“Halkı sevdiğini iddia edip de, en yakınlarını sevmekten aciz olanların devrimciliğine güvenmeyin”
(Jean-Paul Sartre)
Varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen Gioconda Belli, Nikaragua’da Somoza diktatörlüğüne karşı yürütülen ve kendisinin de dahil olduğu devrim mücadelesini, aşklarını ve sürgünlüğünü anlattığı “Tenimdeki Ülke Nikaragua –Aşk ve Savaş Anıları” kitabının girişinde o meşhur belirlemesini yapar: “Hayatımda iki şeyin kaderimi belirlediğini düşünüyorum: ülkem ve cinsiyetim” (2001, Metis Yayınları, s.11).
İstanbul’da büyümüş, boş zamanlarında roman okuyan, ud çalan ”Cumhuriyet kızı” Yaşar Hanım’ın kaderini de cinsiyeti ve sevdiği adamın ulusal kimliği belirliyor: Kürt İhsan Nuri Paşa. İkisinin de direnemediği tek şey aşklarıdır, sevdikleri erkek uğruna tüm tehlikeleri göze alarak direnişin göbeğine gelirler. Bir ulusun kanı, canı ve iradesiyle meydana gelen bir isyanının tüm aşamalarına tanıklık ederler. Aşk ve isyanın, hayatta kalma güdüsüne, korkuya baskın gelen heyecan verici ateşini tenlerinde, yüreklerinde tüm şiddetiyle duyumsarlar. Giocondo Belli, katıldığı mücadelenin ne anlama geldiğini çok iyi bilen, politik bilinci yüksek, başından itibaren tarafı belli bir feminist-sosyalisttir, lakin Yaşar Hanım tamamen duygularının peşinden sürüklenmiş, kişisel deneyimi aracılığıyla kanlı hakikatleri keşfetmiş, kısacası sevdiği insan dolayısıyla tarafını seçmek zorunda kalmış bir kadındır. Duygular da şüphesiz tarihi şekillendirirler ve duyguların da bir tarihi vardır.
Ayrıca dahil oldukları iki isyan, sonları ve sonuçları itibariyle de büyük farklılıklar arz etmektedir. Bir tarafta mücadelesi devrimle taçlanmış, hatta 1979 yılında Nikaragua’ya döndükten sonra iletişim ve propaganda alanında çalışmış bir Gioconda var, öte tarafta isyanı sömürgeci bir katliamla bastırılmış, eşi İhsan Nuri’yle birlikte 1930 yılında İran’a sığınmak zorunda kalmış, sürgünde yoksulluğu, yalnızlığı dibine kadar yaşamış ve siyasal olarak tecrit edilmiş bir hayatın içinde dünyaya veda etmiş bir Yaşar Hanım var. İki anlatı, kullanılan dil ve bireyselliğin kendini ifşa etme derecesi bakımından da ayrışmaktadır. Belli’nin dili birinci tekil şahıs damgasını taşır, her satırından libidinal enerji, kişisel başkaldırı ve derin feminist analizler fışkırır ve resmi sol anlatıları alt üst eden “özel hayat” ayrıntılarıyla, ”kadınca haller”le dopdoludur. Yaşar Hanım’ın anıları, üçüncü tekil şahıs ağzıyla kaleme alınmış, kendisinden belli dönemler için “küçük hanım”, belli bir yaştan sonrası için de “Yaşar Hanım” diye söz eden mahcup bir dildir, bir ”Cumhuriyet kızı”nın tüm mazbut özelliklerini yansıtan bir anlatıdır, kendi iradesini aşan ve aşkını yaşamaya engel olan olaylara odaklıdır daha çok. Şüphesiz iki isyan aradasındaki belirgin zaman farkı, cereyan ettikleri coğrafyaların farklı kültürel ve dini kodları ve en önemlisi feminist kazanımların geldiği tarihi aşama ve kadınlara bıraktığı yazınsal mirası, bu iki anlatı arasındaki temel farkları anlaşılır kılmaktadır.
Yaşar Hanımın Anıları
“Çünkü unutmamak en önemli direşinimiz”
(Kumru Toktamış)
Yaşar Hanım, babası cerrah olan, İstanbul’da büyümüş, annesi Erzurum’un Kürtlerinden olan eğitimli genç bir kadındır. İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra annesi ve küçük erkek kardeşiyle birlikte İstanbul’dan kalkan bir gemiyle Trabzon’a, oradan da kara yoluyla Erzurum’a çok sevdiği ağabeyi Ali Haydar Toktamış’ın yanına gidip bir süreliğine yerleşirler. Abisi Ali Haydar orduda doktor bir subaydır, o dönemde kendisi gibi subay olan İhsan Nuri Paşa’yla tanışmaktadır. İhsan Nuri o dönemdeki iktidar boşluğunu iyi değerlendiren, bir taraftan Kazım Karabekir’in komutası altında Ruslarla savaşırken diğer taraftan Kürt Teali Cemiyeti’nin çıkardığı Jîn mecmuasında, Wilson ilkelerinden hareketle ulusların kaderini tayin hakkının Kürtler açısından önemini vurgulayan yazılar yazmaktadır. Azadi örgütünün önemli bir üyesidir. Ali Haydar ailesiyle birlikte bir görev dolayısıyla Iğdır’a geçtiklerinde kendilerini karşılayan İhsan Nuri, Yaşar Hanım’la da bu sayede tanışmış olur. Birbirlerinden etkilenirler, kısa bir yakınlaşmanın ardından evlenirler.
Yaşar Hanım evlendiğinde henüz 18 yaşındadır. Yaşar Hanım, Sedat Ulugana’nın kitaba yazdığı sunuş yazısında belirttiği gibi: “İhsan Nuri ile 1922’de Doğubeyazıt’a taşınır. Cumhuriyet kurulmamıştır daha. Azadi örgütünün reisi olan ve kendisiyle aynı aşirete mensup olan Cibranlı Halit Bey’le iletişim halinde olan İhsan Nuri burada ilk defa askeri kovuşturmaya uğrar. Bu can sıkıcı gelişme balayında olan çiftin mutluluğunu yine de bozamaz” (2023 : 11). Bir yıl sonra Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikle yeni hedeflerden biri de Musul’u ülke topraklarına katmaktır, doğu sınırındaki birlikler güneye kaydırılır. İhsan Nuri’nin birliği de Siirt’e hareket eder. Yaşar Hanım bu yolculuk esnasında İhsan Nuri’nin memleketi Bitlis’i de ilk defa görmüş olur. Yaşar Hanım’ı Siirt’e yerleştiren İhsan Nuri, görevi dolayısıyla Beytüşşebap’a geçer. Çünkü, sınırın diğer tarafında yer alan Iraklı Nasturiler, hududun bu yakasındaki eski köylerine saldırmaktadırlar, orada güvenliğin tesis edilmesi icap etmektedir. ”Bu zaman diliminde Azadi de çalışmalarına hız vermiştir. 1924’ün sonbaharında İhsan Nuri’ye bir pusula gönderilir.
Pusulaya göre İhsan Nuri, Şırnak ve Siirt’i aldıktan sonra Bitlis’e yürüyüp müstakil Kürdistan hükümetini ilan edecekti” (Ulugana : 12). Fakat olaylar, İhsan Nuri’nin ve Azadi hareketinin öngördüğü gibi gelişmez, İhsan Nuri kaçıp Musul’a sığınır. Yaşar Hanım mecburen Erzurum’daki ailesinin yanına geri döner. Kendisine yönelik devlet koruması kaldırılmıştır, kocası artık bir asker değil devlet nezdinde bir “eşkıya”dır. Komşu kadınların, asker eşlerinin kocasına dair yalan idam haberleriyle sürekli sarsılır, derin bir keder kuyusuna düşer, kendisini odasına kapatıp günlerce durmadan ağlar. Belli aralıklarla Yaşar Hanım’ın abisi önce Erciş’e, sonra da Denizli’ye tayin edilir. Denizli’ye tayin etmenin temel gayesi Yaşar Hanım’I Kürdistan’dan ve İhsan Nuri’den koparmaktır. Yaşar hanım bu ayrılığa çok üzülür. ”1927 yılında Ağrı Dağı’nda Ağrı Direniş Heyeti’yle devlet arasında gerçekleşen “Barış sürecinin” olumlu bir yansıması olarak Yaşar Hanım’ın istediği takdirde İhsan Nuri’nin yanına gitmesi hususunda bazı kolaylıkların sağlandığını görüyoruz. 1928’de yola çıkan genç kadın uzun, çetrefilli ve yorucu bir yolculuktan sonra İhsan Nuri’ye kavuşur” (Sedat Ulugana, s.15).
Denizli’den İzmir’e, İzmir’den gemiyle Mersin’e, Mersin’den Halep’e, Halep’ten Xoybûn aracılığıyla Kobanê’ye, oradan bir süre orada kaldıktan sonra yine Xoybûn’lu kuryeler aracılığıyla İran-Tebriz’e geçer. Tebriz Ağrı’ya yakın olduğundan bizzat İhsan Nuri’nin görevlendirdiği atlı süvariler tarafından alınıp Ağrı’daki isyan alanına getirilir. Yaşar Hanım’ın anılarında bu yolculuk esnasında dikkatimizi çeken tarihi ayrıntılardan biri de Yaşar Hanım’ın Rojava’da Xoybûn hareketinin önemli temsilcileri olan Celadet Bedirxan, Memduh Selim Bey, Cemil Paşazade Kadri Bey gibi siyasi şahsiyetlerle bağlantı kurması ve onların desteğiyle bu yolculuğu tamamlamasıdır. Özellikle Kobanê’de Berazi aşiretinin lideri Mustafa Şahin Berazi’nin evine yerleştirilir. Samimi bir yurtsever olan Mustafa Şahin her konuda kendisine ve annesine yardımcı olur.
Anıların belki de en romantik, en sevgi dolu karelerinden biri, İran-Sovyet sınırlarına yakın Başkend kazasının işgali sırasında kazanın kaymakamına ait bir udun kimi Kürtler tarafından ele geçirilip Yaşar Hanım’a getirilmesidir. Yaşar Hanım’ın savaş alanındaki gerilimli, kasvetli yaşamına kendilerince soluk aldırmaya çalışırlar. Bir diğeri de yaylada çadırlarda hayatta kalmaya çalışırlarken, devletin savaş uçaklarının çivi bombardımanı ve bombaları altında bile Yaşar Hanım’ın çadırın etrafındaki çiçekleri koyun sürülerinden korumaya çalışan naifliğidir. Tarih belki de bu özel insani anların bir toplamıdır. Tarihten bu anları, bu hikâyeleri çıkardığımızda geriye ne kalır, gözyaşı vadileri, kemik dağları, kan ırmaklarından gayrı? Bu anlar; tarihi, boş bir kronolojik ilerleyişten, “galiplerin zafer alayı” olmaktan koparıp kurtarır, ete kemiğe büründürür. Dünyayı anlattığımız hikâyelerle yaratır ve anlamlandırırız. Çoğu zaman bir amaca adanmış anlamlı bir hikâye soyut ideallerden daha fazla ilham vericidir. En imkânsız koşullarda bile “olabilirlik tohumları” eker, özgürlük âleminin kapılarını sonuna kadar açar.
Ağrı direnişi, Ermeni şahsiyetlerin de dahil olduğu kıran kırana geçen bir direnişe dönüşür. Kanikork (Ağrı- Doğubeyazıt’a bağlı bir köy) savaşında Türk ordusuna büyük kayıplar verdirilir. Bu başarının ardından Xoybûn tarafından İhsan Nuri’ye paşalık rütbesi verilir. İhsan Nuri bu ödüle ilişkin duygularını “Ulusumuzun bana vermiş olduğu bu rütbe Türk devletinin bütün rütbelerinden daha şerefliydi” diye not düşer. Direniş yaklaşık dört yıl sürer. 1930 yılına gelindiğinde Türk devleti 80 bin civarında devasa bir orduyla ve hava harekatıyla bölgeyi kuşatır. Zilan’da binlerce sivil katledilir ve isyan bastırılır. Bir gece vakti Ağrı’daki askeri kuşatmayı yaran İhsan Nuri Paşa yüzlerce savaşçı ve Yaşar Hanım’la birlikte İran’a iltica eder. Uzun yıllar boyunca Tahran’da yaşarlar ve 1976 yılında şüpheli bir trafik kazasında İhsan Nuri yaşamını yitirir. İhsan Nuri’nin ölümünden sekiz yıl sonra 1 Ocak 1984’te Yaşar Hanım Tahran’da vefat eder. İran’daki zorlu ve yalnız günlerine, neden çocuk sahibi olmadıklarına, Yaşar Hanım’ın kardeşlerine duyduğu hasrete, İstanbul’daki ailesiyle iletişim kurma çabalarına dair nice ayrıntıyı kitabın hazırlayıcılarından biri olan Kumru Toktamış’ın kitaba yazdığı etkili önsözden okumak mümkün. Kumru Hoca, Yaşar Hanım’ın doktor abisi Ali Haydar Toktamış’ın torunudur. Halasına dair herşeyin aile içinde yıllarca nasıl derin bir suskunlukla geçiştirildiğini, halasının hikâyesini keşfetme sürecini bu önsöz yazısında duygu dolu bir yoğunlukla anlatıyor.
Yaşar Hanım’ın anıları misali anlatıların bir önemi de bir kolektif bellek yaratmasıdır şüphesiz. Kürtlerin ulusal belleği çok parçalı, dağınık bir bellektir, Kürdistan’daki bir çok tarihi olay, hikâye yerel sınırlar içinde bilinmekle kalmış, kolektif belleğin bir parçası olamamıştır. Kürdistan’daki parçalar ve bölgeler arasındaki dilsel farklılıklar, coğrafi uzaklıklar, bir ulusal devletten yoksun olmaktan kaynaklanan bütünlüklü bir ulusal tarih anlatısının eksikliği ve yazılı kayıtların zayıflığı bu tarihi olayların herkes tarafından bilinmesini, duyulmasını engellemiştir. Botan bölgesinde büyümüş bir genç Yaşar Hanım’ı duymadan, Ağrı’da ki bir genç Mir Bedirxan’dan bihaber, Dersim’deki Abdurrahman Qasımlo’yu, Diyarbakır’daki Mele Mustafa Barzani’yi bilmeden büyüyor. Dolayısıyla bu tür anlatılar, genç nesillerin kolektif hafızasını genişleten, ulusal aidiyeti güçlendiren bir işlev görüyor. Bu bağlamda en önemli anlatılardan biri de Abdurrahman Qasimlo’nun Çekyalı eşi Hèlène Krulich’in anılarından oluşan Kürt Ülkesinde Avrupalı Bir Kadın kitabıdır (Avesta Yayınları). Lena’nın anıları sayesinde PDK-İ’nin (İran Kürdistan Demokrat Partisi) tarihi hakkında olağanüstü ayrıntılar öğrenmiştik. Bu otobiyografik anlatı bir anlamda İran Kürdistanı’nın da kanlı canlı bir tarihiydi. Çek sosyalist bir genç kadın olan Lena’nın (kendisini öyle isimlendiriyor) Abdurrahman Qasimlo’yla Çekya’daki bir üniversitenin kutlamasında tanışıp evlenmesiyle başlayan anılar, Qasimlo’nun Temmuz 1989’da Avusturya’nın Viyana şehrinde Ayetullah Hurneyni’nin halefi Rafsancani’nin İranlı özel görevlileri tarafından düzenlenen bir suikastle katledilmesiyle son buluyor. Qasimlo genç yaşta İran Komünist Partisi (Tudeh) üyesi, Marksizm okuyan, varlıklı ve güçlü bir ailenin çocuğudur, tüm kardeşleri Avrupa’da okumuştur. Lisede solcu öğretmenlerinden birinin ona Lenin’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kitabını okutması yaşamında bir dönüm noktası olur, bu uyanış zamanla onu kendisini ulusunun kurtuluş davasına adayan bir lider (İran Kürdistan Demokrat Partisi’nin genel sekreteri) konumuna getirecektir.
Tudeh Partisi’nin yardımıyla Prag’da, Çekoslovakya’nın yönetim şekli 1948’de ”halk demokrasisi” (komünizm) haline geldikten hemen sonra bir burs bulur, Yüksek Politika ve Ekonomi Eğitimi Okulu’na (EHEPE) kaydını yaptırır ve Çek Lena’yla tanışır, evlenir. Lena’nın anıları birçok yönüyle Yaşar Hanım’ın anılarına benzemektedir. O da bir Kürt lidere aşık olur, Prag’da İran konsolosluğunda resmiyette Müslüman olmak zorunda kalır, eşinin peşinden Kürdistan’a gelir, Kürdistan dağlarında saklanmak zorunda kalır, İran’ın SAVAK ajanlarının sürekli kıskacında bir hayata razı olur, iki kız çocuğu doğurur, Avrupalı bir kadın olarak Abdurrahman Qasimlo’nun ailesinin belli geleneklerine ayak uydurmakta çok zorlanır, parti mücadelesi içinde erkek yoldaşları tarafından cinsiyetçi iş bölümüne maruz kalır. Ancak Kürtler bu kadını da çok sever. Ona Nesrin ismini koyarlar (Xwişka Nesrin). Güney Kürdistan dağlarında Celal Talabani’yle birlikte saklandıkları bir yerde ona Nesrin ismini koyan Talabani: “Senin adın Nesrin olacak. Bu, dağlarda bulunan beyaz bir çiçeğin adıdır. Sen de beyazsın ve dağdan inip bize geldin” der. Dirençli ve asla pes etmeyen bir kadındır. Yine bu anlatı sayesinde Fransa’da sürgünde olan ve 1979 yılında 2500 yıllık İran monarşisine son verecek olan Ayetullah Humeyni’nin o dönemde herkese ve her fikre kapısı açık olduğu halde, Kürtlerin ulusal hakları için kendisiyle görüşmeye giden Abdurrahman Qasımlo’yu adamları aracılığıyla dışarı atıp ”benim bu adamla görüşecek bir şeyim yok” dediğini öğreniyoruz. İran Kürdistan’ındaki dağlarda kadın ve erkek militanlardan oluşan ilk modern devrimci hareket olmayı başaran PDK-İ’nin amansız direnişini, tutuklamaları ve katliamları Lena’nın kaleminden tüm dehşetiyle okuruz.
Ve, o her şeye gebe tarih, Yaşar Hanım’la Lena hanımı buluşturur, bu iki özel insanın yolları Tahran’da kesişir. Kürt olmayan bu iki kadın, iki Kürt liderine gönül vermiş, sevdiklerinin peşine düşmüş, onların isyanının parçası olmuş, tarihlerine tanıklık etmiş bu iki kadın 1950’li yıllarda Tahran’da tanışırlar. Abdurrahman Qasimlo, İhsan Nuri Paşa’ya belli konularda danışmak, fikir almak için Lena’yla birlikte evlerini ziyaret eder. Lena, anılarında aktardığı kadarıyla İhsan Nuri’yi cinsiyetçi bulur, askerlik ciddiyetini hâlâ koruyan bir kişilik olarak değerlendirir ama Yaşar Hanım’ı çok sever: “Tahran’da küçük bir evde yaşıyorlardı. İhsan Nuri Paşa oldukça yaşlanmıştı fakat yakışıklılığını, iriliğini, dinç zihnini, her zaman biraz askeri tavrını koruyordu. Gelenekçiydi, onun gözünde kadın daima erkekten aşağıydı ve bu nedenle Abdurrahman’la ciddi bir konuda görüşmek istediğinde, onu kadınların olmadığı bir yere götürüyordu. Yaşar Hanım çok ufak, ince ve narin yaşlı bir kadındı. Yüzünde geçmişteki güzelliğinin izleri hâlâ duruyordu. Güler yüzlü ve çok nazikti ve beni kanatlarının altına almıştı. Hiçbir zaman Farsça öğrenmemiş olduğu için hiçbir ortak dilimiz yoktu ama anlaşıyorduk. Karşılaştığım en iyi aşçıbaşıydı. Kürt, Türk, İran gibi ortak yemeklerin dışında da çok sayıda yemek biliyordu. Ondan mutfak adına çok şey öğrendim. Fakat ben Kürdistan’a gittiğim için ayrılmak zorunda kaldık ve bir daha görüşemedik” (Hèlène Krulich, Kürt Ülkesinde Avrupalı Bir Kadın, s.50). İkisinin de yüreğiyle harladığı isyanlar kaybeder, tarihin tekerleği Kürt için hep yenilgiye doğru döner ama Kürt olmayan fakat ruhen Kürtleşen bu iki kadının tarihe düştüğü notlar, Kürdistan hayalini kuran kuşaklara ilham kaynağı olmaya devam edecektir.
“Hayali Kürdistan”ın Dirilişi
19 Eylül 1930 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Ağrı İsyanı’nın bastırılması üzerine yayınlanan karikatürde, mezara yatırılmış Ağrı Dağı’nın üzerine “Muhayyel Kürdistan Burada Medfundur” (Hayali Kürdistan Burada Gömülüdür) yazısı yazılmıştı. Devlet nezdinde Kürdistan fikriyatı ve pratiği öldürülmüş mezara konmuştu. Bir daha canlanıp dışarı çıkmaması için de, mezar iyice betonlanmıştı. Yine bu tarihlerde, dönemin başbakanı İsmet İnönü “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal hakları talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” demişti. (Milliyet, 31 Ağustos, 1930). Tam olarak 84 yıl sonra 4 Eylül 2014 tarihinde Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesi’ndeki Küçük Ağrı Dağı’nda gerçekleşen bir anma töreninde dikilen bir mezar taşının üzerine ”Hayali Sömürgecilik Burada Medfundur” yazısı yazıldı. Hükümetle yürütülen müzakere sürecinin görece yumuşak atmosferinde binlerce sivil kişi, HDP Bitlis milletvekili Hüsamettin Zenderlioğlu ve PKK’nin 20 kişilik silahlı grubu da anma törenine katılmıştı. Tören tarihi bir rövanş niteliğini taşıyordu. Taşınan pankartlardan birinin üzerinde Abdullah Öcalan’a ait ”Serhad (Ağrı) isimsiz kahramanların irade tarihidir” sözü vardı. Yapılan açıklamalarda PKK ve Abdullah Öcalan sayesinde Kürdistan’ın gömüldüğü mezarın yıkıldığı, tarihi görevin tamamladığı, mücadelenin bundan sonra daha da yükseltileceği, Kürdistan üzerine oynanan hiçbir oyunun maya tutmadığı, tutmayacağı vurgulanmıştı.
Ağrı İsyanı gerek Kürdistan’ın yenilgi tarihinde gerekse de Kürt Hareketi’nin yeniden diriliş felsefesinde önemli bir sembolik anlama sahiptir. Gömülen, üzeri betonla kapatıldığına inanılan ”Hayali Kürdistan”ın trajik mekânı, hem de İhsan Nuri’nin torunları tarafından daha modern ve kudretli bir özne olarak yeniden tarih sahnesine çıkmanın ilham kaynağı, intikam bilinci olmuştur. Azadi örgütlenmesinin yanlış zamanlama ve organizasyon hataları dolayısıyla Şeyh Sait isyanında kaybetmiş ama tükenmemiş potansiyelini, ele geçmemiş milislerini, en savaşçı süvarilerini aktardığı son isyan ateşidir, kısacası her şeyiyle yüklendiği son ulusal umuttur. Yine Xoybûn hareketinin de siyasi, diplomatik ve ideolojik birikimini ulaştırmaya çalıştığı, sonuna kadar desteklediği bir isyandır. Bütün ulusal niteliklere ve çağın gerektirdiği örgütlenme modeline fazlasıyla haizdir. İhsan Nuri Paşa nüfuzunu mensubu olduğu aşiretten veya dini bir otoriteden alan bir lider değildir.
Osmanlı ordusunun eğitimli bir subayıdır, eli kalem tutan entelektüel bir şahsiyettir. Kürt meselesini ulusal bir çerçevede ele almış, dar bölgesel ve aşiretsel sınırları aşmış bir dava insanıdır. Bir yandan askeri faaliyetleri organize etmeye çalışırken öte yandan Ağrı Dağı’nda başbakanıyla, bakanlarıyla, bayrağıyla, ordusuyla, gazetesiyle tam teşekküllü bir devlet yaratmıştır. Birlikler üniforma giyiyor, sabahları marşlar okunuyor ve gidilen her yerde Kürdistan bayrağı taşınıyordu. Çok kısıtlı imkanlarla Agrî adıyla gazete çıkartılır. Ağrı zirvesine üç renkli Kürt bayrağı dikilir. Belli köyler ve milisler arasında bir telsiz sistemi bile kuruluyor. Kısacası, ulus-devletlerin şafağında kendi devletini kurmaya, uluslaşmaya hazır bir lider ve hareket vardı. Ancak eldeki silahların yetersizliği, sömürgeci gücün orantısız asker sayısı, Sovyetlerin Türk devletinin hava bombardımanına yönelik lojistik desteği, Kürdistan’ın diğer bölgelerinden yeterli desteğin gelmemesi gibi sebepler bu ulusal şafağın ışıklarını erkenden söndürdü.
Ağrı İsyanı, Cumhuriyet tarihinin kuruluş yıllarında büyük umutların beslendiği, en geniş katılımlı ve en organize başkaldırıydı, hâliyle bastırılmasıyla ortaya çıkan sonuçlar itibariyle de tarihi bir dönem noktası oldu. 1930’lu yılların sonlarında, artık bütün direniş odakları kırılmış, halk sindirilmiş, başta aydınlar olmak üzere bütün Kürtler yoğun bir Türkleştirme programının hedefi olmuştur. Bu süreçte, bir taraftan da Kürtlere ait bütün tarihsel ve kültürel izler silinmeye, kazınmaya gayret edilmiştir. 1940’lar, 1950’ler böyle geçmiştir. 1950’li yılların sonlarında, 1958, 1959 yıllarında, Güney Kürdistan’daki gelişmelerden etkilenerek, Kuzey Kürdistan’da bazı ulusal kıpırdanmalar olmuştur. “49”lar, ”23″ler davaları, Türkiye Kürdistan Demokrat Parti’sinin kurulması bu süreçte gerçekleşmiştir. 27 Mayıs darbesinden sonra inkar, imha ve asimilasyon daha sıkı ve kararlı bir şekilde hayata geçirilmeye çalışılmıştır. 1960’ların başlarında Türkiye İşçi Partisi’nde örgütlenmeye başlayan Kürtler, 60’ların sonunda kendi örgütlerini kurmaya başlarlar. 1965’te Türkiye Kürdistan Demokrat Parti’sinin kurulması, 1967’de gerçekleşen ”Doğu Mitingleri” ve 1969-1971 döneminde, “Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın kurulması, ulusal ve toplumsal mücadelede olumlu etkiler yarattı” (İsmail Beşikçi, “Hayali Kürdistan”in Dirilişi, Aram Yayınları, s.48).
Bu konuda hâlâ aynı fikirde mi bilmiyoruz ama Beşikçi Hoca açısından PKK’nin 1978 yılında kurulması ve ilk eylemine 15 Ağustos 1984 yılında başlaması bir dönüm noktasıdır, bir anlamda “Hayali Kürdistan”ın dirilişidir. “Hayali Kürdistan”ın Dirilişi” kitabının ismi zaten Ağrı İsyanı’ın bastırılmasından sonraki devlet söylemine bir göndermedir ve kitabın genel çerçevesi PKK’nin bu hayali nasıl dirilttiğine yönelik ayrıntılı bir analizden oluşmaktadır. “İşte PKK bu baskı zulüm ortamında doğdu. Devletin, “Kürtlük mezara kondu, mezar betonlandı, Kürtlük çürüdü, çürütüldü“ dediği süreçte doğdu. Kürtler artık tarih sahnesine çıkmışlardır. Kürtleri bu süreçten geri çevirmenin, bu süreci durdurmanın hiç bir olanağı yoktur. Özgürlük ve eşitlik bilinci bütün topluma yayılmıştır” (Beşikçi, s.18). Bugün Kürdistan’da bütün toplumsal ilişkilerde, siyasal kültürde, kişisel beklentilerde eskiye oranla köklü bir dönüşüm gerçekleştiği gerçeği herkes tarafından teslim edilmektedir. Bu değişiklikleri, insanların olaylara bakışlarında, kurumsal yapıların işleyişinde, değer yargılarında, kadın-erkek ilişkilerinde, dayanışma kültüründe gözlemlemek mümkün. Beşikçi Hoca’nın kastettiği zihinsel, kültürel ve sosyal devrim elbette gerçekleşmiştir; lakin Kuzey Kürdistan’da ulusal haklar ve statü konusunda İhsan Nuri Paşa’nın hedeflerinin çok uzağında bir kırmızı gerçeklikle karşı karşıya olduğumuz da aşikâr.
Hâkim Tarihe Karşı Kadın Anlatıları
“Kadınlara bir tarih bahşedilmedi”
(Joan W. Scott, Feminist Tarihin Peşinde)
Yaşar Hanım’ın anıları, bir dönemin üzerini örten karanlık devlet perdesini aralıyor. Resmi tarihin inkar ve unutturmaya dayalı hâkim anlatısında derin gedikler açıyor. Mutlak surette tasdiklenmiş kamusal sessizliği kırıyor. Bazı öznel ve ulusal hakikatlerin tarihin sisleri arasında kaybolmasını engelliyor. Mikro tarih olarak da isimlendirilen bu anlatılarda, yazılan mektupların, günlüklerin, anıların ve biyografik çalışmaların önemi büyüktür. Erkeklerin yazdığı “büyük” tarih anlatılarında isimleri bile anılmayan kadınların gündelik hayatları, bu metinlerde merkezi bir yer tutar. Toplumsal tarihle kişisel tarihin iç içe geçtiği bu anlatılar, Foucaultcu anlamda eleştirel tarihler yazmamıza olanak sağlar. Bu anlatılar; her türlü öznelliği askıya alan, yoruma imkân tanımayan, katı ve nesnel bir tavrı dayatan pozitivist metodolojiyi elbette dikkate almazlar. Bir çok sosyal bilimci, tarihçi tarafından (Robert Finlay), “kaynakların egemenliğine” ve “belgeler mahkemesine” karşı suç işlemekle bile itham edilmişlerdi. Bu eserler, “aynı zamanda kadın tarihi yazımı açısından da önem taşırlar. Resmî tarih yazımının dışında tutulan, tarihin her aşamasında etkin özneler olarak yer almalarına rağmen kayda geçmeyen kadınların tarihi hakkında veri toplamak için, bu metinler alternatif belgelerdir” (Duygu Çayırcıoğlu, Kadınca Bilmeyişlerin Sonu –1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat, İletişim Yayınları, s.14). Kadınların tarihi, kuşkusuz feminizmin ortaya çıkışıyla ilgilidir. Feminizmin sorduğu temel sorulardan biri de şuydu: Neyin tarih sayıldığını kimin bakış açısı belirliyor? Objektif, nötr ve evrensel olarak kabul edilen tarihi terimlerin, standartların, önkabullerin hangi cinsin, sınıfın, ırkın, ulusların, toplumsal grupların lehine bir anlatı olduğunu radikal bir şekilde ortaya koydular. Temel gayeleri, ana akım tarihin dışlayıcılığını göstermek, tarihten saklanmış olanlar hakkında yazmak ve onları tarihe dahil etmekti. Yani “tarihi erkek kurgusundan ayırmak, toplumsal hafızayı kadınlar lehine kazımak, geçmişte kadınlara ait ortak hatıra ufku yaratmak, kadın deneyimlerini, pratiklerini görünür kılmak yoluyla geçmişi yeniden inşa etme gayesini taşır” (Duygu Çayırcıoğlu, 2022: 19). Bu deneyimler, hem kendimizi anlamamızı sağlar, hem de hafıza ile umut arasında güçlü bir köprü olur. Çünkü resmî tarih yazıcılığının dışında bir gerçeklik alanı kurar ve bu alanda tarihin tüm bastırılmışları, sömürülmüşleri, sömürgeleştirilenleri görünür hale gelir. Özellikle Annales Ekolü ile başlayan kadınların, çocukların, kölelerin, sıradan insanların tarihini araştırmak yeni bir tarih anlayışının önünü açtı. Bu da kadın tarihçilerin sayısının atmasını, toplumsal cinsiyet çalışmalarının hız kazanmasını beraberinde getirdi.
Kadın bakış açısıyla yazılan bu metinlerin büyük bir bölümü, büyük tarih anlatılanındaki gibi idealleştirilmiş kahramanlara, önemli politik figürlere, şan, şeref, zafer, yenilgi, adanmışlık gibi değerlere odaklanmaz. Kendi terimleriyle konuşur. Bir kadının iç dünyasındaki tutkular, endişeler, korkular, çatışmalar, sayıklamalar, suskunluklar, yalnızlıklar, delirmeler metne bir şekilde yansır. Bilgi üretmenin ”normal” yollarını takip etmez bu metinler, arka sokaklara sapar, erkek tarihinin burun kıvırdığı, anlatmaya değer görmediği şeyleri kayıt altına alır, değerli kılar. Toplumsal tarih, bireysel deneyimin içinden tüm ayrıntılarıyla görünür hale gelir. Dünya, savaşan kahramanların arkasındaki bir dekor olmaktan çıkar, tüm renkleriyle, incelikleriyle, vahşetiyle sunulur, olayların sosyal, ekonomik, psikolojik, bireysel nedenlerini daha bütünlüklü kavramamızı kolaylaştırırlar. Yazan kadının eğitim seviyesinden, ideolojik angajmanından, yazdığı şeyin niteliğinden bağımsız olarak bu anlatılar elbette politiktir. Çünkü bu anlatılar aracılığıyla hem yazan kadın tarihe kaydolur, hem de yazılan şeyler bir dönemin sosyal-siyasal yapısına, gündelik hayatına, toplumsal cinsiyet ilişkilerine dair dolaysız nüveler barındırır ve en önemlisi kurgulanmış egemen tarihi tersyüz eder.
Gerçek ya da kurgu fark etmeksizin tüm anlatılar, dünyada kendimiz için bir anlam yaratmanın, dünyaya kendimizi dahil etmenin bereketli bir yoludur. “Dil aracılığıyla geçmişi şekillendirip kendimizin bir parçası yaparak ve gelecek imkânlarını kendimize yansıtarak gerçek yaşamımız için bir tutarlılık oluşturmaya çalışırız” (Robert P. Walker, 2022: 18). İnsanın yaşam hikâyesi dediğimiz şey aslında başkalarının hikâyeleriyle iç içe geçen ve ötekinin hikâyesiyle anlam kazanan bir yolculuktur. Biz dünyayı bu anlatılar aracılığıyla deneyimledikçe dünya insani ve anlamlı bir hal almaktadır. Robert Fulford’a göre: “Bizi biz yapan şeyleri anlatma ihtiyacını çoğumuz hissederiz. Hikâyelerimizin bilinmesini ister ve bunların değerli olduğuna inanırız. Bir hikâyemiz olmadığını anlamak, varlığımızın anlamsız olduğunu fark etmektir; bunu kaldıramayabiliriz” (Robert Fulford, Anlatının Gücü, Kolektif Kitap, s. 26). Kişisel veya toplumsal anlatılar, geçmiş denilen deneyim yığınını tutarlı ve anlamlı hale getirme ihtiyacından doğar. Kendimizinki dahil, herhangi bir toplumu anlayabilmek için, o toplumun köklerindeki dramatik yakıtı oluşturan hikâyeler bütününü bilmemiz gerekir.
Bu anlatılar, bize, tamamlanmamış, ölümlü ve kırılgan varlıklar olduğumuzu hatırlattıkları gibi, insanın yapabilme, değiştirebilme, hayır deme ve direnme kapasitesinin sınırlarının sandığımızdan çok daha geniş ve tükenmez olduğunu da bir kez daha hatırlatırlar. Çünkü direnmek, insan kimliğinin en kuvvetli iskelesidir.
Kaynakça
1. Tenimdeki Ülke Nikaragua–Aşk ve Savaş Anıları, Gioconda Belli, Metis Kitap
2. Ağrı İsyanı’nda İstanbullu Bir Kadın – Yaşar Hanımın Anıları, Sedat Ulugana, Kumru Toktamış, Dipnot Yayınları
3. Kürt Ülkesinde Avrupalı Bir Kadın, Hèlène Krulich, Avesta Yayınları
4. Hayali Kürdistan’ın Dirilişi, İsmail Beşikçi, Aram Yayınları
5. Kadınca Bilmeyişlerin Sonu – 1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat, Duygu Çayırcıoğlu, İletişim Yayınları
6. Okumanın Riski–Edebiyat Kendimizi ve Dünyayı Anlamamıza Nasıl Yardım Eder?, Robert P. Waxler, Kafka Kitap
7. Anlatının Gücü –Kitle Kültürü Çağında Hikâyecilik, Robert Fulford, Kolektif Kitap
*
/ Bu yazı http://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-247 olduğu gibi alınmıştır…/