette Politik İslam, İngiliz Oriyantisleri tarafından sömürgelerdeki uluscu-aydınlıkcı-ilerici- sosyalist, hareketleri etkisizleştirmek amacıyla peydahlandı. Kolonyalist-emperyalist Batı, Müslüman dünyasında seküler, laik rejimlerin ortaya çıkmasını kendisi için büyük risk olarak görüyordu. Oysa, laikliğin keşfi insanlık ve uygarlık tarihinde önemli bir adımdır… Amaç, Müslüman dünyanın emperyalist statüko dahilinde kalmasını sağlamaktı. Müslümanların ancak bir İslam devletinde yaşayabilecekleri, laikliğin İslam’la bağdaşmazlığı tezi, başta Batılı “bilim erbabı” olmak üzere Batılılar tarafından ileri sürüldü, daha sonra da Müslüman alimler tarafından benimsendi, içselleştirildi ve pratik politikaya tercüme edildi…
Esasen İslam’ın laiklikle bağdaşmazlığı tezinin hiçbir inandırıcılığı yoktur… Mesela onuncu yüzyılda biri çıkıp, Hristiyan toplumlar için laiklik önerisinde bulunsaydı, her halde linç edilmezse, deli sayılıp tımarhaneye kapatılırdı ama laiklik 18 ve 19’uncu yüzyıllarda herkesin dilindeydi… Bu yüzden laiklik bazı dinlerle uyuşur, bazılarıyla uyuşmaz demek saçmadır… Eğer laiklik demokrasinin vazgeçilmezi, olmazsa olmasıysa ki, öyledir, o zaman soru şu olmalıdır: Kimin laikliğin gerçekleşmesinde çıkarı var, kimin engellenmesinde çıkarı var…
Gerçi Orta-Doğu’da bazı monarşiler krallıklar yıkıldı ama onların yerini otoriter, anti-demokratik rejimler aldı… Samir Amin’in yazdığı gibi, söz konusu rejimlerin başlarda halkın gözünde bir meşruluğu olsa da hiçbir zaman halk politik sürece dahil edilmemişti… Benzer bir durum az-çök Türkiye için de geçerlidir… Bu durum önemli bir zaaf unsuruydu… Halkın politik sürece aktif katılımı engellendi… İkinci bir önemli neden de söz konusu ülkelerde kısmen Türkiye’de de hiçbir zaman toplumsal bilince nüfuz etmiş bir “aydınlanma” ve “modernite devriminin” yaşanmamış olmasıdır… Başka türlü ifade edersek, Batı’da olduğu gibi, geleneksel kültür ve ideolojiyle cepheden bir hesaplaşma yaşanmadı…
Başka ülkelerde olduğu gibi bizde de ‘Politik İslam’ yükselen ilerici-demokratik-sosyalist hareketin önünü kesmek üzere sahneye sürüldü… Arkasında başta devlet olmak üzere ABD, Suudî Vahabiliği ve parası vardı… Gerici-karanlıkcı Suudî rejimi 60-70 yıldır şeriat sponsorluğu yapıyor…
Demokrasi ancak laik bir rejimde mümkündür. Eğer din kamusal alanın, politika alanının dışına çıkarılmazsa, orada demokrasiden söz etmek abestir… Demokrasi ancak din, kimliğin bir unsuru-bileşeni değilse mümkün olabilir… Politikanın dine karıştığı, müdahale ettiği yerde laiklik bir retorik, içi boş söylem olmanın ötesine geçemez… Bizdeki dinci partilerle, Batı’daki Hristiyan Demokrat Partiler arasında benzerlik olduğu izlenimi yaratılmak isteniyor. Oysa Batı’nın Hristiyan toplumları laikliği çokta bir temel ilke olarak kabullenmiş durumdalar…
Orada bizdeki “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi kurumlar yok… Okullarda zorunlu din dersi de… Laik bir ülkede “Diyanet İşleri Başkanlığı’ diye bir kurum olamaz… Batı’da devlet Kilise personeline, Rahiplere maaş vermez… Siz dine karışırsanız, din de size karışır… Her ne kadar referansı kutsallığa dayansa da son tahlilde din de bir ideolojidir ve yoruma tabidir… İbn-i Haldun boşuna “Halk hükümdarın dini üzredir” demiyor… Halkın dini her zaman egemenin-hükümdarın, efendinin, mülk sahibi sınıfların dinidir… Dinin gerici-karanlıkçı, anti-demokratik, özgürlük, sosyal eşitlik ve adalet karşıtı bir yorumu olabileceği gibi, özgürlüğü, eşitliği, adaleti esas alan bir yorumu da pekâla mümkündür… Bu ikinci durum geçerli olursa, din bir özgürlük teolojisine dönüşür… Eğer yapılan dinî yorum, ezilenleri, sömürülenleri, aşağılananları, mazlumları gözetiyorsa, İslamî bir özgürlük teolojisinin de yolu açılmış demektir… Bunu Hristiyan-Katolik din adamları başardıysa, Müslüman din adamlarının da başarması neden mümkün olmasın?
Sudan’lı Şeyh Mahmut Taha, İslam dünyasında bir istisna idi… İslamın İkinci Mesajı adlı eserinde bir İslamî Özgürlük Teolojisi öneriyordu… Müslüman Kardeşler tarafından idam edildi… Şeyh Mahmut Taha idam edildi zira o İslam’ın gerici-özgürlük ve sosyal eşitlik karşıtı, anti-demokratik egemen yorumunu reddediyordu…
Şimdilerde din tam bir sanayiye dönüştü, kapitalizm dini de hizaya getirdi… Artık gerçek anlamda inançla ilişkisi tartışmalı… Din sömürünün, kamu kaynaklarını yağmalamanın, talan etmenin, insanları köleleştirmenin-alıklaştırmanın bir aracına dönüştü…Tuhaf bir şov malzemesi haline geldi… İsraf, şatafat, şımarık tüketim artık dine boyanarak yol alıyor… Helal gıda söylemi, ne demek istediğime iyi bir örnek… Kapitalizm her şeyi çürütüyor, dejenere ediyor, içini boşaltıyor ve kendi suretinde yeniden yaratıyor… Din artık bir zenginleşme, çalıp-çırpma aracı…
O halde sadede gelebiliriz: Ne oldu, nasıl oldu da Türkiye’de Politik İslam 23 yıldır iktidar… Ki, bu ‘Cumhuriyet döneminin yaklaşık dörtte biri … Elbette evveliyatı da var. 1970’lerden beri Politik İslam bir şekilde iktidar ortağıydı… Koalisyon hükümetlerinin parçasıydı…
Türkiye’deki rejim hiçbir zaman anayasada yazıldığı gibi, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” değildi… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğindeyken, laiklikten söz etmek abestir… Siz dine karışırsanız, din de bize karışırdı ve karıştı…
Türkiye’nin egemen sınıfları sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı. Dini yardıma çağırmaya mecburdular ve çağırdılar… Bizde Politik İslam bir T.C.-ABD (emperyalizm) ortak projesidir…
Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur. Dünyayı anlamaktan acizdirler… Yönetme özürlüdürler… Çözümü geride aramak gibi bir açmazla malûldürler… Yaptıkları yegâne şey, bütçeyi, hazineyi, müşterekleri ve doğayı yağmalamak, talan etmektir… Nihai amaç da ülkeyi bir İslam Emirliği yapmak. Eğer başarabilirlerse ilelebet iktidar olmayı umuyorlar… Yıkması kolaydır da yapması o kadar kolay değildir… Tüm kurumları çökerttiler. Geride kalan dönemde ekonomi hiç bu günkü kadar yerlerde sürünmemiş, tarım çökertilmemişti. Artık Türkiye’nin içine sürüklendiği durumu kriz kavramı karşılamıyor… Söz konusu olan çöküş… Toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçları (beslenme, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, güvenlik…) asgari düzeyde bile karşılanamaz durumda…
Eğer vakitlice bu din soslu faşizmden çıkılamazsa, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak… Fakat o kadarı yeterli olmaz… Radikal bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var… Siyasetin zeminini değiştirmek gerekiyor… Kapitalizm dahilinde asla bir çözüm, bir gelecek olmadığının bilinmesi gerekiyor… Boşuna ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmemiştir…