Kenan Azizoğlu: Mektup…

Yazarlar

 Şair Cemal Süreya ne kadar da keskin söylemiş;

‘’Gitmekle gidilmiyor ki… Gitmekle gitmiş olamazsın; gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır.’’

O nazlı toprağa ‘’düştüğünden’’ beri geçmiş daha çok görülür oldu.

Farqin ya da Silvan… 

Çocukluğum… 

Kaniya Mezin, Kaniya Biçûk,  Malabadî…

Babamın en çokta gözlükleri aklımda. Arkadaşları ile Hasuni mağaralarına gidişi, Erivan radyosunu dinlemesi, Cegerxwin’den şiirler okuması, yüksek ses girdiği tartışmalar, gazete kenarlarına yazdığı ancak hiç basımlamayan şiirler, Dengbêj Aremo’un, Mihemed Şexo’nun yanık seslerinin yüklü olduğu o eski zaman kasetleri hep aklımda. 

Sen bir pusuda vurulduğunu duyduğumda ‘’gözlükleri de kırılmış mıdır?’’  diye düşündüğüm gibi…

Her nedense gözlüğün yerlerde yuvarlanmasını, parçalara ayrılmış, etrafa dağılmış cam tanelerin yere düşüşerken çıkardıkları o acı sesi hissediyorum kulaklarımda…

Geçmiş mi parçalandı, yüreğim mi bilemedim; kulaklarım seslere, dilim sözlere kapandı.

‘’Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.’’ Acının sadece tek başına yaşandığı simdiki zamandan değil, acının paylaşıldığı zamanlardan söz ediyorum.

Sevginin karşılıksız olduğuna inandığımız o masum, tertemiz günlerden bahsediyorum. 

Hani analarımızın terlikleri ile vurduğu yerlerimizin bile acımadığı günlerden…

Ekmeğin, çocuk yüreklerimiz kadar temiz, sıcak ama en çok da Nan olduğu kürdili günlerden…

Ablalarımızın “kara kara gözler ona buna bakıyor mu” şarkısı eşliğinde ‘’siz  de bakıp, yürek yakacaksınız’’ dediği o güzel günlerden…  

Kürtçenin dışında başka bir dil konuşmanın ayıp sayıldığı günlerden…

Hayatımızın ortasına basan postalların, haki renkli cemselerin bile umudumuzu karartamadığı günlerden…

1 Mayıs’ta gelen Yusuf amcanın ölüm haberi, sonra onu ebedi yolculuğuna uğurlamak için toplanan mahşeri günlerden…

Koştuğumuz, ağız dolusu güldüğümüz, govend tuttuğumuz, yerin, acının, hüznün mekanına dönüşünü gördüğümüz günlerden bahsediyorum. 

Hatırlıyorsundur; Mescit mahallesi, konağın bahçesi ve merdivenleri… Hani şu çocukken neşemizi sırtımıza yükleyerek binlerce kez çıktığımız, indiğimiz merdivenler…

Ama en çok da bayram günleri büyüklerden aldığımız harçlıklar ile aşağıya sevinçle indiğimiz merdivenler…

Şimdi o merdiven de, o konak da  yok… 

Yaktıkları köyler, yıktıkları evler yetmedi… 

Mekanlara da el koydular…

Çocukluğumuzun en güzel günlerine el koydular…

Sonra seni vurdular…

Bir alçak bilgilerinizi, diğeri koordinatları, öteki emri verdi, yanındaki düğmeye bastı.

Sonra da hiç utanmadan, önceden tasarlanmış, hazırlıkları yapılmış bir cinayeti zafer diye sundular…

Dağlarımızın, ovalarımızın, şehirlerimizin adlarını değiştirdikleri gibi, cinayetin adınına değiştirdiler. Tıpkı Zilan da , Ağrı da Dersim de, Derizor ‘da yaptıkları katliamları ‘’etkisiz hale getirildi’’’ diyerek Türkçeleştirdiler.

Sevginin, umudun, alın terinin, bolluğun ve bereketin topraklarına, o cennet ülkeye baskı, zulüm ve ölüm ektiler.

Sen, yol arkadaşların, biz, hepimiz ise umut ektik, sevgi ektik en çok da özgürlük ektik… 

Kim ne ektiyse bir gün mutlaka onu biçecek. 

Şimdi hasat zamanı…

Umudu büyütme, sevgiyi paylaşma özgürlüğü yaşama zamanı…

Hatırlarsın değil mi? Ahmet Arif Diyarbakır zindanından direnişin surlarına nasıl nasıl sesleniyordu:  

‘’Öyle yıkma kendini

Öyle mahzun öyle garip

Nerede olursan ol

İçerde dışarda derste sırada

Yürü üstüne üstüne

Tükür yüzüne celladın

Fırsatçının fesatçının hayının

Dayan kitap ile

Dayan iş ile

Tırnak ile diş ile

Umut ile sevda ile düş ile

Dayan rüsva etme beni

Gör nasıl yeniden yaratılırım

Namuslu genç ellerinle

Kızlarım

Oğullarım var gelecekte

Herbiri vazgeçilmez cihan parçası

Kaç bin yıllık hasretimin koncası

Gözlerinden

Gözlerinden öperim

Bir umudum sende

Anlıyor musun…’’

 

İlginizi Çekebilir

Çetin Çeko: Erdoğan, NATO krizi ile Kürt sorununu uluslararası platforma taşıdı
Foti Benlisoy: Ya Devrim Ya Yıkım! Ekolojik Çöküş Çağında Komünizm

Öne Çıkanlar