1989 Aralık ayının ve yılın son günleriydi. Atatürk Lisesi’nden çıkıp; elimde tahta çantam sakin bir biçimde yürüyordum. Sakindim ama aslında korkunç bir şey yapıyordum. Buradaki yaşamı ve okulu sevmedim, Kurban hocanın beni aşağılamalarından da bıktım usandım artık. Bir an önce köyüme dönmeli, mahalleden arkadaşlarımla aynı sınıfta okumak için can atıyordum. Bu yüzden babamdan dayak yemeyi bile göze alarak düştüm yola.
Sol gözüm mosmordu, iki gün önce yatılı okulda Ercişli bir çocuğun hışmına uğramıştım. Bir kabahatim de yoktu. Sadece açlığın yarattığı şaşkınlıktı. Yemek sırasında telaş ederken onun topuğuna basmıştım. O da buna çok sinirlenmiş, ben daha ağzımı açmadan gözümün üstüne yumruğu yemiştim.
İçimde mahalleme geri dönecek olmanın ve babadan yiyeceğim dayağı kabullenmenin sevinci vardı. Sonunda benim dediğim olacak ve mahalleme geri dönecektim. Okuldan kaçıyorum ama cebimdeki para yol parasına bile yetmiyor. Ama ne olursa olsun, gideceğim buralardan kafaya koymuşum bir kere.
Van’a kar yağıyordu. Kar adeta ışık saçıyordu. Gözlerinin önünde bembeyaz parçalar yere düşüyor, ayağının altında kulağa hoş gelen yumuşak bir ses çıkarıyordu. Kar beni içimde ki olumsuz duygulardan arındırıyor, Kavabata’nın ‘Karlar Ülkesi’ romanında dediği gibi ‘beyaz geleneksel bir yöre kumaşı’ gibi Van’ın üzerini örtüyordu.
Kar sessizliğiyle konuşuyordu, yürüdüğüm yolda ona baktıkça yoluma dikiz aynası oluyordu. O kadar beyazdı ki kar, aynı anda hem önümü, hem de arkamı görebiliyordum.
Geçtiğim yolda Valilik binasının yıkımı sürüyordu, hemen köşe de bir büfeci vardı. Fotospor gazetesinin vereceği posteri alabilmek için insanlar büfenin önüne yığılmıştı. Pantolon paçaları kara bata çıka diz altına kadar ıslaktı. Şalvara benzeyen mavi kot ya da ütülü kumaş pantolon giymişlerdi. Çoğu bıyıklıydı, saçlarının önü kısa, ense kısmı uzundu. Üzerlerinde kısa deri montlar ve buna pek uymayan sivri kundura ayakkabılar vardı.
Az ileride bir kavga vardı. Yüzleri kan içinde iki kişi gördüm. Beyaz karın üstüne damla damla düşen kan kavganın şiddetini ortaya koyuyordu. Seyyar satıcılar yer kavgasına girmişler ve olan olmuştu.
Artık yavaş yavaş Özalp garajına yaklaşıyordum. Yatılı okuldan kaçmıştım, yol param yoktu ama bir yolunu bulup mahalleme geri dönmeliydim.
Garaja yaklaştıkça ‘Özaalp, Özaaalp’ diye bağıran ama çok sigara içmekten olsa gerek sürekli öksürüklerle kesilen muavin haykırışlarını duyuyordum. Garajın etrafı baraka ve toprak dükkânlarla doluydu. Kirli paslı bir yerdi, etraf çöple doluydu. Garajın içinde kapısı tahtadan mavi bir kahve ve kahvenin ortasında bulunan sac sobanın etrafında kümelenmiş insanlar vardı. Herkes birbirinin yüzüne bakıyor, bir şey söyleyecekmiş gibi oluyor ama bir şey söylemiyordu. Onlarda yağan kar kadar sessiz ve mağrurdular.
Garajın ve kahvehanenin içinde yığınla saman torbaları ve battaniyelere sarılmış, belli ki Van’a tamire getirilmiş siyah beyaz tüplü televizyonlar vardı. Bunlar minibüsün üstüne yüklenecekti. Muavini hiç gözüm tutmamıştı. Kısa boylu, kara, çelimsiz, dar-yumru alın, kısa çenesi, kocaman kulakları ve burnunun altında gayet çirkin, bir kediyi andıran bıyıkları vardı. Ağzında maltepe sigarası sürekli sağa sola hatta yolculara talimatlar yağdırıyordu. Garajın sahibi gibi davranıyor, ağır hareket eden yolculara bağırıyordu. O da haklıydı, bundan sonra Özalp’a gidecek başka araba yoktu.
Ağzında sigarası, sararmış bıyıkları ve belki de ömrü boyunca yıkamadığı çürümüş dişli bu adamla bir an göz göze geldik. O bana baktığında ürperdim birden. Belki de birazdan param çıkışmadığı için beni minibüsten indirecek adam buydu. Onun da gözü beni tutmamıştı belli ki, hemen gözlerimi kaçırdım, yere bakmayı sürdürdüm.
Muavin “Hadê babam hadêê” diye bağırdı. Minibüsün üstüne samanlar ve battaniye sarılı grundıg televizyonlar yüklendi ve hala yerde kalanlar vardı. Herkes yerine oturdu, ben en son binip orada bulunan tahta kahve taburesinin üstüne oturdum ki, param çıkışmayınca anlayışlı olsun diye.
Muavin yerde kalan saman torbaları için de çare bulmuştu. Benim küçük sandalye de oturduğum boşluğa o saman torbalarını koydukça ben orada ufalıyordum. Adeta tüm saman torbalarını ben sırtlamıştım. Sesimi çıkaramazdım, çünkü param çıkışmıyordu. Saman torbalarının altında kalsam da kaderime razıydım.
Ve en heyecanlı ana; para ödeme kısmı gelmiştik. Ağzından sigarası hiç düşmeyen, kısa çeneli, dar alınlı, yarım yurum muavin beni samanlıkların arasından görmez diye umut ettim ama olmadı. “ Sen de parayı ver” diye sert bir ses tonuyla geldi. Yol parası bin liraydı ama bende sadece 500 TL vardı. Mavi 500 kâğıdı uzattım. “ Yol parası bin liradır vıle, bu nedir” diye çıkıştı bana. Babamı tanır diye düşündüm onun ismini ve yaptığı işi böyle söyledim ama işe yaramadı. “ Ben de Cumhurbaşkanın oğluyum” diyerek beni kolumdan tuttuğu gibi aşağı indirdi.
Garajın ortasında öylesine kalmışken arkadan bir ses “ Were Were” diye seslendi bana. Muavine de “Bırak otursun parasını ben vereceğim” deyince gidip o pos bıyıklı, kara gözlü, kıvırcık saçlı adama sarılmak gelmişti içimden. İyiliksever yolcu bunu diyor ama bizim muavin hala itiraz ediyordu: “ Abê boşver, günde 50 tane böylesi geliyor. Alıştırmayın bunları” deyince o gür bıyıklı adam gürledi: “ Çi ji te re lawo, ma perê bawê te ye!” deyince muavin sesini kesti ve “Geç otur geç” demek zorunda kaldı.
Mavi bir minibüsün içinde, samanlıkların torbalarının arasında kalan küçücük bir bölümden yağan beyaz karı görebiliyordum. Minibüste Kazo’nun ‘Rızgo’ parçası, dışarıda yağan karla bir bütün halinde ilerliyorduk. Kendimi saman torbalarının ardında Kazo’nun o muhteşem sesine kaptırmıştım.
Anzaf köyü eski bir Urartu köyüdür. Hemen yanı başında Yukarı Anzaf Kalesi harabeye dönmüş. Kaleden eser kalmamış, birkaç duvar parçası kalmış. Eskiden bu bölgeye Van Ovası derlermiş ama onun da eski halinden eser yok şimdi.
Etrafı beyazla örtülmüş masmavi berrak Erçek Gölü. Ona yavru Van Gölü de derler. Sahipsiz ve kimsesizdir. Bu gölü Vanlılar izlemekten, görmekten büyük bir keyif alırlar ama asla yanına yaklaşmazlar, dokunmazlar. İnsanlar gelmez ama kuş cennetidir. Kılıçgaga, Büyük cılbıt, Karaboyunlu, Batağan, Angıt, Flamingo, Yaz Ördeği gibi kuş türlerinin yuvasıdır.
Minibüs aniden durdu. Kar beyaz bile olsa toprak asker o yol kontrolünü yapacaktı. Asker aracın içine bakıyordu, ben samanlık torbalarının arasında ki küçük delikten görüyordum. “ Herkes kimliğini versin” diye bağırdı askerin biri. Aracın içine baktı ve sadece kimlikleri istedi. Herkes kimliğini uzattı. Benim uzanıp kimliğimi çıkaracak halim yoktu ve zaten beni görmemişti. Sustum, öylesine bekledim. Ellerinde defter olan askerler ellerinde ki kimliklerle karşılaştırdı. 15 dakika süren bu gerginliğin ardından yola devam etmiştik. Yol kontrolünden önce böylesi durumlarda ilk kapatılması gereken Kürtçe şarkılar yeniden açıldı ve yolumuza devam ettik. Yol paramı ödeyen ve benim kimliğimi göstermememden memnun kalan pos bıyıklı abi, memnuniyetini ‘Aferin sana, bak bu kadar adam senin kadar cesur değiliz” diyerek gösterdi. Bu sözler Kurban hocanın aylardır ezdiği gururumu okşamıştı.
Mamedik’in soğuğu meşhurdur. Kaç Kürt bu vadinin soğuğunda donarak öldü bilinmez. Hatta 1. Cihan Harbi’nde Ruslara karşı İran’a cephane taşıyan 12 ile 17 yaş arasında ki 94 çocuk cephaneyi teslim ettikten sonra dönüş yolunda, Mamedik geçidinde soğuk yenik düşerek hayatını kaybeder.
Başkale yolunda 32 dönemeç, başın döner, midem bulanır. Ama Özalp yolu düzdür ve sadece iki virajı vardır. Karayolunun hemen yanından Van-İran treni geçer. Yük vagonlarıydı, Erçek Gölünün, kerpiç köy evlerinin yanından hızla geçer uzun kara tünele girdiklerinde uzun bir siren sesi çıkarırlardı. Tren gitse bile arkasında ki tren yolu, parlak demirleri, demir yolunu dolduran cilalı taşların ışıltısı insana görsel bir resital sunuyordu.
Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik. Önce Mollahasan köyünü, sonra Pirkali geçtik. Eve vardım ama istediğim gibi olmadı. Babam kulağımdan tuttuğu gibi beni o sevmediğim yatılı okula geri götürdü.
Kürt coğrafyasında samanlık torbalarının arasında bile kalsan o eski yolculukların tadı başkaydı. Şimdi kaldı mi öyle hasretler, öyle yolculuklar!