Ronî Rıha: Kürtler tarihi bir yol ayrımında

Yazarlar

Kürt halkının tarihsel yazgısında iki antlaşma, iki büyük kırılma anı olarak yer edinmiştir: 1639 tarihli Kasr-ı Şirin Antlaşması ve 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması. Bu iki belge, yalnızca bölgesel sınırları değil, aynı zamanda Kürt halkının kaderini de derinden etkilemiş; Kürt coğrafyasını önce ikiye, sonra dörde bölerek, parçalanmışlığın ve kimliksizliğin temelini atmıştır. Bugün, bu iki antlaşmanın mirası hâlâ hissedilirken, tarihin çarkı bir kez daha dönüyor ve Kürtler için yeni bir yol ayrımı beliriyor.

Kasr-ı Şirin Antlaşması, Osmanlı ve Safevi imparatorlukları arasında süregelen savaşların bir sonucuydu. Bu savaşların zeminini, sadece siyasi rekabet değil, aynı zamanda mezhepsel farklılıklar ve Kürt coğrafyasına hâkim olma arzusu oluşturuyordu. Osmanlı’nın Kürt beyleriyle kurduğu ilişkilerde en önemli figürlerinden biri, dönemin nüfuzlu âlimi İdris-i Bitlisî’ydi. Bitlisî’nin girişimleriyle Kürt mirleri, Safevilere karşı Osmanlı’nın yanında yer aldı. Bu iş birliği, Çaldıran Savaşı’ndaki zaferle taçlandı; ancak uzun ömürlü bir ittifaka dönüşemedi. 

Ancak bu ittifak, uzun süreli bir barış getirmedi. Bağdat’ın Osmanlı tarafından geri alınmasıyla sonuçlanan savaşın ardından 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması, Kürdistan’ı kalıcı biçimde ikiye böldü: Batısı Osmanlı’ya, doğusu Safevilere kaldı. Bu, yalnızca coğrafi bir sınır çizgisi değil; Kürt halkı açısından kültürel, siyasi ve sosyal kopuşunda başlangıcıydı. Bugünkü Türkiye-İran sınırının temelleri işte bu antlaşmayla atıldı.

Üç asır sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan Lozan Antlaşması, Kürtler için daha da sarsıcı sonuçlar doğurdu. Bu kez Kürt toprakları dört ayrı devlete—Türkiye, İran, Irak ve Suriye—dağıldı. Lozan, Kürt halkını sadece uluslararası hukukun dışında bırakmakla kalmadı; aynı zamanda ulus-devlet ideolojilerinin merkezinde şekillenen inkâr ve asimilasyon politikalarının da hedefi yaptı. 

Türkiye özelinde, Mustafa Kemal’in önderliğinde yürütülen Milli Mücadele döneminde Kürtlerle kurulan geçici ittifak, kısa sürede rafa kaldırıldı. Erzurum ve Sivas kongrelerinde Kürtlere verilen sözler muğlak ifadelerle geçiştirildi. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Kürt kimliği sistematik bir biçimde inkâr edildi. Bu anlamda ilk isyan olan Koçgirî İsyanı kanla bastırıldı. İsmet İnönü’nün “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep edebilir” sözleri, bu inkâr siyasetinin açık bir özeti oldu.

Yeni bir dönüm noktası mı, yeni bir tuzak mı?

Bugün, Lozan Antlaşması’nın üzerinden yüz yıl geçmişken Ortadoğu yeniden şekilleniyor. Arap Baharı’nın ardından yaşanan rejim krizleri ve özellikle Suriye’de patlak veren savaş, bölgedeki etnik ve mezhepsel fay hatlarını tekrar görünür kıldı. Bu kaosun ortasında Kürtler, özellikle Rojava’da IŞİD’e karşı verdikleri kararlı direnişle uluslararası düzeyde büyük bir meşruiyet ve saygınlık kazandılar. Bu gelişme, Kürtlerin tarih boyunca ilk kez bu denli küresel bir aktör olarak kabul gördüğü bir dönemin habercisi oldu.

Ancak tam da bu ivmenin yükseldiği bir dönemde, dikkatler yeniden İmralı Adası’na ve Abdullah Öcalan’ın olası rolüne çevrildi. Öcalan’ın Türkiye ile barışçıl bir çözüm için başlattığı yeni müzakere süreci doruğa ulaşmış görünüyor. PKK yöneticileri, kongrelerini tamamladıklarını ve kısa süre içinde bir açıklama yapacaklarını bildirerek, silah bırakma yönünde güçlü sinyaller veriyor. Öte yandan İsrail, ABD ve bazı Avrupa devletlerinin Kürtlerle geliştirdiği olumlu ilişkiler ve Rojava’daki fiilî özerk yapı, Türkiye’yi kendi Kürt sorununu yeniden masaya yatırmaya zorlamış gibi görünüyor.

Fakat burada kritik bir soru belirmektedir: Bu yeni süreç, gerçekten Kürtlerin tarihi haklarının tanındığı bir çözüm mü getirecektir, yoksa yüz yıl önce Lozan’da olduğu gibi Kürtlerin bir kez daha “tarihi konjonktür uğruna” feda edilmesi anlamına mı gelecektir?

Öcalan ile yürütülen müzakerelerin, Türkiye’nin kendi iç baskıları, ekonomik krizleri ve dış politika çıkmazlarıyla şekillendiği bir ortamda başlatılması, sürece dair derin şüpheleri de beraberinde getiriyor. Türk devleti, daha önceki çözüm süreçlerinde olduğu gibi, Kürtlerin elde ettiği her tür kazanımı tehdit olarak görüp bu süreci zamana yayarak etkisizleştirmişti. Dolmabahçe Mutabakatı gibi kamuoyuna ilan edilen adımların ardından yaşanan geri dönüş, bu kuşkuları daha da derinleştiriyor.

Bugün ise durum daha karmaşık. Türkiye, içeride büyük bir meşruiyet krizi ile, dışarıda ise ciddi bir yalnızlaşmayla karşı karşıya. Böyle bir zeminde başlatılmış olan müzakerenin, Türk devletinin bekasını kurtarmaya yönelik geçici bir manevra mı olduğu, yoksa gerçekten yeni bir siyasal paradigma arayışı mı taşıdığı hâlâ net değildir. Ve tam da bu nedenle, bu sürecin bir “yeni Lozan” tuzağına dönüşme ihtimali göz ardı edilemez.

Zira Lozan’da olduğu gibi, bu kez de Kürtlerin siyasal kazanımlar karşılığında kendi haklarını değil Türk devletinin “birlik ve bütünlüğünü” öncelemesi istenmekte. Eğer Kürt siyaseti bu yeni denklemde, tarihsel dersleri göz ardı ederek bir kez daha Türk devletinin çıkarlarına endeksli bir çözüm modeline angaje olursa, kazanımlarını bir başka yüzyıla ertelemiş olabilir.

Kısa vadeli hesaplar uzun vadede fırsatları heba edebilir

Bu noktada, Kürt hareketinin kendi içinden gelen “denge politikaları” veya “reel siyaset” söylemleriyle Türk devletinin zor dönemlerinde destek sunması, kısa vadede barış umudu yaratabilir; fakat uzun vadede tarihsel bir fırsatın heba edilmesi anlamına da gelebilir.

Bugün Kürtler tarih boyunca hiç olmadıkları kadar örgütlü, bilinçli ve küresel düzlemde görünür hale gelmiş durumdalar. Ancak bu güç, doğru yönlendirilmediği takdirde, geçmişte olduğu gibi büyük bir illüzyona da dönüşebilir. Kürt hareketinin önünde duran asıl soru şudur: Tam başarı eşiğindeyken, yeniden Türk devletinin “iç sorunlarını çözme aracı” olmak mı, yoksa kendi kaderini özgürce tayin etmek için bağımsız bir siyasal çizgiyi kararlılıkla yürütmek mi?

Öcalan’la yürütülecek yeni bir çözüm süreci, ancak Kürt halkının tarihsel haklarını tanımaya dayalı adil bir anlaşmayla anlamlı olabilir. Aksi takdirde süreç, Lozan’da olduğu gibi yine güçlülerin kalem oynattığı ve Kürtlerin kaderinin masa başında başkaları tarafından belirlediği bir sahneye dönüşebilir..

Kürtler bu kez, tarihin trajik döngüsüne değil, kendi halklarının onurlu geleceğine yönelmelidir. Zira halklar yalnızca kazandıkları zaferlerle değil, kaçırdıkları fırsatlarla da hatırlanır.

İlginizi Çekebilir

Hasan Hayri Ateş: Sanikê Dêrsim/Dersim Masalları
ARÎ-DER: Ziman hebûn e, divê em xwedî lê derkevin

Öne Çıkanlar